0 212 652 15 44
Çalışma Saatlerimiz
Hafta İçi 09.00 - 18.00

Vekalet Görevinin Kötüye Kullanılması Nedir?

Vekalet görevinin kötüye kullanılması; vekilin vekalet ilişkisi çerçevesinde üstlendiği iş ve hizmetleri sadakat ve özen yükümlülüğüne aykırı yapması, vekil edeni zararlandırıcı davranışlarla zarara uğratması anlamına gelir (BK m.506). Örneğin, vekilin vekil edenin arzusuna aykırı olarak üçüncü bir kişiyle birlikte hareket ederek gayrimenkulü düşük bir bedelle üçüncü kişiye devretmesi vekalet görevinin kötüye kullanılmasıdır. Bu durumda, vekalet görevinin kötüye kullanılması nedeniyle tapu iptal ve tescil davası açılarak gayrimenkul yeniden vekil edenin mülkiyetine geri kazandırılmaktadır.

Vekalet akdi, tarafların karşılıklı güvenine dayanan, güven ilişkisinin en yoğun olduğu akit türüdür. Bu güven ilişkisi vekile, vekil eden kişinin yararına ve iradesine uygun davranma yükümlülüğü yükler. Vekilin, vekil eden kişinin yararına ve iradesine aykırı her türlü eylem ve işlemi vekalet görevinin kötüye kullanılması anlamına gelir, bu durum da vekilin sorumluluğuna yol açar.

Vekil, vekalet görevini sadakat ve özen içinde yürütmek zorundadır.

Vekaletin Kapsamı Nasıl Belirlenir?

Vekâletin kapsamı, sözleşmede açıkça gösterilmemişse, görülecek işin niteliğine göre belirlenir. Vekâlet, özellikle vekilin üstlendiği işin görülmesi için gerekli hukuki işlemlerin yapılması yetkisini de kapsar.

Vekil, özel olarak yetkili kılınmadıkça dava açamaz, sulh olamaz, hakeme başvuramaz, iflas, iflasın ertelenmesi ve konkordato talep edemez, kambiyo taahhüdünde bulunamaz, bağışlama yapamaz, kefil olamaz, taşınmazı devredemez ve bir hak ile sınırlandıramaz (BK m.504).

Vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Vekâletin kapsamı, sözleşmede açıkça gösterilmemişse, görülecek işin niteliğine göre belirlenir (TBK 504/1). Sözleşmede vekaletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur (Y1HD-K.2020/117).

Vekilin Borç ve Yükümlülükleri

1. Verilen Talimata Uygun İfa Borcu

Vekil, vekâlet verenin açık talimatına uymakla yükümlüdür. Ancak, vekâlet verenden izin alma imkânı bulunmadığında, durumu bilseydi onun da izin vereceği açık olan hâllerde, vekil talimattan ayrılabilir. Bunun dışındaki durumlarda vekil, talimattan ayrılırsa, bundan doğan zararı karşılamadıkça işi görmüş olsa bile, vekâlet borcunu ifa etmiş olmaz (BK m.505).

Davacı (vekalet veren) ile davalı (vekil) arasında vekalet sözleşmesi bulunmakta olup, vekalet sözleşmesinin en önemli unsurları arasında; vekilin talimata uygun hareket etme borcu, özen borcu ve hesap verme borcu gelmektedir. Davalının, çektiği teminat bedelini davacının talimatı ile alacaklısına ödediğine ilişkin savunmasına karşılık, davacı böyle bir talimat vermediğini ileri sürdüğüne göre, bu konuda talimat aldığını savunan davalı (vekil) bu iddiasını yasal delillerle ispatlamalıdır (Y13HD-K.2017/1606).

2. Vekilin Şahsen İfa, Sadakat ve Özen Gösterme Borcu

Vekil, vekâlet borcunu bizzat ifa etmekle yükümlüdür. Ancak vekile yetki verildiği veya durumun zorunlu ya da teamülün mümkün kıldığı hâllerde vekil, işi başkasına yaptırabilir. Vekil üstlendiği iş ve hizmetleri, vekâlet verenin haklı menfaatlerini gözeterek, sadakat ve özenle yürütmekle yükümlüdür. Vekilin özen borcundan doğan sorumluluğunun belirlenmesinde, benzer alanda iş ve hizmetleri üstlenen basiretli bir vekilin göstermesi gereken davranış esas alınır (TBK m.506).

Sözleşmede vekaletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi, ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu göz ardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez (Y1HD-K.2020/117). Vekil edenin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil hakkında benzer alanda iş ve hizmetleri üstlenen basiretli bir vekilin göstermesi gereken davranış esas alınarak sorumluluk yoluna gidilir.

Vekil, yetkisi dışına çıkarak işi başkasına gördürdüğünde, onun fiilinden kendisi yapmış gibi sorumludur. Vekil başkasına vekâlet vermeye yetkili ise, sadece seçmede ve talimat vermede gerekli özeni göstermekle yükümlüdür. Vekâlet veren, her iki durumda da vekilin kendi yerine koyduğu kişiye karşı sahip olduğu hakları, doğrudan doğruya o kişiye karşı ileri sürebilir (TBK m.507).

3. Vekilin Hesap Verme Borcu

Vekil, vekâlet verenin istemi üzerine yürüttüğü işin hesabını vermek ve vekâletle ilişkili olarak aldıklarını vekâlet verene vermekle yükümlüdür. Vekil, vekâlet verene tesliminde geciktiği paranın faizini de ödemekle yükümlüdür (TBK m.508).

Vekil, müvekkilin talebi üzerine, yapmış olduğu işin hesabını vermekle, her ne nam ile olursa olsun, almış olduğu şeyi müvekkile tediye etmekle yükümlüdür. (B.K.md. 508/1). Vekilin hesap verme yükümlülüğüne, üçüncü kişilerden aldığı değerler öncelikle dahildir. Belirtilen yükümlülüklere aykırı davranılması halinde vekilin, müvekkile karşı, onun bu yüzden uğradığı zararı tazmin yükümlülüğünün ortaya çıkacağı da çok açıktır (Y13HD-K.2017/2635).

