0 212 652 15 44
Çalışma Saatlerimiz
Hafta İçi 09.00 - 18.00

Tam Yargı Davası Nedir?

Tam yargı davası; idarenin herhangi bir işlemi, eylemi veya ihmali nedeniyle zarara uğrayan kişinin maddi ve manevi zararının tazmini amacıyla açtığı bir idari dava türüdür. Tam yargı davası, idare aleyhine açılan özel hukuktaki tazminat veya alacak davasına benzer bir idari dava olarak nitelenebilir.

Tam yargı davası, idari işlemden kaynaklanan bir zararın tazmini istemine dayanıyorsa iptal davası ile birlikte açılabileceği gibi, iptal davasının kesinleşmesinden sonra bağımsız bir dava olarak da açılabilir.

Tam yargı davasına bakmakla görevli idari mahkemeler şunlardır:

İdare ve vergi mahkemelerinde açılan tam yargı davalarına karşı istinaf kanun yolu başvurusu Bölge İdare Mahkemesi’ne, temyiz kanun yolu başvurusu Danıştay’a yapılır.

Tam Yargısı Davası Çeşitleri Nelerdir?

İdare hukukunda tam yargı davasının işlevi, idarenin işlem ve eylemleriyle kişilerin mallarına veya parasal değerlerine verdiği zararların giderilmesi olarak açıklanmaktadır. İdare hukukunda dört çeşit tam yargı davası vardır:

1. Tazminat Davası Niteliğinde Tam Yargı Davası: İdare, işlem ve eylemleriyle kişilere zarar verdiğinde zarara uğrayanların idari yargıda maddi ve manevi tazminat davası açarak zararın giderilmesini sağladıkları tam yargı davasıdır. Tazminat davasının tipik şekillerinden biri idarenin hizmet kusuruna dayanan maddi ve manevi tazminat davasıdır. Örneğin, idarenin kazı çalışması yaparken açıkta bıraktığı çukur sebebiyle bir kimsenin ölmesine neden olması halinde yakınları idareye karşı maddi ve manevi tazminat davası açabilir.

2. İstirdat Davası Niteliğinde Tam Yargı Davası: İstirdat, yani geri alma davası, hukuka aykırı bir şekilde idarenin hesabına geçen bir malvarlığının veya parasal değerin geri alınması talebiyle açılan bir tam yargı davası çeşididir. Örneğin, vergi dairesinin fazla gelir vergisi tahsil etmesi halinde, vergi mahkemesinde tam yargı davası açılarak verginin geri ödenmesi talep edilebilir.

3. Vergi Davası Niteliğinde Tam Yargı Davası: Vergi yükümlüsü, sorumluluğu kapsamında bulunan verginin esasına veya miktarına karşı vergi mahkemesinde dava açabilir. Vergi mahkemesinde açılan bu davaların bazıları iptal davası mahiyetinde olup bazıları ise tam yargı davası mahiyetindedir.

4. İdari Sözleşmelerden Doğan Tam Yargı Davası: İdari sözleşmeler, kamu hizmetlerinin görülmesi amacıyla bir tarafında idarenin bulunduğu, özel hukuk sözleşmelerinden farklı olarak idarenin sözleşmede hakim taraf olarak yer aldığı sözleşmelerdir. İdari sözleşmelerin uygulanması sırasında çıkan uyuşmazlıklar tam yargı davası yoluyla çözülür. İdari sözleşmelerin yapılmasından önceki işlemlerden doğan zararlar idari işlemlerden doğan zarar kapsamındadır. Bu tür zararlara karşı açılacak davalarda sözleşme hükümleri değil, idari işlemin hukuki olup olmadığı değerlendirilerek sonuca gidilir.

Tam Yargı Davalarında İdarenin Hukuki Sorumluluk Nedenleri

İdare hukukunda idarenin genel olarak iki tür hukuki sorumluluğu vardır:

  • İdarenin özel hukuk ilkeleri doğrultusunda yaptığı sözleşmelerden veya fiilerden kaynaklanan özel hukuk sorumluluğu. örneğin, idareye ait bir aracın trafik kazasına karışması halinde açılacak dava bir özel hukuk davasıdır. Bu halde, tam yargı davası açılamaz.

  • İdarenin idare hukuku ilkeleri doğrultusunda yapmış olduğu sözleşmeler ve idarenin her türlü işlem ve eyleminden kaynaklanan kamu hukuku ilkeleri doğrultusunda sorumluluğu. örneğin, trafik işaretlerinin yanlış yere konulması nedeniyle trafik kazası yapan kişinin idareye karşı açacağı dava tam yargı davasıdır.

İdarenin işlem, eylem veya ihmalleri nedeniyle zarara uğrayanlara karşı tazmin yükümlülüğü idare hukukunda iki temel hukuki nedene dayanır:

1. İdarenin “hizmet kusuru” (kusurlu sorumluluk) nedeniyle tazmin yükümlülüğü,

2. İdarenin “kusursuz sorumluluk” ilkeleri gereği tazmin yükümlülüğü.

Tam yargı davasında mahkeme öncelikle dava konusu zararın gerçekleşmesinde idarenin “hizmet kusuru” olup olmadığını araştırmalıdır. İdarenin zararın gerçekleşmesinde hizmet kusuru olmadığı tespit edildiğinde, “kusursuz sorumluluk” ilkeleri gereği idarenin sorumlu tutulup tutulmayacağı mahkeme tarafından değerlendirilmelidir. Mahkeme, tam yargı davasında maddi veya manevi tazminata hükmederken idarenin sorumluluk nedeninin hizmet kusuru ile kusursuz sorumluluk nedenlerinden hangisine dayanarak karar verdiğini gerekçesinde mutlaka açıklamalıdır.

Uğranılan zararın tamamen zarar görenin veya üçüncü kişinin kusurundan kaynaklanması halinde idarenin tazmin sorumluluğu yoktur. Çünkü, bu durumda yürütülen kamu hizmeti ile zarar arasında nedensellik bağı kurulamamaktadır. Hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk ilkelerinden hareketle idarenin hukuken sorumlu kabul edilebilmesi için hizmet ile zarar arasında nedensellik bağı şarttır. Nedensellik bağının aranmadığı istisnai bir hal olan sosyal risk, aşağıda ayrıca incelenmiştir.

Özellikle belirtelim ki, sağlık hizmetleri nedeniyle idareye karşı tazminat davası açılabilmesi için mutlaka idarenin hizmet kusurunun ispatlanmış olması aranmaktadır. Sağlık hizmetlerinde kusursuz sorumluluk ilkelerine dayanarak idareye karşı maddi ve manevi tazminat davası açılması mümkün değildir. Yargısal kararlarda bu durumun nedeni, kişinin kamu hizmetinden doğrudan yararlanan konumunda olduğu ve hizmetin riskli bir nitelik taşıdığı gerekçelerine dayanmaktadır.

İdare kural olarak, yürüttüğü kamu hizmetiyle nedensellik bağı kurulabilen zararları ödemekle yükümlü olup; idari eylem ve işlemlerden doğan zararlar, idare hukuku kuralları çerçevesinde, hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk ilkeleri gereği tazmin edilmektedir. İdari eylem nedeniyle uğranılan zararın tazmini istemiyle tam yargı davası açılabilmesi için, zarara sebep olan eylemin ve maddi olayın idariliğinin ve yol açtığı zararın kesin olarak ortaya çıkması zorunludur (D10-K.2021/4115).

1. İdarenin Hizmet Kusuru Nedeniyle Tazmin Sorumluluğu

İdareninin kusura dayanan sorumluluğuna idare hukukunda “hizmet kusuru” denilmektedir. Hizmet kusuru, idarenin işleyişinde veya yerine getirdiği kamu hizmetinde eksiklik, ihmal veya gecikme yaşanmasıdır. Hizmet kusuru, idare hukukunda özel hukuktaki “kusurlu sorumluluk” hallerinden farklı bir anlam taşımaktadır. Özel hukuktan farklı olarak objektifleşen ve kendine özgü bir karakteri olan bir kusurlu sorumluluk halidir. Yargısal kararlarda hizmet kusurunun üç şekilde gerçekleştiği kabul edilir:

  • Kamu hizmetinin hiç işlememesi nedeniyle hizmet kusuru,

  • Kamu hizmetinin geç işlemesi nedeniyle hizmet kusuru,

  • Kamu hizmetinin kötü işlemesi nedeniyle hizmet kusuru.

Hizmet kusuru, kamu hizmetinin organize edilmesi ve işleyişi ile ilgilidir. Kamu hizmeti eksik veya kötü yerine getirilmekte veya bu faaliyet hizmet icaplarına uygun değilse, idarenin kamu hizmetini kusurlu yürüttüğü kabul edilir. Kamu görevlisinin görevini ifa ederken görevi sebebiyle meydana gelen tüm kişisel kusurları “görev kusuru” kapsamında hizmet kusuru oluşturur.

Tam yargı tazminat davasına konu olabilecek hizmet kusuru hallerine bazı örnekler şu şekildedir:

  • Devlet hastanesinde görevli doktorun yanlış iğne yapması nedeniyle bir kimsenin sakat kalması,

  • İdarenin yol yapım, bakım, işletme, trafik güvenliğini sağlama konusundaki idari faaliyetlerindeki ihmal veya eksiklik nedeniyle meydana gelen trafik kazası,

  • Tarlada unutulan askeri mühimmatın patlayarak ölüme neden olması,

  • Ambulans şoförünün hasta taşırken yaptığı trafik kazası nedeniyle ambulanstaki hastanın ölmesi,

  • Hastanenin steril olmaması nedeniyle virüs bulaşan bir kimsenin vefat etmesi,

  • İdarenin döşediği kaçak elektriğin çarpması nedeniyle ölüm gerçekleşmesi.

2. İdarenin Kusursuz Sorumluluk Nedeniyle Tazmin Sorumluluğu

Kusursuz sorumluluk, idarenin sorumluluğuna gidilebilmesi için kusurunun aranmadığı, meydana gelen zarar ile idarenin eylem veya işlemi arasındaki nedensellik bağının ispatlanmasının yeterli görüldüğü bir sorumluluk halidir. Kusursuz sorumlluk hallerinde zararın meydana gelmesinde idarenin kusurlu olup olmadığı araştırılmaz. Kusursuz sorumluluk, idarenin daha çok tehlikeli veya risk içeren faaliyetleri için kabul edilmiştir. Kusursuz sorumluluk; kamu külfetinin (mükellefiyetinin) eşit paylaşılması, eşitlik, hakkaniyet, adalet ve nesafet ilkeleri çerçevesinde idareye yüklenen bir sorumluluk türüdür.

İdare, kural olarak yürüttüğü kamu hizmetiyle nedensellik bağı kurulabilen zararları tazminle yükümlü olup; idari eylem ve/veya işlemlerden doğan zararlar, idare hukuku kuralları çerçevesinde, hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk ilkeleri gereği tazmin edilmektedir. Kusursuz sorumluluk, kamu hizmetinin görülmesi sırasında kişilerin uğradıkları özel ve olağan dışı zararların idarece tazmini esasına dayanmakta olup; kusur sorumluluğuna oranla ikincil derecede bir sorumluluk türüdür. Başka bir anlatımla idare, yürüttüğü hizmetin doğrudan sonucu olan, idari faaliyet ile nedensellik bağı kurulabilen, özel ve olağan dışı zararları kusursuz sorumluluk ilkesi gereği tazminle yükümlüdür. Bu bağlamda, kamu görevlilerinin görevini yaparken, görevi sebebiyle uğramış olduğu zararların da kusursuz sorumluluk ilkesi uyarınca tazmini gerekmektedir. Olayda; kamu görevlisi olan, kamu hizmeti yapmak üzere davalı idare tarafından görevlendirilen ve bu görevi yerine getirmek üzere idarenin tahsis ettiği araçla seyahat etmekte iken geçirdiği trafik kazası nedeniyle vazife malulü olarak emekliye ayrılan davacının, idari faaliyet ile nedensellik bağı kurulabilen; yürütülen kamu hizmetinin neden ve etkisiyle meydana gelen ve davalı idarenin yürüttüğü kamu hizmetinin doğrudan sonucu olan özel ve olağan dışı zararının kusursuz sorumluluk ilkesine göre tazmini gerekmektedir (D10D-Karar : 2017/5105).