4. Edinilen Hakların Vekâlet Verene Geçişi

Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.

Vekilin iflası hâlinde vekâlet veren, bu alacağın kendisine geçmiş olduğunu iflas masasına karşı da ileri sürebilir.

Vekâlet veren, vekilin kendi adına ve vekâlet veren hesabına edinmiş olduğu taşınır eşyanın iflas masasından ayrılarak kendisine verilmesini isteyebilir. Vekilin sahip olduğu hapis hakkından iflas masası da yararlanır (TBK m.509).

Vekâlet Verenin Borçları

Vekâlet veren, vekâletin gereği gibi ifası için vekilin yaptığı giderleri ve verdiği avansları faiziyle birlikte ödemek ve yüklendiği borçlardan onu kurtarmakla yükümlüdür. Vekil, vekâletin ifası sebebiyle uğradığı zararın giderilmesini vekâlet verenden isteyebilir. Ancak vekâlet veren, kusuru bulunmadığını ispat ederek bu sorumluluktan kurtulabilir (TBK m.510).

Bir kişiye birlikte vekâlet verenler, vekile karşı müteselsil olarak sorumludurlar. Vekâleti birlikte üstlenenler, vekâletin ifasından müteselsil olarak sorumludurlar ve yetkilerini başkalarına devir hakları olmadıkça, vekâlet vereni, ancak birlikte yaptıkları fiil ve işlemleriyle borç altına sokabilirler (TBK m.511).

İyiniyetli Üçüncü Kişinin Durumu

Vekil ile sözleşme yapan kişi 4721 s. Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 3. maddesi anlamında iyi niyetli ise yani vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekalet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekalet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz.

Ne var ki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, TMK’nin 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hakim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır (Y1HD-K.2020/6780).

Vekalet Görevinin Sona Ermesi

Vekâlet veren ve vekil, her zaman sözleşmeyi tek taraflı olarak sona erdirebilir. Ancak, uygun olmayan zamanda sözleşmeyi sona erdiren taraf, diğerinin bundan doğan zararını gidermekle yükümlüdür (TBK m.512).

Sözleşmeden veya işin niteliğinden aksi anlaşılmadıkça sözleşme, vekilin veya vekâlet verenin ölümü, ehliyetini kaybetmesi ya da iflası ile kendiliğinden sona ermiş olur. Bu hüküm, taraflardan birinin tüzel kişi olması durumunda, bu tüzel kişiliğin sona ermesinde de uygulanır. Vekâletin sona ermesi vekâlet verenin menfaatlerini tehlikeye düşürüyorsa, vekâlet veren veya mirasçısı ya da temsilcisi, işleri kendi başına görebilecek duruma gelinceye kadar, vekil veya mirasçısı ya da temsilcisi, vekâleti ifaya devam etmekle yükümlüdür (TBK m.513).

Vekilin sözleşmenin sona erdiğini öğrenmeden önce yaptığı işlerden, vekâlet veren ya da mirasçıları sözleşme devam ediyormuş gibi sorumludur (TBK M.514).

Vekalet Görevinin Kötüye Kullanılması Halinde Zamanaşımı

Zamanaşımı, alacak hakkının süresi içinde kullanılmaması nedeniyle artık dava edilebilme vasfını yitirmesini ifade eder. Zamanaşımına tabi hakların, kanunda belirlenen zamanaşımı süresi içinde ileri sürülmesi gerekir. Süresinden sonra ileri sürülen haklar zamanaşımı itirazı ile karşılaşır.

Vekalet görevinin kötüye kullanılması nedenine dayalı hak talepleri, herhangi bir zamanaşımı veya hak düşürücü süreye tabi değildir.

Vekâlet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayanan davaların herhangi bir zamanaşımı veya hak düşürücü süreye bağlı olmadığı gözetilerek, yukarıda belirtilen ilkeler de göz önüne alınmak sureti ile gerekli araştırmaların yapılması, delillerin toplanması, işin esasının incelenmesi ve hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ve gerekçeyle yazılı biçimde hüküm kurulması doğru değildir (Y1HD-K.2020/1954).

Vekalet Görevinin Kötüye Kullanılması Nedeniyle Tapu İptal ve Tescil Davası

Vekalet görevinin kötüye kullanıldığı, üçüncü kişiler tarafından bilinmiyor veya bilinmesi gerekmiyor ise, vekalet görevinin kötüye kullanılması bir iç ilişki olarak kalır. Ancak, gayrimenkulün vekalet görevinin kötüye kullanılarak devredilmesi halinde, devralan vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını biliyorsa, tapudaki tescil yolsuz tescil olacaktır. Bağlayıcı olmayan bir hukuki işleme dayanan veya hukuki sebepten yoksun bulunan tescil yolsuzdur (TMK 1024/2). Kanundaki açıklamadan anlaşılacağı üzere, vekalet görevinin kötüye kullanılması suretiyle yaratılan ve gerçek hak durumuna uymayan tescil, yolsuz tescildir.

Yolsuz tescil halinde, vekalet veren kişi, vekalet görevinin kötüye kullanılması nedeniyle tapu iptal ve tescil davası açabilir.

Vekalet Görevinin Kötüye Kullanılması İspat

İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir (HMK m.190). Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür (TMK m.6).

Vekalet görevinin kötüye kullanılması halinde, vekalet görevinin kötüye kullanıldığını iddia eden taraf iddiasını ispatla mükelleftir. Elbette ispat yükü açısından yargılma usul kuralları gereği her somut olayda ayrı değerlendirme yapmak gerekir. Örneğin, tapu iptal ve tescil davasında, davalı tarafın satış bedelini vekile değil de davacı asile ödediğini ileri sürmesi halinde, ödemenin yapıldığını davalı taraf ispat etmelidir.

Vekalet Görevinin Kötüye Kullanılması Suçu

Vekalet görevinin kötüye kullanılması, vekilin sıfatına veya eylemin vasfına göre birbirinden farklı suçlara vücut vermektedir. Vekalet görevinin kötüye kullanılması suretiyle en yaygın biçimde işlenen suçlar şunlardır:

Vekalet Görevinin Kötüye Kullanılması, İstifa, Azil Yargıtay Kararları


Vekalet Görevinin Kötüye Kullanılması Sebebiyle Tapu İptal ve Tescil Davası

Borçlar Kanununun temsil ve vekalet aktini düzenleyen hükümlerine göre, vekalet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, onun vekil edenin yararına ve iradesine uygun davranış yükümlülüğünden doğar.

6098 s. Türk Borçlar Kanununda (TBK) sadakat ve özen borcu, vekilin vekil edene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve 506. maddesinde (818 s. Borçlar Kanununun 390.) maddesinde aynen; “Vekil, vekalet borcunu bizzat ifa etmekle yükümlüdür. Ancak vekile yetki verildiği veya durumun zorunlu ya da teamülün mümkün kıldığı hallerde vekil, işi başkasına yaptırabilir.

Vekil üstlendiği iş ve hizmetleri, vekalet verenin haklı menfaatlerini gözeterek, sadakat ve özenle yürütmekle yükümlüdür.

Vekilin özen borcundan doğan sorumluluğunun belirlenmesinde, benzer alanda iş ve hizmetleri üstlenen basiretli bir vekilin göstermesi gereken davranış esas alınır.” hükmüne yer verilmiştir. Bu itibarla vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Vekaletin kapsamı, sözleşmede açıkça gösterilmemişse, görülecek işin niteliğine göre belirlenir. (TBK’nin 504/1) Sözleşmede vekaletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi, ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu göz ardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekil edenin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen maddenin son fıkrası uyarınca sorumlu olur. Bu sorumluluk BK’de daha hafif olan işçinin sorumluluğuna kıyasen belirlenirken, TBK’de benzer alanda iş ve hizmetleri üslenen basiretli bir vekilin sorumluluğu esas alınarak daha da ağırlaştırılmıştır.

Öte yandan, vekil ile sözleşme yapan kişi 4721 s. Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 3. maddesi anlamında iyi niyetli ise yani vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekalet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekalet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz.

Ne var ki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, TMK’nin 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hakim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır.

Somut olayda, mahkemece, hükme yeterli bir araştırma ve inceleme yapıldığını söyleyebilme olanağı yoktur.

Hal böyle olunca, yukarıda açıklanan ilke ve olgular doğrultusunda gerekli araştırma ve incelemenin yapılması, mahallinde uzman bilirkişiler marifetiyle keşif yapılarak dava konusu taşınmazda temlike konu edilen payın satış tarihindeki gerçek değerinin tespit edilmesi, gerçek değer üzerinden davacıya veya vekiline bedel ödenip ödenmediğinin belirlenmesi, gerektiğinde tanıkların yeniden dinlenmesi, toplanan ve toplanacak delillerin yukarıda değinilen ilkeler uyarınca birlikte değerlendirilmesi ve hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, noksan soruşturmayla yetinilerek yazılı şekilde hüküm kurulması doğru değildir. Hal böyle olunca; vekalet görevinin kötüye kullanıldığı iddiasının kanıtlanmadığı gözetilerek davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ve yazılı gerekçe ile davanın kabulüne karar verilmesi isabetsizdir (Yargıtay 1. Hukuk Dairesi - Karar : 2019/2386).

Vekalet Görevinin Kötüye Kullanıldığını İspat Yükü

01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 502. maddesinin birinci fıkrasına göre vekâlet sözleşmesi; vekilin vekâlet verenin bir işini görmeyi veya işlemini yapmayı üstlendiği sözleşmedir. Geniş anlamda bir iş görme sözleşmesi olan vekâlet sözleşmesiyle vekil, kendisine verilen işin ya da işlemin vekâlet verenin irade ve yararına uygun olarak görülmesini, yapılmasını üstlenir.

Vekâlet sözleşmesinin tarafları vekâlet veren ile vekildir. Vekâlet veren gerçek veya tüzel kişi olabileceği gibi vekil de gerçek ya da tüzel kişi olabilir. Sözleşmesinin konusunu ise herhangi bir hukukî işlem yahut maddi bir eylemin yapılması oluşturabilir. Ancak sözleşmesinin geçerli olması için konusunun mümkün olması yanında kanunun emredici hükümlerine, ahlaka, kamu düzenine ve kişilik haklarına aykırı olmaması gerekir.

Vekâlet sözleşmesini, TBK’nın genel hükümlerinde düzenleme altına alınan (40 ve 48. maddeleri) temsil ilişkisi ile karıştırmamak gerekir. Aralarında yakın bir ilgi bulunmakla birlikte vekâlet sözleşmesi ile vekil vekâlet verenin bir işini görmeyi ya da bir işlemini yapmayı borçlanırken, vekâlet veren de onun yaptığı giderleri ve verdiği avansları ödemeyi borçlandığından vekâlet iki taraflı bir sözleşmedir. Temsil yetkisi ise tek taraflı bir hukukî işlemdir. Genel olarak vekâlet, vekil ile vekil eden arasındaki iç ilişkiyi, temsil ise vekil edenin vekil aracılığı ile işlem yaptığı üçüncü kişi ile arasındaki dış ilişkiyi ifade eder.

Türk Borçlar Kanunu’nun temsil ve vekâlet ilişkisini düzenleyen hükümlerine göre vekâlet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, diğer bir anlatımla vekil edenin yararına ve onun iradesine uygun davranma yükümlülüğünden doğar. Vekâlet sözleşmesi, başkasının işini görmeye ilişkin bir sözleşme olduğundan esas itibariyle işin müvekkilin menfaatine yapılması gerekir. Bu durum iş görme sözleşmesinin doğal bir sonucudur.

Nitekim TBK’nda sadakat ve özen borcu, vekilin vekâlet verene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve “Şahsen ifa, sadakat ve özen gösterme” başlığını taşıyan 506. maddesinde; “Vekil, vekâlet borcunu bizzat ifa etmekle yükümlüdür. Ancak vekile yetki verildiği veya durumun zorunlu ya da teamülün mümkün kıldığı hâllerde vekil, işi başkasına yaptırabilir. Vekil üstlendiği iş ve hizmetleri, vekâlet verenin haklı menfaatlerini gözeterek, sadakat ve özenle yürütmekle yükümlüdür. Vekilin özen borcundan doğan sorumluluğunun belirlenmesinde, benzer alanda iş ve hizmetleri üstlenen basiretli bir vekilin göstermesi gereken davranış esas alınır” düzenlemesine yer verilmiştir.