Sosyal Risk Nedeniyle Kusursuz Sorumluluk: Sosyal risk nedeniyle kusursuz sorumluluk rejimi uygulamayla gelişmiş bir sorumluluk halidir. Buna karşın bilimsel ve yargısal içtihatlarla geliştirilen sosyal risk ilkesi ile toplumun içinde bulunduğu koşullardan kaynaklanan, idarenin faaliyet alanında meydana gelmekle birlikte, yürütülen kamu hizmetinin doğrudan sonucu olmayan, toplumsal nitelikli riskin gerçekleşmesi sonucu oluşan, salt toplumun bireyi olunması nedeniyle uğranılan özel ve olağandışı zararların da topluma pay edilerek giderilmesi amaçlanmıştır. Belirtilen niteliğine göre sosyal risk ilkesinin uygulanabilmesi için olayın tüm toplumu ilgilendirmesi ve zararın toplumsal nitelikli bir riskin gerçekleşmesi sonucu meydana gelmesi yanında, olay ve zararın, yürütülen kamu hizmetinin doğrudan sonucu olmaması, başka bir deyişle zarar ile idari eylem arasında bir nedensellik bağının da kurulamaması gerekmektedir. Zarar ile idari eylem arasında nedensellik bağının kurulabildiği hallerde sosyal risk ilkesinin uygulanmasına olanak bulunmadığından, idare hukuku kuralları çerçevesinde öncelikle hizmet kusurunun bulunup bulunmadığının araştırılması, hizmet kusuru yoksa kusursuz sorumluluk ilkesine göre zararın tazmin edilip edilemeyeceğinin belirlenmesi gerekmektedir (D10-K:2007/4199). Yani, sosyal risk; hizmet kusuru ve idarenin işlemi veya eylemi nedeniyle nedensellik bağlantısı kurulabilen diğer tüm kusursuz sorumluluk hallerinin uygulanmayacağı hallerde tartışılabilecek idare hukukunun geliştirdiği kendine özgü bir objektif sorumluluk halidir.

Kamu Görevlilerinin Kişisel Kusur Sorumlululuğu

Kamu görevlisinin kişisel kusur sorumluluğu; yürütülen kamu hizmetiyle ilgisi bulunmayan ve görevi kapsamı dışındaki tüm eylem veya işlemlerinin yol açtığı zararlardan bizzat kendisinin sorumlu olması esasına dayanır. Bu durumda idarenin hukuki sorumluluğunun olmadığı kabul edilir. Çünkü, bu şekilde bir kişisel kusur işleyen kamu görevlisi sıradan vatandaş gibidir. Kamu görevlisi, idareyi temsilen yerine getirdiği hizmetten tamamen bağımsız bir davranış gerçekleştirdiğinden zarardan bizzat sorumludur.

Kamu görevlisinin görev kapsamı dışındaki bir eylem veya işlem nedeniyle verdiği zarar özel hukukun sorumluluk ilkeleri gereği “haksız fiil sorumluluğu” niteliğindedir. Kamu görevlisinin görevi ile bağlantısı olmayan kişisel kusuru nedeniyle oluşan zararlar, özel hukuk ilkeleri gereği bizzat kamu görevlisine maddi ve manevi tazminat davası açılarak talep edilir. Özel hukuk ilkeleri çerçevesinde açılacak maddi ve manevi tazminat davasına bakmaya genel görevli mahkeme asliye hukuk mahkemesi olarak belirlenmiştir.

Kamu görevlisinin görevi ile bağlantısı bulunmayan kişisel kusuru kabul edilen haller şunlardır:

  • Kamu görevlisinin suç işlemesi,

  • Kamu görevlisinin kasıtlı hareket etmesi,

  • Kamu görevlisinin ağır kusuru: Yargısal kararlarda kamu görevlisinin ağır kusurlu sayılmasının tipik şekli, kamu görevlilerinin mahkeme kararlarını uygulamamasıdır.

Tam Yargı Davası Nasıl Açılır?

Tam yargı davası, idari işlem veya eylemin özelliğine göre Danıştay, idare veya vergi mahkemesinde açılabilen bir idari dava türüdür. Tam yargı davaları şu şekilde açılabilir (D.6-K:2015/1893):

  • İdari bir eylemden zarar görenler tam yargı davası açmadan önce, zarar verici idari eylemi idarenin yazılı bildirimi veya başka şekilde öğrendikleri tarihten itibaren 1 yıl ve her halukarda eylem tarihinden itibaren 5 yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gereklidir. Bu isteklerin kısmen veya tamamen reddi halinde, bu konudaki işlemin tebliğini izleyen günden itibaren dava açma süresi içinde tam yargı davası açılabilir.

  • Hakları ihlal eden idari işleme karşı iptal davası için öngörülen dava açma süresi içerisinde doğrudan tam yargı davası açabilirler.

  • Hakları ihlal eden idari işleme karşı dava açma süresi içerisinde iptal ve tam yargı davalarını birlikte açabilirler.

  • Hakları ihlal eden idari işleme karşı açılan iptal davasının karara bağlanması üzerine kararın tebliğinden itibaren 60 günlük dava açma süresi içerisinde tam yargı davası açabilirler.

  • Hakları ihlal eden idari işlemin icrası sebebiyle doğan zararlardan dolayı icra tarihinden itibaren dava açma süresi içerisinde dava açılabilirler veya bu dört ayrı tam yargı davası açma süresi içerisinde, 2577 Sayılı Kanun’un aşağıda açıkladığımız 11. maddesinde öngörülen başvuru yolları da kullanılmak suretiyle sözü geçen tam yargı davaları açılabilir.

Tam Yargı Davası Açma Süresi Nedir?

İdare hukukunda tam yargı davası açma süresi, zarara yol açan işlem veya eylem ile zararın kapsamının tam olarak öğrenilmesinden itibaren işlemeye başlar.

1. İdari eylemler” nedeniyle idari yargıda doğrudan tam yargı davası açma süresi

  • İdari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka suretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gereklidir. Bu isteklerin kısmen veya tamamen reddi halinde, bu konudaki işlemin tebliğini izleyen günden itibaren dava açma süresi içinde tam yargı davası açılabilir. İdare, istek hakkında 30 gün içinde cevap vermediği takdirde bu sürenin bittiği tarihte istek reddedilmiş sayılır. İsteğin reddedilmiş sayılmasından itibaren, 60 günlük dava açma süresi içinde tam yargı davası açılabilir (İdari Yargılama Usulü Kanunu m.11).

2. İdari işlemler” nedeniyle idari yargıda doğrudan tam yargı davası açma süresi

  • Genel Dava Açma Süresi: İdari işlemin tebliğinden itibaren idare mahkemelerinde 60 gün ve vergi mahkemelerinde 30 gün içinde tam yargı davası açılmalıdır (İYUK m.7). Bu süreler, hukuken zamanaşımı süresi değil, hak düşürücü süre niteliğindedir. Kural olarak tüm idari işlemlere karşı tam yargı davası açılırken bu dava açma süreleri uygulanır.

  • Özel Dava Açma Süresi: İdari işlemlerin nitelikleri gereği özel yasalarda veya özel maddelerde, genel dava açma sürelerinin dışında ayrı dava açma süreleri öngörülebilir. Bu durumda genel dava açma süresi değil, idari işleme dair kanunda öngörülen özel dava açma süresi ne ise, o özel süre uygulanır. Ancak, özel dava açma süresinin uygulanabilmesi için idare tarafından yapılan işlemde özel dava açma süresi açıkça gösterilmelidir. Özel dava açma süresi idari işlemde açıkça gösterilmeyen hallerde, o idari işlem aleyhine genel dava açma süreleri içinde tam yargı davası açılabilir.

  • İdari işleme karşı üst makamlara başvurma halinde tam yargı davası açma süresi: İlgililer tarafından idari dava açılmadan önce, tam yargı davasına konu edilecek idari işlemin kaldırılması, geri alınması, değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılması üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idari dava açma süresi içinde istenebilir. Bu başvurma, işlemeye başlamış olan idari dava açma süresini durdurur. Otuz gün içinde bir cevap verilmezse istek reddedilmiş sayılır. İsteğin reddedilmesi veya reddedilmiş sayılması halinde dava açma süresi yeniden işlemeye başlar ve başvurma tarihine kadar geçmiş süre de hesaba katılır (İYUK m.11). Örneğin, Bakırköy Kaymakamlığının yaptığı bir idari işlemin 01.01.2021 tarihinde kendisine tebliğ edilmesi üzerine, işleme karşı üst makam olan İstanbul Valiliğine 21.01.2021 tarihinde itiraz eden kişinin itirazı İstanbul Valiliği tarafından 01.03.2021 tarihinde reddedilmiş olsun. Bu halde, üst makamın red tarihinden itibaren dava açma süresinden kalan süre işlemeye devam edecektir. Yani, işlemin tebliği tarihinden itiraz tarihi olan 21.01.2021 tarihine kadar işleyen 20 gün, dava açma süresinden düşülür, geri kalan dava açma süresi üst makamın red tarihi olan 01.03.2018 tarihinden itibaren işlemeye başlar.

  • İdari işleme karşı önce iptal davası açılması halinde tam yargı davası açma süresi: İlgililer haklarını ihlal eden bir idari işlem iptal davası açarak bu davanın karara bağlanması üzerine, bu husustaki kararın veya kanun yollarına başvurulması halinde verilecek kararın tebliği üzerine; tebliğ tarihinden itibaren dava açma süresi içinde (Danıştay ve İdare mhk. 60 gün, Vergi mhk 30 gün) tam yargı davası açabilirler. Bir idari işlemin icrası sebebiyle doğan zararlardan dolayı işlemin icra tarihinden itibaren başlamak üzere dava açma süresi (Danıştay ve İdare mhk. 60 gün, Vergi mhk 30 gün) içinde tam yargı davası açılabilir (İYUK m.12).

3. İdari makamlara bir işlem veya eylem yapılması için başvurulması halinde tam yargı davası açma süresi (İYUK m.10)

  • Henüz iptal ve tam yargı davasına konu olabilecek bir idari işlem yok iken veya var olmasına rağmen ilgilinin bilgisi yoksa; ilgili kişi idareye bir dilekçeyle başvurarak bir işlem veya eylem yapılmasını talep edebilir.

  • 30 gün içinde bir cevap verilmezse istek reddedilmiş sayılır. İlgililer 30 günün bittiği tarihten itibaren dava açma süresi içinde, konusuna göre Danıştaya, idare ve vergi mahkemelerine dava açabilirler. Yani, isteğin reddedilmiş sayılması halinde dava açma süresi, dilekçenin verildiği tarihten itibaren konusuna göre 60 veya 90 gün geçmesiyle hak düşürücü süreye uğrar.

  • Özellikle belirtelim ki, 30 günlük süre içinde idarece cevap verilmesine rağmen, verilen cevap kesin değilse ilgili bu cevabı, isteminin reddi sayarak dava açabileceği gibi, kesin cevabı da bekleyebilir. İlgilinin kesin cevabı beklediği hallerde dava açma süresi işlemez. Ancak, bekleme süresi başvuru tarihinden itibaren 4 ayı geçemez.

  • Dava açılmaması veya davanın süreden reddi hallerinde, otuz günlük sürenin bitmesinden sonra yetkili idarî makamlarca cevap verilirse, cevabın tebliğinden itibaren dava açma süresi içinde (Danıştay ve İdare mhk. 60 gün, Vergi mhk 30 gün) dava açabilirler. Örneğin, idare kendisine 01.2.2021 tarihinde dilekçeyle yapılan başvuruya 30 gün içinde cevap vermemiş ve daha sonra dava açma süresi içinde dava açılmamış olsun. İdare, 5 ay sonra 01.07.2021 tarihinde yapılan başvuruya cevap verdiğinde, cevabın tebliğ tarihinden itibaren 60 günlük ek bir dava açma süresi işlemeye başlar.

Tam Yargı Davası (Tazminat Davası) Danıştay Kararları


Tam Yargı Davasının Mahiyeti

Genel anlamı ile tam yargı davaları, idarenin faaliyetlerinden ötürü, hakları zarara uğrayanlar tarafından idare aleyhine açılan tazminat davalarıdır. Bu tür davalarda mahkeme, hem olayın maddi yönünü, başka bir ifadeyle zararı doğuran işlem veya eylemleri, hem de bundan çıkabilecek hukuki sonuçları tespit edecektir.

İdare kural olarak, yürüttüğü kamu hizmetiyle nedensellik bağı kurulabilen zararları tazminle yükümlü olup; idari eylem ve/veya işlemlerden doğan zararlar, idare hukuku kuralları çerçevesinde, hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk ilkeleri gereği tazmin edilmektedir.

İdarenin yürütmekle görevli olduğu bir hizmetin kuruluşunda, düzenlenişinde veya işleyişindeki nesnel nitelikli bozukluk, aksaklık veya boşluk olarak tanımlanabilen hizmet kusuru; hizmetin kötü işlemesi, geç işlemesi veya hiç işlememesi hallerinde gerçekleşmekte ve idarenin tazmin yükümlülüğünün doğmasına yol açmaktadır.

Tam yargı davalarında, öncelikle zarara yol açtığı öne sürülen idari işlem veya eylemin hukuka uygunluğunun denetlenmesi esas alındığından, olayın oluşumu ve zararın niteliği irdelenip, idarenin hizmet kusuru olup olmadığının araştırılması, hizmet kusuru yoksa kusursuz sorumluluk ilkelerinin uygulanıp uygulanmayacağının incelenmesi, tazminata hükmedilirken de her halde sorumluluk sebebinin açıkça belirtilmesi gerekmektedir.