Davaya konu temlikin yapıldığı 20.11.2007 tarihinde yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 389. maddesinin birinci fıkrasında da vekilin, müvekkilinin açık olan talimatına muhalefet edemeyeceği hükmüne yer verildikten sonra 390. maddesinde;

“Vekilin mesuliyeti, umumi surette işçinin mesuliyetine ait hükümlere tabidir. Vekil, müvekkile karşı vekâleti iyi bir suretle ifa ile mükelleftir. Vekil, başkasını tevkile mezun veya hâl icabına göre mecbur olmadıkça veya adet başkasını kendi yerine ikameye müsait bulunmadıkça müvekkilünbihi kendisi yapmağa mecburdur” hükmüne yer verilmiş olup; buradaki “iyi bir suretle ifa” deyimini, söz konusu hükmün aslı olan İsviçre Borçlar Kanunu’nun 398. maddesinde olduğu gibi “sadakat ve özenle ifa” olarak anlamak gerekir.

Sadakat borcu kavramı, vekilin gerek vekâletin ifası sırasında gerekse sonrasında kendisine duyulan güvene uygun olarak müvekkilinin menfaatlerini sözleşme ile güdülen amaç çerçevesinde koruma ve kendi menfaatini müvekkilinkine tabi kılma yükümlülüğünü ifade eder. Vekilin iş görme ile hedeflenen sonucun başarılı olması için hayat deneylerine ve işlerin normal akışına göre gerekli girişim ve davranışlarda bulunması ve başarılı sonucu engelleyebilecek davranışlardan kaçınması ise özen borcunun konusunu oluşturur. Vekilin özen borcundan doğan sorumluluğunun belirlenmesinde, benzer alanlarda iş ve hizmetleri üstlenen basiretli bir vekilin göstermesi gereken davranış esas alınır. Bu nedenle vekil üzerine aldığı işi ifa ederken aynı şartlar altında iş gören basiretli, özenli bir vekil gibi hareket etmelidir.

Yukarıdaki hükümler uyarınca vekilin, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altında olacağı açıktır. Vekâletin kapsamı, sözleşmede açıkça gösterilmemişse TBK’nın 504/1. maddesi uyarınca görülecek işin niteliğine göre belirlenir. Sözleşmede vekâletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur.

Vekil bu yükümlülüğünü yerine getirmediği, özellikle vekâleti kasten vekil edenin zararına, kendisinin veya başka birinin yararına kullandığı takdirde vekâlet sözleşmesinin kötüye kullanılması söz konusu olabilir. Dolayısıyla böyle bir durumda vekil eden zararlandırılırken, vekil çok zaman kendisine veya başka bir kimseye çıkar sağlamaktadır. Oysa ki, sadakat ve özen borcunun temel amacı başkası adına iş gören kimsenin yetkisini kötüye kullanma riskini önlemektir. Vekâlet sözleşmesi, güven esasına dayalı bir iş görme edimi ihtiva ettiğinden bu güvenin korunması her şeyden önce TBK’nın 506. (BK’nın 390.) maddesinin bir gereği olduğu gibi 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 2. maddesinde ifadesini bulan dürüstlük kuralının da bir gereğidir.

Uygulamada vekâletin kötüye kullanılması durumlarının, özellikle vekilin satmakla yetkili kılındığı bir taşınmazı rayiç değerine nazaran çok düşük bir bedelle satarak devrettiği hâllerde yoğunlaştığı görülmektedir. Ancak, Hukuk Genel Kurulunun 19.12.2019 tarihli ve 2017/1-1272 E., 2019/1399 K. sayılı kararında da vurgulandığı gibi malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi, ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu gözardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekilin, vekâlet sözleşmesinde belirtilen yetkilerin dışına çıkması, vekil edenin talimatına uygun hareket etmemesi ve onun yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapması durumunda değinilen maddeler uyarınca sorumlu olacağı açıktır.

Diğer taraftan vekâlet görevinin kötüye kullanılması hâlinde vekilin üçüncü kişilerle yaptığı işlemlerin vekâlet veren açısından bağlayıcı olup olmayacağı sorunu ile de karşılaşılır. Bu durumda, vekil ile sözleşme yapan kişi 4721 sayılı TMK’nın 3. maddesi anlamında iyi niyetli ise yani vekilin vekâlet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil, vekâlet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekâlet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz.

Ne var ki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekâlet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa, vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, TMK’nın 2. maddesindeki dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hâkim tarafından kendiliğinden (re’sen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek, en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkûm edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler de bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır (Hukuk Genel Kurulunun 07.12.2011 tarih ve 2011/14-609 E., 2011/744 K.).

Vekâlet görevi kötüye kullanılmış ve vekille sözleşme yapan kişi vekil ile el ve işbirliği içerisinde ise veya en azından vekâlet görevinin kötüye kullanıldığını biliyor yahut bilmesi gerekiyorsa vekil eden, sözleşmenin feshini, bu bağlamda sözleşmeye göre tapuda intikal yapılmışsa tapunun iptalini her zaman isteyebilir.

Diğer taraftan hâkim, taraflar arasında uyuşmazlık konusu olan vakıaların gerçekleşip gerçekleşmediğini kural olarak kendiliğinden araştıramaz. Bir olayın gerçekleşip gerçekleşmediğini taraflar ispat etmelidir. Bir davada ispat yükünün hangi tarafa ait olacağı hususu ise 4721 sayılı TMK’nın 6. maddesinde, “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür” şeklinde düzenlenmiştir. Usul hukukunun en önemli konularından biri olan ispat yükü kuralı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 190. maddesinde de “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukukî sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir” şeklinde hüküm altına alınmıştır.

Açıklanan bu genel hükümler uyarınca vekâlet görevinin kötüye kullanıldığını ispat yükü anılan iddiayı ileri süren davacı tarafa aittir.

Avukatın Vekalet Görevinden Azledilmesi ve Avukatlık Ücreti

Dava, vekalet ücreti alacağının tahsili istemine ilişkindir. Avukatın, vekil olarak borçları Borçlar Kanununun 389. (Yeni Borçlar Kanunu 505.md) ve devamı maddelerinde gösterilmiş olup, vekil, adı geçen Kanunun 390. maddesine (Yeni Borçlar Kanunu 506.md) göre müvekkiline karşı vekaleti sadakat ve özen ile ifa etmekte yükümlüdür. Vekil, sadakat borcu gereği olarak müvekkilinin yararına olacak davranışlarda bulunmak, ona zarar verecek davranışlardan kaçınmak zorunluluğundadır. “Özen borcu” ile ilgili Avukatlık Kanununun 34. maddesinde mevcut olan, “Avukatlar, yüklendikleri görevleri, bu görevin kutsallığına yakışır bir şekilde özen, doğruluk ve onur içinde yerine getirmek ve avukatlık ünvanının gerektirdiği saygı ve güvene yakışır bir şekilde hareket etmekle yükümlüdürler.” şeklindeki hüküm ise, avukatlık mesleğinin bir kamu hizmeti olması nedeniyle, Borçlar Kanununun 390. maddesinde düzenlenen vekilin özen borcuna göre çok daha kapsamlı ve özel bir düzenlemedir. Buna göre avukat, üzerine aldığı işi özenle ve müvekkili yararına yürütüp sonuçlandırmakla görevli olduğu gibi, müvekkilinin kendisi hakkındaki güveninin sarsılmasına neden olacak tutum ve davranışlardan da titizlikle kaçınmak zorundadır. Aksi halde avukatına güveni kalmayan müvekkilin avukatını azletmesi halinde azlin haklı olduğunun kabulü gerekir. Gerçekten de avukat, görevini yerine getirirken gerekli özen ve dikkati göstermemiş, sadakatle vekaleti ifa etmemiş ise, müvekkilinin vekilini azli haklıdır. Avukatlık Kanununun, 174. maddesinde, “Avukatın azli halinde ücretin tamamı verilir. Şu kadar ki, avukat kusur veya ihmalinden dolayı azledilmiş ise ücretin ödenmesi gerekmez.” hükmü mevcut olup, bu hükme göre azil işleminin haklı nedene dayandığının kanıtlanması halinde müvekkil avukata vekalet ücreti ödemekle yükümlü değildir. Dairemizin kökleşmiş içtihatlarına göre haklı azil halinde ancak azil tarihi itibariyle sonuçlanıp, kesinleşen işlerden dolayı vekalet ücreti talep edilebilir. Buna karşılık haksız azil halinde ise avukat, hangi aşamada olursa olsun, üstlendiği işin tüm vekalet ücretini talep etme hakkına sahiptir.

Bu açıklamalardan sonra dava konusu olaya bakılacak olursa; davacı avukatların, davalıya vekaleten açtıkları davanın 30.1.2009 tarihinde kesinleşerek sonuçlandığı, davacıların ise 30.12.2010 tarihinde davalı müvekkili tarafından azledildikleri anlaşılmaktadır. Mahkemece azlin haklı olduğu kabul edilerek davanın reddine karar verilmiş ise de, azil tarihinden çok önce dava sonuçlanarak kesinleştiğinden artık azlin haklı ya da haksız olduğunun eldeki dava için önemi kalmamıştır. Bu durumda, ücrete dayanak dava sonuçlandığından bu yönde araştırma ve inceleme yapılarak davacıların ücret alacağı belirlenmeli ve sonucuna uygun bir karar verilmesi gerekmektedir. Hal böyle iken, yazılı gerekçe ile azil haklı görülmek suretiyle davanın reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir (Yargıtay 13. Hukuk Dairesi - Karar : 2020/5080).

Doktorun (Vekilin) Özen Borcuna Aykırı Davranışı

Dava, davalı hastane ve davalı doktorun özen yükümlülüğüne aykırı davranması iddiası nedeniyle istenilen maddi - manevi tazminata ilişkindir. Davanın temeli vekillik sözleşmesi olup, özen borcuna aykırılığa dayandırılmıştır.(BK 386-390)(TBK 502.506) Vekil, vekalet görevine konu işi görürken yöneldiği sonucun elde edilmemesinden sorumlu değil ise de, bu sonuca ulaşmak için gösterdiği çabanın, yaptığı iş ve işlemlerin, davranışların özenli olmayışından doğan zararlardan dolayı sorumludur. Mesleki iş gören vekil özenle davranmak zorunda olup, en hafif kusurundan bile sorumludur (BK 321/1 md)(TBK 400). O nedenle hemşire ve hastanenin meslek alanı içinde olan bütün kusurları hafif de olsa sorumluluğun unsuru olarak kabul edilmelidir. Vekil, hastanın zarar görmemesi için, mesleki tüm şartları yerine getirmek, hastanın durumunu tıbbi açıdan zamanında ve gecikmeksizin saptayıp, somut durumunun gerektirdiği önlemleri eksiksiz bir şekilde almak, uygun tedaviyi de yine gecikmeden belirleyip uygulamak zorundadır. Asgari düzeyde dahi olsa bir tereddüt doğuran durumlarda, bu tereddütü ortadan kaldıracak araştırmaları yapmak ve bu arada da koruyucu tedbirleri almakla yükümlüdür. Çeşitli tedavi yöntemleri arasında bir seçim yapılırken, hastanın ve hastalığın özellikleri göz önünde tutulmak, onu risk altına sokacak tutum ve davranışlardan kaçınmak ve en emin yol seçilmek gerekir. Gerçekten de müvekkil (hasta) mesleki bir iş gören vekilden, tedavinin bütün aşamalarında titiz bir ihtimam ve dikkat beklemek hakkına sahiptir. Gereken özen görevini göstermeyen vekil, BK 394/1(TBK 510) maddesi hükmü uyarınca, vekaleti gereği gibi ifa etmemiş sayılmalıdır. Aynı hususlar adam çalıştıran sıfatı ile doktorun görev yaptığı … kuruluşları için de geçerlidir.