Tam yargı davalarında, idarenin tazminle sorumlu tutulabilmesi için, hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk ilkesi uyarınca sorumluluk türünün tespiti yanında, idarenin hukuka aykırı olduğu belirlenen eylem veya işlemi dolayısıyla ortaya çıkan bir zararın varlığının da tespit edilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda; tazmin edilebilecek zararın, hak kaybına uğradığını iddia eden kişiler için gerçekleşmiş veya gerçekleşmesi muhakkak bir zarar olması gerekmekte olup, gerçekleşmesi muhtemel zararların idari yargı yerlerince tazminine karar verilemeyeceği tartışmasızdır (Danıştay 10. Daire Başkanlığı- Karar: 2021/3716).

Tam Yargı Davası Açma Süresi Nasıl Belirlenir?

2577 Sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun “İptal ve tam yargı davaları” başlıklı 12. maddesinde: “İlgililer haklarını ihlal eden bir idari işlem dolayısıyla Danıştay’a ve idare ve vergi mahkemelerine doğrudan doğruya tam yargı davası veya iptal ve tam yargı davalarını birlikte açabilecekleri gibi, ilk önce iptal davası açarak bu davanın karara bağlanması üzerine, bu husustaki kararın veya kanun yollarına başvurulması halinde verilecek kararın tebliği veya bir işlemin icrası sebebiyle doğan zararlardan dolayı icra tarihinden itibaren dava süresi içinde tam yargı davası açabilirler. Bu halde de ilgililerin 11. madde uyarınca idareye başvurma hakları saklıdır.” kuralına yer verilmiştir. Bu maddede göndermede bulunulan 11. maddede ise: “1) İlgililer tarafından idari dava açılmadan önce, idari işlemin kaldırılması, geri alınması değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılması üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idari dava açma süresi içinde istenebilir. Bu başvurma, işlemeye başlamış olan idari dava açma süresini durdurur. 2) Altmış gün içinde bir cevap verilmezse istek reddedilmiş sayılır. 3) İsteğin reddedilmesi veya reddedilmiş sayılması halinde dava açma süresi yeniden işlemeye başlar ve başvurma tarihine kadar geçmiş süre de hesaba katılır.” kuralı yer almıştır.

Yukarıda içeriğine yer verilen düzenlemelere göre, ilgililerin haklarını ihlal eden bir idari işlemden dolayı dört farklı aşamada, dört ayrı şekilde ve birbirinden bağımsız olarak tam yargı davası açılması mümkündür. Buna göre; 1- Hakları ihlal eden idari işleme karşı iptal davası için öngörülen dava açma süresi içerisinde doğrudan tam yargı davası açabilirler. 2- Hakları ihlal eden idari işleme karşı dava açma süresi içerisinde iptal ve tam yargı davalarını birlikte açabilirler. 3- Hakları ihlal eden idari işleme karşı açılan iptal davasının karara bağlanması üzerine kararın tebliğinden itibaren dava açma süresi içerisinde tam yargı davası açabilirler. 4- Hakları ihlal eden idari işlemin icrası sebebiyle doğan zararlardan dolayı icra tarihinden itibaren dava açma süresi içerisinde dava açılabilirler veya bu dört ayrı tam yargı davası açma süresi içerisinde, 2577 Sayılı Kanun’un 11. maddesinde öngörülen başvuru yolları da kullanılmak suretiyle sözü geçen tam yargı davaları açılabilir.

Hakları ihlal eden idari işlemin icrası sebebiyle doğan zararlardan dolayı icra tarihinden itibaren dava açma süresi içerisinde dava açılabilmesine olanak sağlayan 2577 Sayılı Yasa’nın 12. maddesi uyarınca dava açacak kişiler için en son dava açma süresi, kısıtlılık halini oluşturan planın icra edileceği tarihi olup, en geç icra tarihinden itibaren altmış gün içinde doğrudan ya da 2577 Sayılı Yasa’nın 11. maddesine göre yapılacak başvuru üzerine dava açılması mümkün olan tarihten önce yapılan başvuru üzerine açılacak dava süresinde olacaktır. Ayrıca, hakları ihlal eden idari işleme karşı açılan iptal davasının karara bağlanması üzerine kararın tebliğinden itibaren dava açma süresi içerisinde tam yargı davası açılabilmesine olanak sağlayan 2577 Sayılı Yasa’nın 12. maddesi uyarınca dava açacak kişiler için en son dava açma süresi, iptal davasına dair kararın kesinleştiği tarih olup, en geç iptal davasının kesinleşme tarihinden itibaren altmış gün içinde doğrudan ya da 2577 Sayılı Kanun’un 11. maddesine göre yapılacak başvuru üzerine dava açılması mümkün olan tarihten önce yapılan başvuru üzerine açılacak dava da süresinde açılmış dava olacaktır.

Hak arama özgürlüğünün gereği olarak, Kanun’un davacı lehine en son dava açma süresine imkân veren düzenlemesi esas alınarak dava açma süresinin hesaplanması gerekir. Aksine yapılacak bir değerlendirme, Anayasanın idarenin eylem ve işlemlerinden doğan zararları ödemekle yükümlü kılan düzenlemesini hayata geçiren Kanun’un anılan kuralının uygulanmasını sınırlandırarak kişilerin hak arama özgürlüğünü engelleyeceği gibi adil ve aleni olarak yargılanma hakkını öngören Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesindeki adil yargılanma ilkesiyle de çelişecektir.

Olayda, davacılara ait taşınmazın, imar planı icra edilerek kısıtlılık hali giderilmemiştir. Dolayısıyla, süregelen zararın varlığı halinde, idari eylem veya işlem daha önce öğrenilmiş olsa bile, kısıtlık hali devam ettikçe dava açma süresinin geçmeyeceğinin kabulü gerekir. Bu durumda, idari işlemin icra edileceği tarihten önce, 2577 Sayılı Yasa’nın 11, 12. maddeleri uyarınca davacı tarafça davalı idareye yapılan başvurunun zımnen reddi üzerine altmış gün içinde dava açılmadığından bahisle davanın süre aşımı yönünden reddi yolunda verilen temyize konu kararda hukuki isabet görülmemiştir (Danıştay 6. Daire - Karar: 2015/1893).

Kusursuz Sorumluluk veya Sosyal Risk İlkelerinin Uygulanma Şartları

Tam yargı davalarında, öncelikle zarara yol açtığı öne sürülen idari işlem veya eylemin hukuka uygunluğunun denetlenmesi esas olduğundan, olayın oluşumu ve zararın niteliğinin irdelenip, idarenin hizmet kusuru olup olmadığının araştırılması, hizmet kusuru yoksa kusursuz sorumluluk ilkelerinin ya da daha ayrı bir anlayış ve amaçtan kaynaklanan sosyal risk ilkesinin uygulanıp, uygulanmayacağının belirlenmesi,tazminata hükmedilirken de herhalde sorumluluk sebebinin açıkca belirtilmesi gerekmektedir.

Uyuşmazlıkta tazmini istenilen zarar, davacının Gaziemir Tansaş Mağazası önüne konulan bombanın patlaması sonucu yaralanmasından ve sakat kalmasından doğmuştur. Olayda idarenin özel güvenlik önlemleri alınmasını gerektirmeyen durumdan meydana gelen münferit olay sonucu ortaya çıkan zararı, kusuru saptanmadıkça, ihbar veya olası durumdan haberdar edildiği halde önlem almadığı belirlenmedikçe tazminle sorumlu tutulması olanağı bulunmamaktadır. İdare Mahkemesince, olayın oluş şekline göre idarenin hizmet kusuru bulunup bulunmadığının önemli olmadığı gerekçesiyle hizmet kusuru yönünden bir araştırma yapılmadan, kusursuz sorumluluk ilkesine dayanılarak tazminata hükmedildiği görülmektedir.Oysa olayda zarar ile nedensellik bağı kurulabilen bir idari eylem ortaya konulamadığından kusursuz sorumluluk ilkesine dayanılarak idareyi tazminle yükümlü tutma olanağı bulunmamaktadır.

Öte yandan, bilimsel ve yargısal içtihatlarla benimsenip geliştirilen “sosyal risk” ilkesi gereğince idarenin tazminle sorumlu tutulabilmesi için de; zararı doğuran olayın tüm toplumla ilgilendirilebilmesi, münferit olay olmaktan çıkıp terör eylemlerinin yaygın olduğu bir yörede veya toplumsal risk oluşturacak büyüklükte gerçekleşmesi gerekmektedir.

Dosyanın incelenmesinden, olayın münferit olay olduğu, olayın niteliği karşısında kusursuz sorumluluk ya da sosyal risk ilkesine göre idareye tazmin sorumluluğu yüklenmesine olanak bulunmadığı, hizmet kusuru ilkesine göre tazminat ödenebilmesi için saptanması zorunlu olan idarenin kusurlu davranışının bulunduğu yolunda da bir araştırma yapılmadan tazminata hükmedildiği anlaşılmaktadır. Bu durum karşısında, idarenin güvenlik hizmetinin yürütülmesinde kusurunun bulunup, bulunmadığının belirlenmesinden sonra bir karar verilmek üzere, mahkeme kararının bozulması gerekmektedir (Danıştay 10. Dairesi - K.2001/1897).

Sosyal Risk İlkesi Gereği Maddi ve Manevi Tazminat

Kural olarak idare, yürüttüğü hizmetin doğrudan sonucu olan, nedensellik bağı kurulabilen zararları tazminle yükümlüdür. Ancak sözü edilen kuralın istisnası olarak, idarenin, faaliyet alanıyla ilgili önlemekle yükümlü olduğu halde önleyemediği bir takım zararları da nedensellik bağı aranmadan tazmin etmesi gerekmektedir. Kollektif sorumluluk anlayışına dayalı sosyal risk adı verilen bu ilke, bilimsel ve yargısal içtihatlarla kabul edilmiştir.

Ülkemizin belli bir yöresinde yoğunlaşan terörist olaylar denilen eylemlerin devlete yönelik olduğu, Devletin anayasal düzenini yıkmayı amaçladığı, bu tür olayların zarar gören kişi ve kurumlara karşı kişisel husumetten ileri gelmediği bilinmekte ve gözlenmektedir.

Sözü edilen eylemler nedeniyle zarara uğrayan terörist eylemlere herhangi bir şekilde katılmamış olan kişiler kendi kusur ve eylemleri sonucu değil, toplumun içinde bulunduğu sosyal kargaşadan zarar görmektedirler. Kısaca zararın nedeni toplumun bireyi olmaktır. Belirtilen şekilde ortaya çıkan zararların özel ve olağan dışı nltelikleri dikkate alınıp nedensellik bağı aranmadan, terörist olayları önlemekle yükümlü olduğu halde önleyemeyen idarece yukarıda açıklanan sosyal risk ilkesine göre tazmini gerekir. Esasen terörist olaylar sonucu ortaya çıkan zararların idarece tazmini böylece topluma pay edilmesi hakkaniyet gereği olduğu gibi, sosyal devlet ilkesine de uygun düşecektir.

Olayda ölümü herhangi bir kişisel husumete dayanmayan kendi kusuru da bulunmayan davacılar murisinin devlete ve ülkenin bütünlüğüne yönelik yaygın terörist faaliyetlerin bir sonucu olarak salt köy muhtarı ve toplumun bir bireyi olduğu için öldürüldüğü anlaşılmaktadır. Bu itibarla uyuşmazlık konusu olayda idarenin bir hizmet kusurunun bulunmadığı saptansa bile, olağanüstü hallerin yürürlükte olduğu bir zaman ve yerde ortaya çıkan olağandışı zararların sosyal risk ilkesi gereği idarece tazmini gerekmekte olup, açılan tazminat davasını, idarenin hizmet kusuru bulunmadığı, sosyal risk ilkesi koşullarında gerçekleşmediği gerekçesiyle reddeden mahkeme kararında hukuka uyarlık görülmemektedir (Danıştay 10. Dairesi - Karar:1993/3777).

Logar Kapağı Nedeniyle Trafik Kazası Tazminat Davası

Olayda; dava dosyası ve eklerinin incelenmesinden logar kapağının gevşek olmasından dolayı aracın üzerinden geçtiği sırada yerinden çıkarak aracın alt kısımlarına zarar verdiği ve kazanın oluşumunda yol ortasında bulunan gevşek logar kapağının neden olduğu görülmektedir.

Mahkemece 19.1.2007 ve 21.3.2007 tarihli ara kararları ile davacıdan dava konusu olayda hasarlanan aracın tamir ettirilip ettirilmediği sorularak, tamir ettirilmiş ise tamir masraflarına ilişkin fatura ve harcama belgelerinin onaylı birer örneğinin Mahkemeye ibraz edilmesi istenilmiş ancak verilen süre içerisinde istenilen bilgi ve belgelerin davacı tarafından sunulmadığı gerekçesiyle maddi tazminat istemi reddedilmiş ise de; davalı idarenin 05.06.2006 tarihli yazısında, kaza mahallinden gelen talep üzerine 16.05.2005 tarihinde rögar kapağının kilidinin değiştirildiğinin ve kapak kilitlerinin kırık olduğunun belirtildiği ayrıca kazadan sonra davacının Konya 1. Sulh Hukuk Mahkemesi’ne başvurarak kusur oranlarını ve zararını tespit ettirdiği anlaşılmştır.