Bu genel açıklamalardan sonra somut olaya bakılacak olursa; yargılama sırasında alınan Yüksek … Şurası raporu, Adli Tıp Kurumu İhtisas kurulundan alınan rapor ve Hacettepe Üniversitesi’nden alınan bilirkişi raporunun sonuç kısmında gebelikte plasenta previa tanısı olan hastada olabilecek komplikasyonları öngörmesine rağmen ameliyatı tıp merkezinde yapmasının doğru olmadığı belirtilmesine rağmen ameliyat sırasında tıp bilimine uygun işlemler yaptığı ve tam teşekküllü hastaneye sevk edilse bile komplikasyonun gelişebileceği tespiti bildirilmiştir. Ancak bilirkişi raporlarında yer alan ikinci kısım varsayıma dayalı olduğundan davalıların tam teşekküllü hastane yerine tıp merkezinde ameliyat yapılmasının doğru olmadığı, plasenta previa tanısı olan hastada bu durumları öngörüp sevk etmesi beklenebileceği anlaşılmaktadır. O halde, Mahkemece, davalı doktorun vekil olarak en hafif kusurundan dahi sorumlu olacağı değerlendirilerek sonuca uygun makul maddi ve manevi tazminata hükmedilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulmuş olması usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir (Yargıtay 13.HD - Karar : 2020/2079).

Vekilin Hesap Verme Borcu

Taraflar arasındaki hukuki ilişki vekalet akdinden kaynaklanmaktadır. Borçlar Kanununun 392. (6098 Sayılı Türk Borçlar Kanununun 508) maddesi hükmünce, vekil yaptığı iş sırasında vekil edeninin üzerine geçen bütün haklarını ödeme, vekil edeninin adına veya yararına yaptığı tüm işlerden dolayı hesap verme zorunluluğundadır. Vekil olan davalı, davacıya karşı taşınmazların satış bedelinden sorumludur. Buradaki ödemeye ilişkin ispat yükümlülüğü, vekil olan davalıya düşmektedir. Davalı, bedelin bir kısmını gerekli harcamalarda kullandığını belirtmiş, bir kısmını da elden ödediğini savunmuştur. Davalı bu iddiasını tanık dinletmek suretiyle ispatlamak istemiş; mahkemece de tarafların yakın akraba olmaları gerekçe gösterilerek tanıkla ispatın mümkün olduğu değerlendirilmiştir. Oysa, HMK 203. md (HUMK 293. md) de hangi hallerde tanık dinlenebileceği açık olarak sayılmış olup, dünürler bu kategori içinde bulunmamaktadır. Hal böyle olunca, vekilin hesap verme yükümlülüğü de gözetilmek suretiyle, davalının diğer tüm delillerinin değerlendirilmesi, sonucuna göre hüküm tesisi gerekirken, yanlış değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir (Yargıtay 13. Hukuk Dairesi - Karar : 2016/23250).

Çocuğa Velayeten Avukata Verilen Vekaletin Ergin Olma Halinde Akıbeti

Bilindiği üzere davaya vekâlet, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 71 ve devamı maddelerinde düzenlenmiş olup, bu hükümlerde açıklık olmayan hallerde Borçlar Kanununun temsile ilişkin hükümleri uygulanır. Hukuk sistemimizde bir davanın vekil (avukat) vasıtasıyla takibi zorunluluğu bulunmamaktadır. Dava ehliyeti bulunan herkes, davasını kendisi veya tayin ettiği vekil aracılığı ile takip edebilir (HMK. m.71). Davaya vekâlet, kanunda özel yetki verilmesini gerektiren hususlar saklı kalmak üzere, hüküm kesinleşinceye kadar, vekilin davanın takibi için gereken bütün işlemleri yapmasına, hükmün yerine getirilmesine, yargılama giderlerinin tahsili ile buna ilişkin makbuz vermesine ve bu işlemlerin tamamının kendisine karşı da yapılabilmesine ilişkin yetkiyi kapsar (HMK. 73/1).

Diğer taraftan, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 335. maddesine göre ergin olmayan çocuk ana ve babasının velayeti altındadır. TMK’nın “çocuğun temsil edilmesi” başlıklı 342. maddesi uyarınca da ana ve baba, velâyetleri çerçevesinde üçüncü kişilere karşı çocuklarının yasal temsilcisidirler. Ancak çocuğun ergin (reşit) olması ile velayet ve buna bağlı olarak da velinin temsil görevi sona erer. Bu nedenle bir dava sırasında çocuğun ergin (reşit) olması durumunda da yasal temsilcinin (velinin) temsil görevi sona erer ve davaya (ergin olan) çocuk tarafından devam edilir. Rüştün gerçekleşmesinden sonra yasal temsilcinin yaptığı işlemler ise çocuk onay (icazet) vermezse geçersizdir. Eğer yasal temsilci, çocuk ergin olmadan önce davayı takip için vekil tayin etmişse, rüşt ile birlikte vekilin görevi sona ermez. Zira kanuni mümessilin atadığı vekil, zaten çocuk adına (çocuğu temsilen) seçilmiştir.

Nitekim, Hukuk Genel Kurulunun 04.04.2012 gün ve 2012/21-73 E., 2012/285 K.; 20.03.2013 gün ve 2012/21-1121 E., 2013/386 K; ve 12.02.2014 gün ve 2013/21-586 E., 2014/95 K. sayılı kararlarında da aynı ilkeler benimsenmiştir.