Bu nedenle davalı idarenin sorumluluğunda bulunan yağmur veya atık sularının toplanması ile ilgili yapıların yol ile bağlantısını sağlayan logar kapaklarının bakım,onarım ve gözetim sorumluluğu davalı idareye ait olduğu; buna göre ise kazaya neden olan logar kapağının pimlerinin trafik güvenliğini tehlikeye düşürecek şekilde sıkıştırılmaması karşısında kapakların bakım ve onarımını yapmayan idarenin kamu hizmetini eksik yapması nedeniyle hizmet kusuru işlediği açık olduğundan Davacının maddi tazminat isteminin davalı idarenin adli yargı yerinde tespit edilen kusuru oranında tazmin edilmesi gerekirken, davacının tamir masraflarına ilişkin fatura ve harcama belgelerinin onaylı birer örneğinin Mahkemeye ibraz etmediğinden bahisle verilen aksi yöndeki Mahkeme kararında hukuki isabet görülmemiştir (Danıştay 15. Daire - Karar : 2016/3486).

Doktorun Kişisel Kusuru Nedeniyle Tazminat Davası (Tıbbi Malpraktis)

Olay tarihinde D.A. Ö.’ün 24 haftalık gebe olduğu, 5-6 aylık çocuğu kürtaj yoluyla batın içerisinde göbek kordonunun kesilerek öldürüldükten sonra alet kullanıp dışarı çıkartıldığı, maktülün ölümünün ceninin aletle parçalanması sırasında oluşan uterus rüptürüne bağlı iç kanama sonucu meydana gelmiş olduğu ve hekimin eylemi ile ölüm arasında illiyet bağı bulunduğu, ceninin düşürtülmesi ve gebeliğin sonlandırılması için tıbbi bir zorunluluğun bulunmadığının belirtildiğinin görüldüğü, bu durumda, doktor S.K.nın 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 99/4.maddesindeki kadının ölümüne neden olan rızaya bağlı çocuk düşürtme suçunu işlediğinin Mahkeme kararıyla da sabit olduğu, ölen D.A.Ö. doktor tarafından muayene edildikten sonra muayenehanesinde yapması gereken cerrahi müdahaleyi hastaneye taşıdığı, diğer bir ifade ile, ameliyatın doktorun yıllık izinde olduğu kamu hizmeti sunucusu olmadığı bir zamanda yapıldığı ve ameliyat için Hastane Başhekimliğine herhangi bir bilgi verilmediği, dolayısıyla, idare ajanının izinde olduğu dönemde, idaresine haber verilmeksizin gerçekleştirilen ve konusu suç teşkil eden (gebelik süresi 10 haftadan fazla olan ceninin alınması) cerrahi müdahaleden idarenin sorumlu tutulamayacağı, diğer bir ifade ile, zararın kamu görevlisinin kamu gücünden aldığı yetkisini kullanırken meydana gelmediği, tamamen kendi kişisel kusurundan meydana geldiği, doktorun eylemi ile meydana gelen zarar arasında idare bakımından uygun illiyet bağının bulunmadığı, yani doktorun kişisel kusurunun bulunduğu, dolayısıyla, idarenin hizmet kusurunun bulunmadığı ve olayın idare açısından tazmini gerektirir bir yönünün bulunmadığı sonucuna ulaşıldığı, öte yandan, kişisel kusur nedeniyle adli yargıda ilgililer hakkında maddi manevi tazminat davası açılabileceğinin açık olduğu gerekçesiyle davanın reddi yönünde verilen idare mahkemesi kararı hukuka uygundur (Danıştay 15. Dairesi - Karar : 2016/2803).

Doktor Hatası (Malpraktis) Tazminat Davasında Hizmet Kusuru

Genel anlamı ile tam yargı davaları, idarenin faaliyetlerinden ötürü, hakları zarara uğrayanlar tarafından idare aleyhine açılan tazminat davalarıdır. Bu tür davalarda mahkeme, hem olayın maddi yönünü, yani zararı doğuran işlem veya eylemleri, hem de bundan çıkabilecek hukuki sonuçları tespit edecektir. İdare kural olarak, yürüttüğü kamu hizmetiyle nedensellik bağı kurulabilen zararları tazminle yükümlü olup; idari eylem ve/veya işlemlerden doğan zararlar, idare hukuku kuralları çerçevesinde, hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk ilkeleri gereği tazmin edilmektedir.

Tam yargı davalarında, öncelikle zarara yol açtığı öne sürülen idari işlem veya eylemin hukuka uygunluğunun denetlenmesi esas alındığından, olayın oluşumu ve zararın niteliği irdelenip, idarenin hizmet kusuru olup olmadığının araştırılması, hizmet kusuru yoksa kusursuz sorumluluk ilkelerinin uygulanıp uygulanmayacağının incelenmesi, tazminata hükmedilirken de her halde sorumluluk sebebinin açıkça belirtilmesi gerekmektedir. İdarenin yürütmekle görevli olduğu bir hizmetin kuruluşunda, düzenlenişinde veya işleyişindeki nesnel nitelikli bozukluk, aksaklık veya boşluk olarak tanımlanabilen hizmet kusuru; hizmetin kötü işlemesi, geç işlemesi veya hiç işlememesi hallerinde gerçekleşmekte ve idarenin tazmin yükümlülüğünün doğmasına yol açmaktadır. Bu bağlamda hizmet kusuru, özel hukuktaki anlamından uzaklaşarak nesnelleşen, anonim bir niteliğe sahip, bağımsız karekteri olan bir kusurdur. Hizmet kusurundan dolayı sorumluluk, idarenin sorumluluğunun doğrudan ve asli nedenini oluşturmaktadır.

Zarar gören kişinin hizmetten yararlanan durumunda olduğu ve hizmetin riskli bir nitelik taşıdığı sağlık hizmetinde, idarenin tazmin yükümlülüğünün doğması için; zararın, idarenin hizmet kusuru sonucu meydana gelmiş olması gerekmektedir.

Olayda; davalı idare personelince ameliyat edilen hastanın vücudundan üç adet kırılmış enjektör ucu şeklinde metalin çıkarıldığı, hastanın bu ameliyatın belirli bir zaman öncesinde ve daha sonrasında başka bir ameliyat geçirmediği tartışmasızdır. Adli Tıp raporunda da bu gerçeklerin inkar edilmediği ve bir hastanın vücudundan geçirdiği ameliyattan üç ay sonra ve ameliyat bölgesinden çıkarılan üç adet metal cismin orada bulunabilmesini açıklayıcı başka bir sebep ve olasılığın ortaya konulmadığı ve dolayısıyla hastanın ameliyatı sırasında ameliyat bölgesinde bu üç cismin unutulduğu somut bir olgudur. Bu cisimlerin hastanın ameliyat bölgesine nasıl girdiği cerrahi ve bilimsel olarak açıklanamamış ise de, davalı idarenin ameliyat ekibinden ve ameliyatın sorunsuz yürütülmesinden sorumlu olduğu gözönüne alındığında bu konuda gerekli dikkat ve özen yükümlülüğünü yerine getirmediği ve dolayısıyla davalı idarece hizmetin kötü işletildiği sonucuna varılmıştır. Bu nedenle, olayda davalı idarenin hizmet kusuru bulunması nedeniyle Mahkemece davacıların maddi ve manevi tazminat istemi değerlendirilmek suretiyle bir karar verilmesi gerekirken, hizmet kusuru bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddi yolunda verilen mahkeme kararında hukuki isabet bulunmamaktadır. (Danıştay 15. Daire - Karar : 2016/4029).

Sağlık Hizmetlerinde İdarenin Hizmet Kusuru Tazminatın Önkoşuludur

Zarar gören kişinin hizmetten yararlanan durumunda olduğu ve hizmetin riskli bir nitelik taşıdığı sağlık hizmetinde, idarenin tazmin yükümlülüğünün doğması için; zararın, idarenin hizmet kusuru sonucu meydana gelmiş olması gerekmektedir.

Olayda, Adli Tıp Kurumu 2. Adli Tıp İhtisas Kurulu’ndan alınan 15/05/2015 tarihli raporda, davacının kalçasına intramüsküler enjeksiyon yapıldığının belirlendiği, enjekte edilen ilaçların doku içi yayılımı ile sinir hasarına neden olabileceklerinin tıbben bilindiği, bu durumun enjeksiyonların tekniğine uygun yapılması durumunda da daha önceden öngörülemeyecek ve önlenemeyecek arazlara sebep olabildiği, bu durumun her türlü özene rağmen oluşabilecek herhangi bir kusur ve ihmalden kaynaklanmayan komplikasyon olarak nitelendirildiği, enjeksiyonun yapılış tekniği ve uygulanan bölgenin uyumsuzluğu yönünden tıbbi bir delil de tanımlanmadığından, tüm bulgular bir bütün olarak değerlendirildiğinde, enjeksiyonu uygulayan sağlık personeline ve enjeksiyon yapılma talimatı veren ilgili hekime herhangi bir kusur izafe edilemediği belirtilmektedir.

Bu durumda, Kırıkkale Yüksek İhtisas Hastanesi Hacı Hidayet Doğruer Ek Hizmet Binası Acil Servisi’nde sol kalçadan yapılan enjeksiyon sonrasında davacının sol bacağında meydana gelen hasar nedeniyle enjeksiyon yapılma talimatı veren hekim ve enjeksiyonu uygulayan sağlık personelinin kusuru bulunmadığı, meydana gelen durumun enjeksiyon uygulamalarının beklenebilir komplikasyonu olarak değerlendirilmesi nedeniyle olayda davalı idarenin hizmet kusuru bulunmadığı, bünyesinde risk taşıyan hizmetlerden olan sağlık hizmetinden yararlananın zarara uğraması halinde, bu zararın tazmininin ancak idarenin hizmet kusurunun varlığı halinde mümkün olabileceği, bu nedenle kusursuz sorumluluk ilkesinden hareketle davacının maddi ve manevi tazminat isteminin kabulü yolunda verilen idare mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir.(Danıştay 15. Daire - Karar : 2016/3880).

Tam Yargı Davası Açma Süresi Zararın Tam Olarak Öğrenildiği Tarihte Başlar

2577 Sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 13. maddesinde, idari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka suretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemelerinin gerekli olduğu, bu isteklerinin kısmen veya tamamen reddi halinde, bu konudaki işlemin tebliğini izleyen günden itibaren veya istek hakkında altmış gün içinde cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği tarihten itibaren dava süresi içinde dava açılabilecekleri, görevli olmayan adli ve askeri yargı mercilerine açılan tam yargı davasının görev yönünden reddi halinde sonradan idari yargı mercilerine açılacak davalarda, birinci fıkrada öngörülen idareye başvurma şartı aranmayacağı kuralına yer verilmiştir.

Yukarıda anılan Kanun maddesinde idareye başvuru süresinin, idari eylemlerden zarar gören kişilerin eylemi öğrendiği tarihten itibaren başlayacağı saptanmış olmaktadır. Bu haliyle başvurma süresine başlangıcı yalnızca eylem tarihi ve zararlı sonucun doğduğu tarihi esas almanın, zararın henüz ortaya çıkmadığı veya çıksa bile zararın çıkış sebebinin öğrenilemediği durumlarda dava açma süresinin çok kısalmasına yol açacağı yada dava açma hakkını ortadan kaldıracağı ve hak arama özgürlüğüyle bağdaşmayacağı açıktır. Bundan dolayı zararın doğmasına sebep olan eylemin idariliğinin öğrenildiği tarihi esas almak gerekmektedir. Eylemlerin idariliği ve doğurduğu zarar ise, bazen eylemin yapılmasıyla birlikte ortaya çıkarken, bazen de çok sonra, değişik araştırma, inceleme ve hatta ceza yargılamaları sonucu ortaya çıkabilmektedir.

Dava dosyasının incelenmesinden; 08.05.2011 tarihinde davacının da içinde bulunduğu ambulansın Diyarbakır İli Elazığ Caddesi DSİ Kavşağı civarında tek taraflı trafik kazasına sebebiyet verdiği, kaza sonucunda yaralanan davacının uzun süre sağlık raporu aldığı, 30.04.2012 tarihinde tekrar görev yerinde çalışmaya başladığı, kaza olayı sebebiyle meydana gelen zararının karşılanması için 20.06.2013 tarihinde yaptığı başvurunun zımnen reddi üzerine 20.09.2013 tarihinde bakılmakta olan davayı açtığı anlaşılmaktadır. Uyuşmazlıkta, söz konusu kaza sonrası Diyarbakır Eğitim ve Araştırma Hastanesi tarafından, davacının %42 oranında özürlü olduğuna dair 08.08.2012 tarihli sağlık kurulu raporu düzenlendiği, idarenin eyleminden kaynaklandığı öne sürülebilecek olan gerçek ve kesin zararın, ancak davacının özür durumuna göre vücut fonksiyon kaybını belirleyen 08.08.2012 tarihli Sağlık Kurulu Raporuyla ortaya çıktığı dikkate alındığında, bu tarihten itibaren 2577 Sayılı Kanun’un 13. maddesi uyarınca 1 yıllık sürenin başladığının kabulü gerekmektedir. Buna göre, davacının, eylemin idareye atfedilebilir olduğunu öğrendiği 08.08.2012 tarihinden itibaren 1 yıl içinde, 20.06.2013 tarihinde idareye yaptığı başvurunun reddi üzerine 20.09.2013 tarihinde açtığı davada süre aşımı bulunmamakta olup; İdare Mahkemesince, davanın esası hakkında bir karar verilmesi gerekirken, davanın süre aşımı yönünden reddi yolunda verilen kararda usul hükümlerine uygunluk görülmemektedir (Danıştay 15. Daireisi - Karar: 2015/2146).

Vergi Mahkemesinin İdarenin Vergi İadesi Borcuna Faiz İşletmemesi

Davacılar tarafından, Melikgazi Belediye Başkanlığından ihale yoluyla satın aldıkları gayrimenkullerin bedeli üzerinden hesaplanarak ödenen katma değer vergisiyle ilgili düzeltme ve şikayet başvurusunun reddine ilişkin 21.06.2011 tarih ve 61744 sayılı davalı idare işleminin iptali ile ödenen verginin faiziyle birlikte iadesi istemiyle dava açılmıştır.

İdareyi, eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü tutan Anayasanın 125’inci maddesinin son fıkrası; yargı yeri kararı uyarınca iadesi gereken bir miktar paranın, idarenin tasarrufunda kalan sürede ilgilisi tarafından tasarruf edilememesinden doğan zararın giderilmesini de kapsamaktadır. İadesi gereken tutar yönünden vergi idaresi ile davacı arasındaki ilişki, iadenin yargı kararıyla hüküm altına alınması nedeniyle yönetilen idare ilişkisi olmaktan çıkarak, bir borç ilişkisine dönüşmüştür. Dolayısıyla bu ilişkinin borçlusu tarafından alacaklısına, paranın tasarrufundan yoksun kalınan süre için; Borçlar Kanunu ve Ticaret Kanununa göre faiz ödenmesi gereken hallerde hangi oranda faiz ödeneceğini düzenleyen 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanun hükümlerine göre faiz ödenmesi gerektiğinden, vergi mahkemesi kararının; vergi kanunları ile 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununda herhangi bir düzenleme bulunmadığı yolundaki gerekçe uyarınca, yasal faiz istemi yönünden davanın reddine ilişkin hüküm fıkrasının bozulması gerekmiştir (Danıştay 3. Daire - Karar: 2014/6339).

Zararın Öğrenilmesinden Sonra Tam Yargı Davası Açma Süresi

Dava; davacı tarafından, davacının babası için gerçeğe aykırı rapor düzenlemek suretiyle davacının miras payından mahrum kalmasında idarenin sorumlu olduğu iddiasıyla uğranıldığı ileri sürülen 70.000,00 TL’lik zararın tazmini istemiyle açılmıştır.

Adana 2. İdare Mahkemesi’nce; uğranıldığı iddia edilen zarara sebep olduğu ileri sürülen sağlık raporunun öğrenilme tarihinin 12.02.2013 olduğunun kabul edilmesi gerektiği, bu nedenle davacı tarafından, İYUK 12.maddesi uyarınca idari işlem nedeniyle uğranıldığı ileri sürülen zararın tazmini istemiyle öğrenme tarihinden itibaren başlayan 60 günlük dava açma süresi içerisinde dava açmayarak veya 11.madde kapsamında başvuruda bulunmayarak bu süre geçirildikten sonra, 24.10.2013 tarihinde açılan davanın süre aşımı nedeniyle esasının incelenme olanağı bulunmadığı gerekçesiyle davanın süre aşımı nedeniyle reddine karar verilmiş ve ve davacı aleyhine nispi vekalet ücretine hükmedilmemiştir. Uyuşmazlık konusu tazminat davasının, Mahkemece süre aşımı yönünden reddedildiği, davanın esası hakkında karar verilmediği nazara alındığında, Tarifenin ikinci kısmının, ikinci bölümünde öngörülen maktu ücret tarifesini geçmemek üzere avukatlık ücretine hükmedilmesi gerekirken, doğrudan doğruya nispi ücret tarifesini öngören Tarifenin üçüncü kısmına göre vekalet ücretine hükmedilmesinde hukuka uygunluk görülmemiştir. Tam yargı davasınınn süre aşımı yönünden reddine ilişkin kısmının ONANMASINA, nispi vekalet ücretine hükmedilmesine ilişkin kısmının BOZULMASINA karar verilmiştir (Danıştay 15. Dairesi - Karar: 2015/50459.

İptal Davası ile Birlikte Tam Yargı Davası Açılması Halinde Tazminat Miktarı

2577 Sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 3. maddesinde; idarî davaların, Danıştay, idare mahkemesi ve vergi mahkemesi başkanlıklarına hitaben yazılmış imzalı dilekçelerle açılacağı, dilekçelerde tarafların ve varsa vekillerinin veya temsilcilerinin ad ve soyadları veya unvanları ve adreslerinin, davanın konusu ve sebepleri ile dayandığı delillerin, davaya konu olan idarî işlemin yazılı bildirim tarihinin, tam yargı davalarında uyuşmazlık konusu miktarın gösterileceği, dava dilekçelerinin ve bunlara ekli evrakın örneklerinin karşı taraf sayısından bir fazla olacağı kurala bağlanmıştır.

Bu durumda; iptal istemiyle birlikte tazminat isteminde de bulunuluyorsa, tazminine karar verilmesi istenilen miktarın açık ve tam olarak belirtilerek bu miktar üzerinden harçların yatırılarak dava açılması gerekirken, işlemden kaynaklanan alacağının yasal faiziyle birlikte ödenmesine karar verilmesi istemiyle yetinilmesi sebebiyle dava dilekçesi 2577 Sayılı Kanun’un 3. maddesine aykırı olduğundan, iptal istemiyle birlikte tam yargı davası açılıyorsa tazmini istenilen miktar tam olarak yazılarak ve bu miktarın gerekçelerinin de belirtilerek karşı taraf sayısından bir fazla düzenlenerek imzalanmış dilekçelerle yeniden dava açılması gerekmektedir. Açıklanan nedenlerle; 2577 Sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 15/1-d maddesi uyarınca bu kararın tebliğinden sonra 30 gün içinde 3. maddeye uygun şekilde düzenlenerek noksanı tamamlandıktan sonra dava açılmak üzere DAVA DİLEKÇESİNİN REDDİNE, aynı Kanun’un 15/5. maddesi hükmüne göre dilekçenin reddi üzerine yeniden verilen dilekçede aynı yanlışlık yapıldığı takdirde davanın reddedileceğinin davacıya tebliğine karar verilmiştir.( Danıştay 13. Dairesi - Karar: 2015/4231).

İptal Davasından Sonra Tam Yargı Davası Açma Süresi

Dava; 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu uyarınca 1 yıl süre ile ihalelere katılmaktan yasaklanan davacı şirket tarafından, kararının iptaline karar verildiğinden bahisle söz konusu yasaklama kararı nedeniyle uğranıldığı ileri sürülen 185.976.-TL maddi ve 50.000.-TL manevi zararın ticari faiziyle birlikte tazmini istemiyle açılmış; İdare Mahkemesi’nce; davacı şirket hakkında uygulanan yasaklama kararının iptali istemiyle açılan davada, dava konusu işlemin iptaline karar verilmiş, davalının temyiz ve karar düzeltme başvuruları reddedilerek hüküm onanmıştır. Onama hükmü, 21.10.2013 tarihinde davacıya tebliğ edilmiştir.

26.02.2014 tarihinde bakılan davanın açıldığı; uyuşmazlığa konu olayda, davacı şirketin 1 yıl süre ile ihalelere katılmaktan yasaklanmasına ilişkin işlemin iptali istemiyle açılan davada, dava konusu işlemin iptaline karar verildiği ve bu kararın onanarak kesinleştiği; idari işlemlerden kaynaklanan tam yargı davasının açılmasına ilişkin usulün düzenlendiği 2577 sayılı Kanun’un 12. maddesinde zarara neden olan işlemin iptali için ayrı dava açıldığı durumlarda bu davanın kesinleşmesi üzerine 60 gün içerisinde tam yargı davasının açılmasının öngörüldüğü; davacı tarafından anılan yasaklama işlemi nedeniyle uğradığını ileri sürülen zararın tazmini istemiyle açılacak davanın 2577 sayılı Kanun’un 12. maddesi uyarınca iptal davası üzerine açılacak tam yargı davası mahiyetinde olduğu; anılan Kanun maddesi uyarınca davacı şirket hakkında uygulanan yasaklama kararının iptaline ilişkin mahkeme kararının 21.10.2013 tarihinde kesinleşmesi üzerine yasal süresi içerisinde en son 20.12.2013 tarihine kadar tam yargı davası açılması gerekirken, bu süre geçtikten sonra 26.02.2014 tarihinde açılan davanın esasının incelenmesine olanak bulunmadığı gerekçesiyle davanın süre aşımı yönünden reddine karar verilmesi hukuka ugun olup hükmün onanmasına karar verilmiştir (Danıştay 13. Dairesi - Karar: 2015/4206).

Doğrudan Tam Yargı Davası Açma Şartları

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 12. maddesinde; ilgililerin haklarını ihlal eden bir idari işlem dolayısıyla Danıştay’a ve idare veya vergi mahkemelerine doğrudan doğruya tam yargı davası veya iptal ve tam yargı davalarını birlikte açabilecekleri gibi, ilk önce iptal davası açarak bu davanın karara bağlanması üzerine, bu husustaki kararın veya kanun yollarına başvurulması halinde verilecek kararın tebliği veya bir işlemin icrası sebebiyle doğan zararlardan dolayı icra tarihinden itibaren dava süresi içinde tam yargı davası açabilecekleri kurala bağlanmıştır.

İdari işlemlerden dolayı doğrudan doğruya tam yargı davası açılıp açılamayacağı hususu 521 sayılı Kanun zamanında da tartışmalara konu olmuş, daha sonra anılan kanunun 71. maddesinin 1740 sayılı Kanunla değiştirilmesi sonucu idari işlem dolayısıyla doğrudan tam yargı davası açmanın mümkün olduğu hükme bağlanmıştır. Diğer taraftan, 1740 sayılı kanundan önceki dönemde, iptal davasının reddinden sonra aynı işlemden dolayı tam yargı davası açılabilmesine de olanak bulunmamasına karşın 1740 sayılı Kanunla yapılan değişiklik ile, iptal davası açılmadan da tam yargı davası açılabilmesine imkan tanınmasının yanı sıra iptal davasının reddi üzerine de tam yargı davası açılabileceği öngörülmüştür. 1740 sayı Kanunun gerekçesinde de, İdare hukuku kurallarına göre, idare tarafından tesis edilmiş ola bir işlem, mevzuata uygun olmakla beraber, herhangi bir şahsın hakkını da ihlal ediyor is bu halde işlem iptal edilmeden de tam yargı davasının açılabileceği belirtilmiştir. Buna göre hiçbir hukuki sakatlık taşımayan ve bu nedenle iptali gerekmeyen idari işlemlerden Ötürü kişiler zarara uğramışlarsa, bu zararın da tazmini gerekebilir. 1740 sayılı kanunla getirilen düzenleme, 2577 sayılı Kanunda da kabul edilmiştir.

Dolayısıyla Daire kararında da belirtildiği üzere iptal davası açılmamış olması o işlem bakımından tam yargı davası açılmasına hukuki bir engel oluşturmamaktadır.

Bu durumda, doğrudan doğruya tam yargı davası açılabilmesi Yasa gereği işlemin hukuka aykırılığının açılmış bir iptal davasında yargı kararı ile saptanmamış işlem dolayısıyla açıları tam yargı davasının bu nedenle reddini de gerektirmediğinden idare mahkemesi kararında bu yönden hukuka uyarlık bulunmamaktadır (İDDK - Karar : 2007/1820).

Devam Eden Zararın Varlığı Halinde Tam Yargı Davası Açma Süresi

Olayda, davacılara ait taşınmazın, imar planı icra edilerek kısıtlılık hali giderilmemiştir. Dolayısıyla, süregelen zararın varlığı halinde, idari eylem veya işlem daha önce öğrenilmiş olsa bile, kısıtlık hali devam ettikçe dava açma süresinin geçmeyeceğinin kabulü gerekir.

Bu durumda, idari işlemin icra edileceği tarihten önce, 2577 Sayılı Yasa’nın 11, 12. maddeleri uyarınca davacı tarafça davalı idareye yapılan başvurunun zımnen reddi üzerine altmış gün içinde dava açılmadığından bahisle davanın süre aşımı yönünden reddi yolunda verilen temyize konu kararda hukuki isabet görülmemiştir. (Danıştay 6. Daire - Karar: 2015/18939.