Vekâlet ilişkisinin sona erme sebeplerinin düzenlendiği (mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 396 ve 397) 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 512 ve 513. maddelerinde de çocuğun ergin olması hâli, vekaletten azil, istifa durumları, ölüm, iflas veya ehliyetin kaybı gibi vekâleti sona erdiren hâller arasında sayılmamıştır. Şu hâle göre, ergin olmayan çocuğu temsilen düzenlenen vekâletname ile verilen vekâlet görevi çocuğun ergin olmasıyla sona ermeyeceği gibi, çocuğun ergin olmasından sonra yapılan işlemler de ancak onun icazeti olmadığı durumda geçersiz hale gelecektir. Somut olayda da küçüklerin ergin olmalarından sonra kendileri adına vekil tarafından, direnme kararının temyizine ilişkin olarak yapılan işleme icazet vermedikleri yönünde bir irade bildirimleri bulunmadığından Hukuk Genel Kurulu çoğunluğunca, yukarıda isimleri geçen davacılar bakımından geçerli bir temyiz isteminin bulunduğu kabul edilmiştir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu - Karar : 2018/1184).

Vekalet Görevinden İstifa, Azil ve Ücret

Dava tarihinde yürürlükte bulunan 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 512/1. (eski BK 396/1.) maddesine göre, vekillikten istifa her zaman mümkün olup, bu istifa vekalet ilişkisini ileriye doğru sona erdiren bozucu yenilik doğuran bir işlemdir. Ancak istifa haksız ve müvekkil de bu nedenle zarara uğramışsa, vekil bu zarardan sorumludur. Avukatlık Kanunu’nda ise haksız istifa halinde, vekil yönünden Borçlar Kanunundaki aynı konuya ilişkin düzenlemelere göre daha ağır bir sorumluluk esası getirilmiştir. Gerçekten de, Avukatlık Kanununun 174/1 maddesinde “üzerine aldığı işi haklı bir sebep olmaksızın takipten vazgeçen avukat ücret talebinde bulunamaz.” hükmü mevcut olup, bu hükümle, vekaletten haklı bir neden olmadan istifa eden avukatın, Borçlar Kanunundaki vekalet akdine ilişkin genel düzenlemelerden farklı olarak, herhangi bir zarar şartı olmadan da müvekkile karşı sorumlu tutulduğu görülmektedir. Anılan düzenlemeye göre, haksız olarak işi bırakan, vekaletten istifa eden avukat, ücrete hak kazanamadığı gibi, aksine bir hüküm mevcut değilse aldığı peşin ücretleri, kullanmadığı masraf avanslarını da iş sahibine iade etmek zorundadır.

Avukatlık Kanununun 171/1 maddesinde düzenlenen “Avukat üzerine aldığı işi kanun hükümlerine göre ve yazılı sözleşme olmasa bile sonuna kadar takip eder.” ve “Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi”nin 2. maddesinde düzenlenen “…avukatlık ücreti, kesin hüküm elde edilinceye kadar olan dava, iş ve işlemler ücreti karşılığıdır.” hükümleri gereğince de avukat, aksine sözleşme yoksa, işi sonuna kadar takip edip sonuçlandırmadan ücretini talep edemez. (Bkz. Aynı doğrultuda HGK. 23.3.1983 4/562-156; HGK. 3.7.1987 3/92-599; 13. HD. 2005/15433 E. 2008/3694 K.; 13. HD.2008/6280 E. 2008/11580 K.) Ancak, haksız azil halinde olduğu gibi, avukatın haklı olarak vekillikten istifa etmesi halinde de, işe devam etme olanağı mevcut olmadığından, avukat, haklı istifa tarihi itibariyle muaccel olan vekalet ücreti alacağının ödetilmesini talep edebilir. Öte yandan, vekalet ilişkisi bir bütün olup, vekaletten azil gibi, istifa da, taraflar arasındaki tüm dava ve takiplere sirayet eder. Zira, azil ve istifa ile birlikte vekalet akdinin en önemli unsurlarından olan “güven ilişkisi” de sona ermektedir.

Öte yandan, Avukatlık Kanununun 173/2. maddesinde, “Avukata tevdi edilen işin yapılması veya yapıldıktan sonra sonucunun alınması için gerekli bütün vergi, resim, harç ve giderler, iş sahibinin sorumluluğu altında olup, avukat tarafından ilk istekle avukata veya gerektiği yere ödenir. Bu harcamaların avukat tarafından yapılabilmesi için yeteri kadar avansın iş sahibi tarafından verilmiş olması gerekir.” hükmü mevcut olup, bu hüküm gereğince, işin görülmesi için gerekli olan tüm masrafların iş sahibi tarafından işin başında avukata ödenmiş olduğu karine olarak kabul edilmeli, bunun aksini ileri süren, başka bir ifade ile masraflar için avans almadığını iddia eden avukatın da, bu iddiasını ispat etmekle yükümlü olduğu kabul edilmelidir (Yargıtay 13. Hukuk Dairesi-Karar : 2018/6898).

Sahte Vekaletname ile Araç Satışı Halinde Üçüncü Kişinin İyiniyeti Geçersizdir

Taşınır satımının geçerliği kural olarak biçim koşuluna bağlanmış değil ise de, bazı özel Kanunlar ile taşınır satımı için geçerlilik koşulu öngörülmüştür.

2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun (KTK) 20. maddesinin (d) bendi : “Tescil edilmiş araçların her çeşit satış ve devirleri, satış ve devri yapılacak araçtan dolayı motorlu taşıtlar vergisi, gecikme faizi, gecikme zammı, vergi cezası ve trafik idari para cezası borcu bulunmadığının tespit edilmesi ve taşıt üzerinde satış ve/veya devri kısıtlayıcı herhangi bir tedbir veya kayıt bulunmaması halinde, araç sahibi adına düzenlenmiş tescil belgesi veya trafik tescil kayıtları esas alınarak noterler tarafından yapılır. Noterler tarafından yapılmayan her çeşit satış ve devirler geçersizdir.” hükmünü içermektedir.