Trafik Kazalarından Kaynaklanan Tam Yargı Davasında Görevli Mahkeme

2918 Sayılı Yasa’nın hukuki sorumluluğa dair sekizinci kısmında yer alan hükümler birlikte değerlendirildiğinde; Devlet ve diğer kamu kuruluşlarına ait motorlu araçların karıştığı kazalar sebebiyle araç işleticisi sıfatıyla kamu idareleri ve kuruluşlarına karşı açılacaklar da dahil bütün araç sahibi ve işleticilerine karşı açılan davaların görüm ve çözümü adli yargının görev alanına girmektedir. Fakat kamu idareleri ve kuruluşlarının, trafik güvenliği ve düzenini sağlamak amacıyla gerek kendi kuruluş yasaları, gerekse 2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanunu’na göre yürüttükleri hizmetlerin, kamu hizmeti niteliğini taşımaları ve 2918 Sayılı Yasa’da da görevlendirilen kamu idare ve kuruluşlarının sorumluluklarının ayrıca düzenlenmemiş olması karşısında; trafik düzeni ve güvenliği hizmetlerinden kaynaklandığı öne sürülen zararların tazmini istemiyle, ilgili idarelere karşı açılan davaların görüm ve çözümü idari yargının görev alanına girmektedir.

Sonuç olarak Karayolları Genel Müdürlüğünün kuruluş yasasında belirlenen, 2918 Sayılı Yasa’da tekrarlanan görevlerinden, yani; yol yapım, bakım, işletme, trafik güvenliğini sağlama şeklinde yürüttüğü kamu hizmetinden kaynaklanan hukuki sorumluluğunun idare hukuku ilke ve kurallarına göre belirlenmesi; bu sebeple açılacak tam yargı davalarının da idari yargı yerinde çözümlenmesi gerekmektedir. Dava dosyasının incelenmesinden; davalı idarenin denetiminde olan karayolunda yeterli tedbir alınmadığından bahisle meydana geldiği ileri sürülen olaydan kaynaklanan zararın ödenmesi istemiyle temyizen incelenmekte olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.

Bu haliyle bakılan uyuşmazlık, özel hukuktaki araç işletenin hukuki sorumluluğundan değil, 6001 Sayılı Yasa’da karayollarının emniyetle kullanılmalarını sağlayacak şekilde sürekli bakım altında bulundurmak, bakımını yaptırmak, onarmak, onarımını yaptırtmak, işletmek, işlettirmek, temizliğini yapmak, denetimini yapmak, yaptırmak ve trafik güvenliğini sağlamak şeklinde öngörülen görevlerin tam ve eksiksiz yerine getirilmediği, dolayısıyla yürütülen hizmetlerin kusurlu işletildiği, meydana gelen zararda hizmet kusuru bulunduğu iddiasından kaynaklanmakta olup, buna göre davanın görüm ve çözümü idare mahkemelerine aittir (Danıştay 15. Daire - Karar: 2015/1968).

İdari Davalarda İdare Avukatı Lehine Avukatlık Ücretine Hükmedilmelidir

Davalı idarenin, 02.11.2011 tarihinde yürürlüğe giren 659 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname hükümleri uyarınca lehine vekâlet ücretine hükmedilmemesi yönünden temyiz istemine gelince:

02.11.2011 günlü, 28103 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 659 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin “Davalardaki temsilin niteliği ve vekâlet ücretine hükmedilmesi ve dağıtımı” başlıklı 14. maddesinin1. fıkrasında, “Tahkim usulüne tabi olanlar dahil adli ve idari davalar ile icra dairelerinde idarelerin vekili sıfatıyla hukuk birimi amirleri, muhakemat müdürleri, hukuk müşavirleri ve avukatlar tarafından yapılan takip ve duruşmalar için, bu davaların idareler lehine neticelenmesi halinde, bunlar tarafından temsil ve takip edilen dava ve işlerde ilgili mevzuata göre hükmedilmesi gereken tutar üzerinden idareler lehine vekâlet ücreti takdir edilir.” hükmüne yer verilmiş olup, anılan hükümde bahsi geçen “ilgili mevzuat”tan da, 1136 Sayılı Avukatlık Kanunu ile söz konusu Kanun’un 168. maddesinde değinilen Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’ni anlamak gerekeceğinden ve Avukatlık Kanunu’nun 168. maddesinin son fıkrasında ise, avukatlık ücretinin takdirinde hukuki yardımın tamamlandığı veya dava sonunda hüküm verildiği tarihte yürürlükte olan tarifenin esas alınacağı hükme bağlandığından, anılan 659 Sayılı KHK’nin yürürlüğe girmesinden önce tekemmül etmiş olsa dahi, avukatlık vekâlet ücretine hükmedilip edilmeyeceği hususunda hükmün verildiği tarihteki hukuki durumun esas alınması gerektiği açıktır.

Diğer taraftan, 2577 Sayılı Kanun’un 31. maddesinin gönderme yaptığı, 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 326. maddesinde; yargılama giderlerinin, davayı kaybeden tarafa yükleneceği; 330. maddesinde vekil ile takip edilen davalarda mahkemece, kanuna göre takdir olunacak vekâlet ücretinin, taraf lehine hükmedileceği; 323. maddesinde vekille takip edilen davalarda kanun gereğince takdir olunacak vekâlet ücretinin yargılama giderlerinden olduğu hükme bağlanmıştır.

Bu durumda, davalı idarelerin vekili sıfatıyla hukuk birimi amirleri, muhakemat müdürleri, hukuk müşavirleri ve avukatlar tarafından temsil ve takip edilen davaların, yukarıda anılan 659 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin yürürlüğe girmesinden sonra neticelenmesi halinde, anılan tarife gereğince idare lehine vekâlet ücreti takdir edileceği açık olduğundan, davalı idareyi temsilen hukuk müşaviri tarafından takip edilen davada, davalı idare lehine vekâlet ücretine hükmedilmemesinde hukuki isabet görülmemiştir (Danıştay 5. Daire - Karar: 2016/1409.

Hizmet Kusuru Nedeniyle Tam Yargı Davası Açma Süresinin İşlemeye Başlama Tarihi

Davalı Üniversite bünyesinde faaliyet gösteren Hastaneye 15.07.2011 tarihinde öğle saatlerinde gelen fakat gerekli ilgi ve tıbbi desteği görmediği gerekçesiyle ailesi tarafından … Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne kaldırılan ve burada ameliyata alınarak, ince bağırsağının tamamı ve kalın bağırsağının yarısı alınan davacı yakını …‘nun, bağırsaklarının yetersiz kalması ve yeni bir tedaviye ihtiyaç duyması sebebiyle yurtdışında tedavisi için gerekli yazışmalar yapılırken 24.09.2011 tarihinde vefat etmesi sebebiyle, davalı üniversite tarafından sunulan sağlık hizmetinin kusurlu işletildiği ileri sürülerek 40.000,00- TL maddi ve 500.000 TL manevi olmak üzere toplam 540.000 TL tazminatın olay tarihinden itibaren hesaplanacak yasal faiziyle birlikte tazminine karar verilmesi istemiyle açılan dava sonucunda; İstanbul 8. İdare Mahkemesi’nce, 2577 Sayılı Kanunun 13. maddesine göre, idareye başvuru süresinin idari eylemden zarar gören kişilerin eylemi öğrendiği tarihten itibaren başlayacağı ve olayda bir yıllık başvuru süresinin başlangıcının ölüm olayının gerçekleştiği tarih olacağı, ölüm tarihinden itibaren en geç bir yıl içerisinde 24.09.2012 tarihine kadar davanın açılması veya bu süre içerisinde tazminat talebiyle idareye başvurulması gerekirken bu süre geçirildikten sonra 28.11.2013 tarihinde idareye başvurup 18.07.2014 tarihinde açılan davanın süre aşımı sebebiyle esasının incelenmesi mümkün olmadığı gerekçesiyle davanın süre aşımı sebebiyle reddi yolunda verilen karar hukuka uygundur. (Danıştay 15. Dairesi - Karar: 2015/5042).

Tam Yargı Davasında Hazine Avukatı Lehine Avukatlık Ücretine Hükmedilemez

4353 Sayılı Maliye Vekaleti Baş Hukuk Müşavirliğinin ve Muhakemat Umum Müdürlüğünün Vazifelerine, Devlet Davalarının Takibi Usullerine ve Merkez ve Vilayetler Kadrolarında Bazı Değişiklikler Yapılmasına Dair Kanun’un “İdari Davalarda Temsil” başlıklı 22. maddesinde; idari davaların açılması ve idareler aleyhine açılan bu nevi davaların takip ve müdafaasının, daire amirlerine veya bu dairelerin bağlı bulundukları Bakanlıklar hukuk müşavirlerine ait olduğu, bu dairelerin kendi amirleri veya hukuk müşavirleri ve hukuk müşaviri teşkilatı olmayan dairelerde ilgili şube amiri tarafından temsil olunacağı, Hazineyi ilgilendiren işlerde bu görevin Hazine Müşavir avukatı veya avukatları tarafından yapılacağı hükme bağlanmış olup, idari davaların açılması ile idareler aleyhine açılan bu nevi davaların takip ve müdafaa yetkisi, daire amirlerine veya bu dairelerin bağlı bulundukları Bakanlıklar hukuk müşavirlerine hasredildiğinden; davanın avukat aracılığı ile takip edilmesi durumunda idareler lehine avukatlık ücretine hükmedilmesi mümkün değildir.

Yukarıda açıklanan Kanun maddesi uyarınca, Merkezi Yönetim Bütçesi içerisinde yer alan idareler aleyhine açılan tam yargı davalarında, yapılan yargılama sonucunda, tazmin sorumluluğu bulunduğunun anlaşılması durumunda, mahkeme tarafından hükmedilen miktarda paranın davacılara ödenmesi gerekeceğinden, hazineyi doğrudan ilgilendiren bu tür davalarda hazine avukatının, bakanlıkları temsil yetkisinin bulunduğu hususunda duraksama bulunmamaktadır. Öte yandan sunulan sağlık hizmetinin kusurlu olmasından doğan uyuşmazlıklar doğrudan Hazineyi ilgilendirmemektedir. Dolayısıyla, bu tür uyuşmazlıklarda, valiliklerin hazine avukatı ile temsilleri mümkün olmadığı gibi, hazine avukatı aracılığıyla temsil edilseler bile bakanlıklar lehine avukatlık ücretine hükmedilemeyeceğinden, bakılan davada davalı idareyi temsilen duruşmaya katılan hazine avukatı sebebiyle lehine avukatlık ücretine hükmedilmesinde yasal isabet bulunmamaktadır. (Danıştay 15. Dairesi - Karar: 2016/2240).

Yol Genişletme Çalışmaları Nedeniyle Tam Yargı Tazminat Davası

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava; yol genişletme çalışmaları sırasında davacının taşınmazına verilen zararın giderilmesi istemine ilişkindir. Davacı vekili, müvekkilinin taşınmazının bahçesinde bulunan çok sayıda meyve ağacı, süs bitkisi, demir parmaklık, beton duvar, demir çardaklar ve tuğla duvarların hiç bir bildirim yapılmaksızın davalı idarece yıkılıp tahrip edildiğini ileri sürerek, maddi zararının davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir. Davalı vekili, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, davanın kısmen kabulüne dair verilen karar, davalı vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece yukarıda açıklanan nedenlerle oyçokluğu ile bozulmuştur. Mahkemece, önceki kararda dayanılan gerekçelerle direnme kararı verilmiş, direnme kararını davalı vekili temyize getirmiştir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davalı idarece davacının taşınmazına verilen zararın davalı idarenin kamu hizmeti kapsamındaki faaliyetleri nedeni ile mi yoksa haksız file dayalı olarak mı meydana geldiği, varılacak sonuca dava dilekçesinin yargı yolu bakımından reddedilmesinin gerekip gerekmediği noktalarında toplanmaktadır.

Somut olaydaki uyuşmazlığın çözümü bakımından hizmet kusuru kavramının açıklanmasında yarar bulunmaktadır.

2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “Yargı Yolu” başlıklı 125. maddesinin 1. fıkrası, “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır” hükmünü, son fıkrası ise, “İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür” düzenlemesini içermektedir.

İdare hukukunda idarenin iki tür sorumluluğu kabul edilmektedir. Biri, idarenin özel hukuk ilkeleri doğrultusunda yaptığı sözleşmelerden kaynaklanan özel hukuk sorumluluğu; diğeri ise, idarenin idare hukuku ilkeleri doğrultusunda yapmış olduğu sözleşmeler ve idarenin her türlü işlem ve eyleminden kaynaklanan kamu hukuku ilkeleri doğrultusunda oluşmuş idare hukukuna özgü sorumluluk türüdür. İdarenin kişilere verdiği zararları tazmin yükümlülüğü, idarenin “hizmet kusuruna (kusurlu sorumluluk)” ve “kusursuz sorumluluğuna” dayanmaktadır. İdarenin kusura dayanan sorumluluğu, uygulamada “hizmet kusuru” kavramı ile anlatılmaktadır. Hizmet kusurunun tam ve kapsamlı bir tanımını yapmak zor olmakla birlikte genel olarak doktrinde hizmet kusuru; idarenin ifa ile mükellef olduğu herhangi bir kamu hizmetinin kuruluşunda, düzenlenmesinde veya teşkilatında, bünyesinde, personelinde yahut işleyişinde bir takım aksaklık, hukuka aykırılık, bozukluk, düzensizlik, eksiklik, sakatlık veya ihmalin ortaya çıkması, şeklinde tanımlanmaktadır. Hizmet kusurunun üç durumda varlığı hem yargı içtihatları hem de öğreti tarafından kabul edilmiştir. Bu üç durum; hizmetin hiç işlememesi, hizmetin geç işlemesi ve hizmetin kötü işlemesidir.