Tescil edilmiş araçların her çeşit satış ve devirlerinin noterler tarafından yapılacağı belirtilen maddeden de anlaşılacağı üzere trafik siciline tescil edilmiş motorlu aracın mülkiyetini devir borcu doğuran sözleşmelerin geçerliliği için resmi şekilde yapılması gerekmektedir.Diğer bir anlatımla trafikte kayıtlı araçlar, yapıları itibariyle taşınır mal olsalar da mülkiyetlerinin geçişi taşınır ve taşınmazlardan farklı olarak, özel ve kendine özgü bir düzenlenme koşuluna bağlanmıştır. Trafik siciline kayıtlı bir motorlu aracın mülkiyetinin devredilebilmesi için araç malikiyle resmî şekilde yapılacak sözleşmeye dayalı olarak aracın zilyetliğinin devredilmesi gerekmektedir.Bu sözleşmelerin “araç sahibi adına düzenlenmiş tescil belgesi veya trafik tescil kayıtları esas alınarak” yapılacağının belirtilmiş olması ise, diğer mülkiyeti devir borcu doğuran sözleşmelerden farklı olarak, motorlu aracın maliki dışında bir kimsenin söz konusu sözleşmeyi yapamayacağı anlamına gelmektedir. Bu durum, genel olarak taşınırlar için söz konusu olan, emin sıfatıyla zilyetten hak edinimini, motorlu araçlar bakımından imkânsız kılmaktadır.

Tasarruf yetkisine sahip olmayan kimsenin, her nasılsa trafik siciline malik olarak kaydedilmiş olması da bu kimseden hak edinen iyiniyetli üçüncü kişilerin edinimlerinin korunmasına yetmemektedir. Çünkü hukukumuzda, trafik siciline, motorlu araç üzerindeki aynî hakları dış dünyaya açıklama işlevi tanınmadığı gibi, trafik sicilinin yansıttığı görünüşe güvenin korunacağına dair herhangi bir düzenleme de bulunmamaktadır. (Özçelik, B.: Motorlu Araç Mülkiyetinin Yetkisiz Kimseden Devralınması ve Sonuçları, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 68, Sayı 4, s. 841)

Hemen belirtmek gerekir ki; motorlu araç mülkiyeti TMK’nın 988. maddesi uyarınca iyiniyetle kazanılamaz. Çünkü, motorlu aracın malik dışında bir kimseden devralındığı her durumda, devredenin tasarruf yetkisinin yokluğu dışında, ayrıca bir geçersizlik sebebi bulunur. Şöyle ki; KTK 20/d hükmü uyarınca motorlu araç mülkiyetinin edinilebilmesi için, mülkiyeti devir borcu doğuran, aracın malikiyle resmî şekilde yapılmış bir sözleşmeye ve aracın zilyetliğinin mülkiyetin nakli amacıyla devredilmesine ihtiyaç bulunmaktadır. Motorlu aracın zilyetliğini herhangi bir surette malikin rızasıyla elinde bulunduran kimse (emin sıfatıyla zilyet), KTK 20/d hükmünde, mülkiyeti devir borcu doğuran sözleşmenin noterce düzenlenebilmesi için aranan, “tescil belgesine (ruhsata) sahip olma” veya “trafik sicilinde malik olarak kayıtlı bulunma” şartlarını sağlayamayacağından, geçerli bir devir sözleşmesi yapamaz. Açıklandığı gibi, geçerli bir sözleşme bulunmadan gerçekleştirilen zilyetlik devri de motorlu araç mülkiyetini geçirmeyeceğinden, zilyetliği devralan üçüncü kişi, iyiniyetli olsa dahi, aracın mülkiyetini kazanamaz (Özçelik, B., s. 847).

Kanun’un açık hükmü karşısında, trafik sicilinde kayıtlı araçların satımına ilişkin bir sözleşmenin hukuki sonuç doğurabilmesi için o sözleşmenin KTK’nın 20/d maddesi gereğince resmî biçimde yapılması bir geçerlilik koşuludur. Anılan hüküm ile kanun koyucu bir aracın mülkiyetinin geçişi için noterde resmî bir sözleşme yapılmasını zorunlu kılmakla, tarafların iradelerinin ancak yasada öngörüldüğü biçimde birleşmeleri durumunda bir değer ifade edebileceğini, aksi hâlde sonuç doğurmayacağını ve geçersiz olduğunu düzenleme altına almak istemektedir.

Somut olayda davacı, adına tescilli aracını kiralama maksadıyla dava dışı M. Ö.’ya teslim etmiş, akabinde sahte olduğu sabit olan vekâletname ile yine dava dışı K. O. tarafından iyiniyetli davalıya noterde satışı gerçekleştirilerek araç teslim edilmiş olup bu hususlar Özel Daire ve Mahkeme arasında uyuşmazlık dışıdır.

Davalı her ne kadar iyiniyetli ise de KTK 20/d maddesine göre araçların mülkiyetinin devri için ortada geçerli bir sözleşmenin bulunması gerekir. Oysa, eldeki davada taraflar arasındaki sözleşme sahte vekâletnameye dayandığından yetkisiz temsil söz konusu olup geçerli bir sözleşmeden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Sahte vekâletname ile temlik alan ilk el konumundaki davalı yönünden tescil yolsuz olduğundan, iyiniyetli olduğu düşüncesiyle, aracın mülkiyetinin davalıya geçtiği söylenemeyeceği gibi davacı tarafından açılan davanın kabulünün davalının ödemiş olduğu araç bedelinin kendisine iadesi koşuluna bağlı olduğu da kabul edilemez (Hukuk Genel Kurulu - 2017/1422 E. , 2021/321 K.).


Avukat Baran Doğan

UYARI

Web sitemizdeki tüm makale ve içeriklerin telif hakkı Av. Baran Doğan’a aittir. Tüm makaleler hak sahipliğinin tescili amacıyla elektronik imzalı zaman damgalıdır. Sitemizdeki makalelerin kopyalanarak veya özetlenerek izinsiz bir şekilde başka web sitelerinde yayınlanması halinde hukuki ve cezai işlem yapılacaktır. Avukat meslektaşların makale içeriklerini dava dilekçelerinde kullanması serbesttir.

Makale Yazarlığı İçin

Avukat veya akademisyenler hukuk makalelerini özgeçmişleri ile birlikte yayımlanmak üzere avukatbd@gmail.com adresine gönderebilirler. Makale yazımında konu sınırlaması yoktur. Makalelerin uygulamaya yönelik bir perspektifle hazırlanması rica olunur.

Paylaş
RSS