Buna göre idare kural olarak yürüttüğü kamu hizmeti ile nedensellik bağı kurulabilen zararları tazminle yükümlü olup, İdari Yargılama Usulü Kanunu (İYUK)’nun “İdari Dava Türleri ve İdari Yargı Yetkisinin Sınırı” başlıklı 2. maddesinin 1. fıkrasının “b” bendi gereğince; “İdari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar” idari yargı yerinde tam yargı davası açabilecektir. Yine İYUK 15/I-a maddesinde ise, adli yargının görevli olduğu konularda açılan davaların reddine karar verileceği de hükme bağlanmıştır. Nitekim Hukuk Genel Kurulu”nun 04.11.2015 gün ve 2014/17-731 Esas, 2015/2366 Karar; 04.11.2015 gün ve 2015/17-86 Esas, 2015/2364 Karar sayılı kararlarında da aynı ilkeler benimsenmiştir. Bu genel açıklamalar ışığında somut olay ele alındığında; davalı idarece yapılan yol genişletme çalışmaları sırasında davacının taşınmazına zarar verilmiş, verilen bu zarar ise davalı idarece sunulan hizmetin kötü işlemesi nedeniyle gerçekleşmiştir. (Yargıtay HGK - Karar:2016/426).

İmar Planında Kamu Alanında Kalan Taşınmazın Kamulaştırılmaması Nedeniyle Tam Yargı Davası

Uyuşmazlık, 25 yılı aşan bir süre boyunca imar planında kamu alanında kalan taşınmazın idarece kamulaştırılmaması nedeniyle uğranıldığı ileri sürülen zarara karşılık 200.000 lira tazminat ödenmesi istemine ilişkin bulunmaktadır. Uyuşmazlığa konu taşınmaza yönelik idarece yapılan bir eylem (fiil el atma) bulunmadığından, davacının yaptığı başvuru üzerine tesis edilen işlemin, 2577 sayılı Yasanın 13. maddesi kapsamında “ön karar” olarak nitelendirilmesine olanak bulunmamaktadır. Uyuşmazlık idari bir eylemden kaynaklanmayıp, taşınmaza imar planında getirilen kısıtlanmadan doğmuştur. Dava konusu olayda, davacı 25 yılı aşan süre boyunca imar planında taşınmazın kamusal alan olarak planlanması sonucunda taşınmaza kısıtlama getirilmesi nedeniyle, mülkünden tam olarak yararlanamadığını öne sürerek taşınmazı için bir tazminat tutarının ödenmesi talebinde bulunmuştur.

Mahkemece, görünen durumun ötesine bakılarak ihtilafın tazminat davası olarak ele alınması gerekmektedir. Davacı tarafından tazminat başvurusunun reddine dair işlemin iptali istemiyle dava açılmış ise de;

Yukarıda özetlendiği gibi davanın önceki aşamaları, özellikle kamulaştırma davası ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılan başvuru dikkate alındığında; bu davanın konusunun mülkiyet haklarının kısıtlanması; dolayısıyla taşınmazın kullanılamamasından kaynaklı olarak taşınmaz bedelinin tazminine ilişkin olması karşısında, davanın tazminat davası olarak ele alınıp sonuçlandırılması gerekirken, görünen durumun ötesi ve davanın açılma nedenleri incelenmeden, davanın iptal davası olarak nitelendirilmesi suretiyle, dava konusu işlemin kesin ve yürütülmesi zorunlu işlem olmadığı gerekçesiyle davanın (usul yönünden) reddine ilişkin idare mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir (Danıştay 6. Dairesi - Karar : 2014/213).

Hizmet Kusuru Tam Yargı Davası Niteliğindedir

Birleşen davada tespit raporuna göre davalı belediyenin trafik düzen ve güvenliğini sağlamakla yükümlü ve kazada kusurlu olduğunu, davalılar E. ve F.’in de araç maliki olduğu anlaşılmakla fazlaya dair hakları saklı kalmak kaydıyla 7.434 TL maddi tazminatın kusur oranında davalılardan müştereken tahsilini istemiştir. Davacı, birleşen dava davalısı belediyeyi hizmet kusuru sebebiyle dava etmiştir. Kamu hizmeti görmekle yükümlü olan idareler, kamu hizmeti sırasında verdikleri zararlardan dolayı özel hukuk hükümlerine tabi değildirler. Kamu tüzel kişilerinin yasalar tarafından kendilerine verilen görev ve yetkilerin kullanılması sırasında oluşan zararlar, niteliği itibariyle hizmet kusurundan kaynaklanan zararlar olup bu zararların tazmini amacıyla hizmet kusurlarına dayalı olarak İdari Yargılama Usulü Hakkındaki Kanun’un hükmü uyarınca idari yargı yerinde tam yargı davası ikame edilmesi gerekmektedir. Hukuk Genel Kurulu’nun 04.11.2015 tarih 2015/17-86 Esas, 2015/2364 Karar sayılı kararı da bu yöndedir.

Kazı Çalışmasında Uğranılan Zarar ve Tam Yargı Davası

Davacı, davalı belediye tarafından yüklenici firmaya çevre düzenlemesi amacıyla kazı çalışması yaptırıldığı sırada, şirkete ait otelde bulunan techizata zarar verildiğini iddia ederek tazminat istemekte olup, davacının bu isteği idari karar ve eylemlerden doğan zararlar niteliğinde bulunmaktadır. Zira, bir kamu kurumunun görevlerinden olan bir işi yapmayı kararlaştırması idari bir karar olduğu gibi, bu kararı yerine getirmek üzere plan ve projeler yapıp o plan ve projeler gereğince işi görmesi de verilen kararın neticesi olan birer idari eylemdir. O halde, bu eylemlerden doğan zararların ödettirilmesi istekleri 11.02.1959 günlü ve 17/15 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı’nın II. bendi hükmünce tam yargı davasının konusunu oluşturur. İdarenin hizmet kusuru niteliğindeki eylemi sonucu meydana gelen zararlardan dolayı; 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 2. maddesi hükmü gereğince idareye karşı, idari yargı yerinde tam yargı davası açılması gerekir. (Yargıtay 4. Hukuk Dairesi - Karar: 2016/9410).

Askeri Mühhimatın Patlaması ve Tam Yargı Davası

Batman İli, Sason İlçesi, Balbaşı Köyü’nde ikamet ettikleri evlerinin 80-100 metre yakınında bulunan yerde bulmuş olduğu havan tahrip mühimmatı ile oynaması sonucunda 19.09.2008 tarihinde meydana gelen patlamanın etkisiyle yaşamını yitiren Ö.S.’ın anne, baba ve kardeşleri olan davacılar tarafından uğranıldığı ileri sürülen toplam 80.000 TL manevi zararın, olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte tazminine karar verilmesi istemiyle açılan dava sonucunda, Batman İdare Mahkemesince; olay tarihinde 9 yaşında olan küçük Ö.S.’ın, evlerinin hemen alt kısmındaki arazide hayvan otlattığı esnada bulduğu havan mühimmatını, evlerine 80-100 metre mesafedeki kullanılmayan harabe eve götürmesi ve anılan yerde oynarken patlaması neticesinde ölmesi olayında, mühimmatın bulunduğu ve patladığı yerin meskûn mahal içerisinde kalması ve vefat edenin yaşı göz önünde bulundurulduğunda, söz konusu alanın kişilerin yaşam hakkını temin edecek şekilde varolan mühimmatın temizlenmesi ya da alana sivillerin girmesini önlemek amacıyla gerekli bütün tedbirleri almak suretiyle güvenliğin sağlanması gerekirken, söz konusu önlemlerin alınmaması sebebiyle idarenin hizmet kusurunun bulunduğu, mühimmatın bölücü terör örgütü mensuplarına ait olmasının da idarenin anılan hizmeti yerine getirme sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağı gerekçesiyle manevi tazminat isteminin 60.000 TL’lik kısmının kabulüyle bu tutarın davalı idareye başvuru tarihi olan 31.10.2008 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davacılara ödenmesi, fazlaya dair manevi tazminat isteminin ise reddi yolunda verilen kararın onanması gerekmiştir (Danıştay 10. Dairesi - Karar: 2016/2818).

Ambulansta Trafik Kazası nedeniyle Maddi ve Manevi Tazminat Davası

Davacının 17.04.2009 tarihinde Malatya istikametinden Kayseri istikametine doğru ambulansla hastaneye götürüldüğü sırada, seyir halinde iken meydana gelen kaza sebebiyle uğradığı ileri sürülen 2.000-TL maddi ve 13.000-TL manevi zararın tazminine karar verilmesi istemiyle açılan dava sonucunda, Kayseri 1. İdare Mahkemesi’nce; Adli Tıp Kurumu raporu uyarınca, davacının 17.04.2009 tarihinde Malatya istikametinden Kayseri istikametine doğru ambulansla hastaneye götürüldüğü sırada, seyir halinde iken gerçekleşen kaza sonucunda idarenin elemanı olan ambulans şoförünün, meydana gelen olayda dikkatsizliği, tedbirsizliği ve kurallara aykırı davranışlarıyla asli kusurlu olduğu, dolayısıyla davacının söz konusu kazada zarar görmesinden davalı idarenin hizmet kusuru sebebiyle tazmin sorumluluğunun bulunduğu gerekçesiyle, davacının tedavi giderinin karşılandığı, başka bir maddi kaybı bulunmaması sebebiyle maddi tazminat isteminin reddi, manevi tazminat isteminin kabulü yolunda verilen hükmün onanmasına karar verilmiştir (Danıştay 15. Dairesi - Karar: 2016/3549).

Ambulansın Geç Gelmesi Nedeniyle Ölüm ve Tam Yargı Tazminat Davası

Davalı idarenin acil yardım hizmetinin kusurlu yürütüldüğü ileri sürülerek, bu sebeple davacıların eşi ve anneleri Fatma Önder’in ölümü sonucu uğradıkları ileri sürülen maddi ve manevi zararın tazmini istemiyle açılan dava sonucunda, İzmir 1. İdare Mahkemesi’nce; davacıların annesi ve eşi Fatma’nın ölümü ile sonuçlanan beyin kanaması sırasında davalı idarece yürütülen acil yardım hizmetinin sunulduğu çağrı merkezine yapılan aramalarda Fatma’nın durumunun iki farklı hekim tarafından sinir krizi olarak değerlendirilerek olay yerine ambulans gönderilmesinin geciktiği, bu gecikmede başvurularda “bulguların”, “tanı” biçiminde yazılması ve bu durumun yönlendirmede gecikmeye neden olunması sonucunda ambulansın olay yerine geç gönderildiği ve bu durumun hizmetin kusurlu işletilmesine neden olduğunun kabulü gerekmekle birlikte, davacıların yakını Fatma’nın ölüm nedeni olan “subaraknoidal beyin kanamasının” niteliği gereği ambulansın zamanında yerine gitmesi durumunda da sonucun değişmeyeceğine dair bilirkişi raporu da gözönünde bulundurulduğunda; Fatma’nın yaşadığı rahatsızlığın sonucu gerçekleşen ölüm ile davalı idarenin hizmet kusuru arasında “nedenselliğin” ortadan kalktığının kabulüyle davanın maddi tazminat istemine dair kısmının reddi, manevi tazminat isteminin kısmen kabulüne karar verilmesi hukuka uygundur. (Danıştay 15. Dairesi - Karar: 2016/3548).

Yol Çalışmasının Trafik Kazasına Yol Açması Nedeniyle Hizmet Kusuru

Davacı vekili tarafından, müvekkilinin 02.06.2010 tarihinde Ankara istikametinden Afyonkarahisar istikametine seyretmekte iken yolun 43. kilometresinde orta refüj yol çalışmaları olan kesime geldiğinde yolun tek şeride düştüğü yerdeki trafik işaretlerinin yeterli derecede ve geceleri için ışıklı trafik işaretlerinin olmamasından dolayı meydana gelen kazada oluştuğu belirtilen 9.855,45.-TL maddi zararın; idarenin hizmet kusuru bulunduğu ileri sürülerek dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte tazmini istemiyle açılan dava sonucunda, Afyonkarahisar İdare Mahkemesi’nce; Adli Tıp Kurumunun 23.05.2011 tarihli raporuna göre yolun bakım ve onarımından sorumlu olan davalı idarenin, meydana gelen kazada %50 oranında kusuru bulunduğu belirtildiği ve bu kusur oranları mahkeme kararına esas alınarak bu orana tekabül eden 4.927,73-TL kısmının dava tarihi olan 17.08.2010 tarihinden itibaren işletilecek yasal faizi ile birlikte davalı idarece davacıya ödenmesine karar verilmesi kararı hukuka uygundur (Danıştay 15. Dairesi - Karar: 2016/3488).

Yolda Trafik İşaretlemelerinin Yapılmaması Nedeniyle Tazminat Davası

Davaya konu olayda, yolda gerekli trafik işaretlemelerinin yapılmamış olması sebebiyle kazanın meydana geldiği iddiası ile davalı aleyhine husumet yöneltilmiştir. Görev konusu, kamu düzenine dair olup yargılamanın her aşamasında mahkemece kendiliğinden (re’sen) dikkate alınması zorunludur. Belediyelerin de içerisinde bulunduğu kamu tüzel kişilerinin kamu hizmeti görmekle yükümlü bulunmaları nedeniyle, kamu hizmetleri sırasında verdikleri iddia olunan zararlardan dolayı oluşan sorumlulukları özel hukuk hükümlerine tabi değildir. Kamu tüzel kişilerinin yasalar tarafından kendilerine verilen görev ve yetkilerin kullanılması sırasında oluşan zararlar niteliği itibariyle hizmet kusurundan kaynaklanan zararlar olup, bu zararların tazmini amacıyla anılan idarelere karşı hizmet kusurlarına dayalı olarak İdari Yargılama Usulü Hakkındaki Kanunun hükmü uyarınca idari yargı yerinde tam yargı davası ikame edilmesi gerekmektedir. (H.G.K. 04.11.2015 tarih 2015/17-86-87-137-1869-25 Esas, 2015/2364-2365-2368-2369-2370 Karar) (Yargıtay 17. Hukuk dairesi - Karar: 2016/5425)

Yol Üzerindeki Çukurlar Nedeniyle Uğranılan Zararın İdareden Tazmini

Davacı şirketin kasko sigorta poliçesi ile sigortalısı bulunan 34 … 4700 plaka sayılı aracın 15.03.2008 tarihinde Esenyurt Balık yolu mevkiinde seyir halinde iken yoldaki münferit çukurlar sebebiyle meydana gelen kazada, aracın hasara uğraması sonucu davalı idarenin yolun bakım ve onarımında hizmet kusuru bulunduğundan bahisle sigortalıya ödenip aracın satışından mahsup edilerek bakiye kalan 11.800,00 TL ‘nin ödeme tarihi olan 30.04.2008 tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte tazmini istemiyle açılan dava sonucunda, İstanbul 3. İdare Mahkemesi’nce; Adli Tıp Kurumu’nun 18.02.2010 tarihli raporunda davalı idarenin yolun güvenli seyir şartlarını sağlayamadığı ve kazanın oluşumunda %100 oranında kusurlu olduğunun belirtildiği, bu kusuru oranı da hükme esas alınıp talep edilen tazminatın tamamının ödenmesi gerektiği sonucuna varıldığı gerekçesiyle davanın kabulüyle 11.800.00TL’nin davalı idareye başvuru tarihinden itibaren davacıya ödenmesi yolunda verilen kararın onanması gerekmiştir (Danıştay 15. Dairesi - Karar: 2016/23579.

Kamu Hizmeti Görülmesi Sırasında Verilen Zararlardan Sorumluluk

Davacı şirkete kasko sigortası ile sigortalı olan müteveffa …‘in mirasçısı … isimli kişinin sevk ve idaresindeki 06 … 06 plakalı araçla 29.04.2009 tarihinde Antalya, Merkez, Otogar kavşağı istikametinden, Namık Kemal Bulvarı istikametine doğru ilerlemekte iken bulvar çıkışında bulunan mazgalların muhafaza pimlerinin kırık ve gevşek olmasından dolayı üzerinden geçerken aracın ön tekerlek kısımlarıyla sürüş esnasında basınç uygulanması ve basınçtan dolayı gevşek mazgalların yerinden kalkarak aracın alt kısmına zarar vermesi sonucu meydana gelen trafik kazasında davalının hizmet kusuru bulunduğu öne sürülerek, meydana gelen 12.611,00-TL maddi hasarın 22.07.2009’dan itibaren işletilecek yasal faizi ile birlikte ödenmesine karar verilmesi istemiyle açılan dava sonucunda, Antalya 3. İdare Mahkemesi’nce; trafik kazası tesbit tutanağına göre kazanın oluşumunda idarenin hizmet kusurunun bulunduğu ve meydana gelen kazadan tam olarak sorumlu olduğu gerekçesiyle davacının tazminat talebinin kabulü yolunda verilen kararın onanması gerekmiştir (Danıştay 15. Dairesi - Karar: 2016/2736).

Hastanede Virüs Bulaşan Hemşirenin Ölmesi Nedeniyle Tazminat Davası

Davacılar yakını A. Bolu Köroğlu Devlet Hastanesi’nde hemşire olarak çalışmakta iken S. A. isimli hastadan kırım kongo kanamalı ateşi hastalığı bulaşması sebebiyle vefat ettiğinden bahisle maddi ve manevi zararlarının tazmini istemiyle açılan davada; Sakarya 1. İdare Mahkemesi’nce, ülkemizde herhangi birini kene ısırması sonucu KKKA ( kırım kongo kanamalı ateşi ) virüsüne yakalanıp yakalanmadığının kesin olarak anlaşılabilmesi için Hastanelerde yapılan kan tahlillerinin yeterli olmadığı, kesin teşhisin Refik Saydam Hıfzısıhha Merkezi Başkanlığının ilgili uzman bölümünce konulduğu, buna rağmen, olayda hastanede yapılan tahlillere itibar edilmek suretiyle kendisini kene ısıran kişinin KKKA virüsü taşıyıp taşımadığı kesin olarak belirlenmeden herhangi bir tecrit önlemi alınmaksızın tedavi hizmeti verilmesinde idarenin açıkça hizmet kusuru bulunduğu gerekçesiyle maddi tazminat isteminin kabulü, manevi tazminat isteminin kısmen kabulü hukuka uygun olup kararın onanması gerekmiştir (Danıştay 15. Dairesi - Karar: 2016/2286).

İdarenin Denetimi ve Gözetiminde Bulunan Hastane Bahçesi Merdiveninde Düşme Sonucu Ölüm

Davacıların yakınının idarenin hizmet kusuru neticesinde vefat etmesi neticresinde, müteveffanın eşi ‘nın 20.000-TL maddi, 20.000-TL manevi, diğer davacılarının ise her birinin ayrı ayrı 15.000-TL manevi tazminat olmak üzere toplam 115.000-TL tazminatın davalı idareye başvuru tarihinden itibaren hesaplanacak yasal faiziyle birlikte ödenmesine karar verilmesi istemiyle açılan davada; Şanlıurfa 1. İdare Mahkemesi’nce, olayın meydana geldiği Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniğinin olay günü faaliyete geçirildiği, iş ve sosyal güvenlik bilirkişisinden alınan rapora göre, olay esnasında merdiven ve sahanlığın korkuluksuz olduğu, olayın meydana geldiği esnada olay yerinde gerekli ikaz ve uyarı levhalarının olmadığı, müteveffa Emine Altuncı’nın düşme sonucu ölümüne zemin hazırlamaları sebebi ile idarenin %80 oranında kusurlu olduğu; müteveffa Emine Altuncı’nın ise, yeterli dikkat ve özeni göstermemesi sonucu düşerek hayatını kaybetmesinde %20 oranında kusurlu olduğu; anılan rapor dayanak alınarak, davalı idarenin % 80 oranında kusurlu olduğu kabul edilerek hesap bilirkişisi marifeti ile yaptırılan inceleme sonucu, davacı ‘ya talebiyle sınırlı olarak 20.000 TL destekten yoksun kalma tazminatının idareye başvuru tarihi olan 26.04.2010 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte ödenmesi gerektiği, davanın, davacılardan ‘nın 20.000-TL, diğer davacıların ise toplam 75.000-TL olmak üzere toplam 95.000-TL manevi tazminat istemine dair kısmı açısından; davacılardan ‘nın müteveffanın kocası oluşu, idareye yüklenen hizmet kusurunun ağırlığı, olayın niteliği, müteveffanın sağlık hizmeti almak amacıyla gittiği davalı idarenin bakım ve gözetiminde bulunan hastane bahçesinde böyle bir olayın yaşanması dikkate alınarak, 16.000-TL manevi tazminatın davalı idareye başvuru tarihi olan 26.04.2010 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davacı ‘ya ödenmesi gerektiği, 20.000-TL manevi tazminat talebinin 4.000-TL’lik kısmının reddi gerektiği, yine davaya konu olayın niteliği, davacıların müteveffa ile murislik ilişkisi ve davalı idareye yüklenen hizmet kusurunun ağırlığı dikkate alınarak, diğer davacılara toplam 60.000-TL manevi tazminatın davalı idareye başvuru tarihi olan 26.04.2010 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davacılara ödenmesi, kalan 15.000-TL’lik kısmının reddi gerektiği, davaya konu 115.000 TL’lik tazminat isteminin, 96.000 TL’lik kısmının kabulüne ve bu miktarın idareye başvuru tarihi olan 26.04.2010 tarihinden itibaren hesaplanacak kanuni faiziyle birlikte davacılara ödenmesine, 19.000 TL’lik kısmının ise reddi yönünde verilen kararın onanmasına karar verilmiştir (Danıştay 15. Hukuk Dairesi - Karar: 2016/2615).

Devlet Hastanesinde Doktor Hatası Nedeniyle Tam Yargı Tazminat Davası

İdare kural olarak, yürüttüğü kamu hizmetiyle nedensellik bağı kurulabilen zararları tazminle yükümlü olup; idari eylem ve/veya işlemlerden doğan zararlar, idare hukuku kuralları çerçevesinde, hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk ilkeleri gereği tazmin edilmektedir.

Tam yargı davalarında, öncelikle zarara yol açtığı öne sürülen idari işlem veya eylemin hukuka uygunluğunun denetlenmesi esas alındığından, olayın oluşumu ve zararın niteliği irdelenip, idarenin hizmet kusuru olup olmadığının araştırılması, hizmet kusuru yoksa kusursuz sorumluluk ilkelerinin uygulanıp uygulanmayacağının incelenmesi, tazminata hükmedilirken de her halde sorumluluk sebebinin açıkça belirtilmesi gerekmektedir.

İdarenin yürütmekle görevli olduğu bir hizmetin kuruluşunda, düzenlenişinde veya işleyişindeki nesnel nitelikli bozukluk, aksaklık veya boşluk olarak tanımlanabilen hizmet kusuru; hizmetin kötü işlemesi, geç işlemesi veya hiç işlememesi hallerinde gerçekleşmekte ve idarenin tazmin yükümlülüğünün doğmasına yol açmaktadır. Bu bağlamda hizmet kusuru, özel hukuktaki anlamından uzaklaşarak nesnelleşen, anonim bir niteliğe sahip, bağımsız karekteri olan bir kusurdur. Hizmet kusurundan dolayı sorumluluk, idarenin sorumluluğunun doğrudan ve asli nedenini oluşturmaktadır.

Zarar gören kişinin hizmetten yararlanan durumunda olduğu ve hizmetin riskli bir nitelik taşıdığı sağlık hizmetinde, idarenin tazmin yükümlülüğünün doğması için; zararın, idarenin hizmet kusuru sonucu meydana gelmiş olması gerekmektedir.

Dosyanın incelenmesinden, davacılardan K’nın 07/04/2009 tarihinde Karabük Doğum ve Çocuk Bakım Evinde rahim ve yumurtalık rahatsızlıkları sebebiyle kasık bölgesi civarından ameliyat olup taburcu edildiği, fakat ağrılarının devam etmesi üzerine tekrar aynı hastanede tedavi edildiği, buna rağmen durumunun düzelmemesi üzerine Ankara ilinde bulunan Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi hastanesine müracaat ederek 09/07/2009 tarihinde adı geçen hastaneye yatışının yapıldığı, bu hastanede yapılan tetkikler sonucunda davacının kasık bölgesinde olduğu tespit edilen 3 adet enjeksiyon iğnesi olduğu tahmin edilen metal cismin, 1 adedi doktor gözetiminde çıkartılırken, 2 adedinin de ameliyatla çıkartılması üzerine tedavisi tamamlanarak 25/07/2009 tarihinde adı geçen hastaneden taburcu edildiği, 07/04/2009 tarihinde Karabük Kadın Doğum ve Çocuk Bakım Evinde yapılan ameliyatta hizmetin kusurlu şekilde yürütülmesi nedeniyle uğranıldığı iddia edilen maddi ve manevi zararların tazmini istemiyle davalı idareye yapılan başvurunun reddi üzerine bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmıştır.

Konuya ilişkin olarak davalı idarece disiplin soruşturması yapılmış olup 23/09/2009 tarihli disiplin soruşturma raporunda özetle; davacının 07/04/2009 tarihinde genel anestezi altında TAH+Sa USO+Moskoviç operasyonu gerçekleştirilip taburcu edildiği, ancak ağrıları dinmeyen hastanın 29/04/2009 ve 24/06/2009 tarihlerinde hastaneye başvurduğu, ayakta tedavi uygulandığı, 02/07/2009 tarihinde tekrar hastaneye yatışının yapıldığı, ancak herhangi bir operasyon geçirmeden sadece medikal tedavi uygulanıp, hastanın kendi isteği ile taburcu edildiği, mevcut hasta dosyalarından, hastane kayıtlarından ve ifadelerden 07/04/2009 tarihinde yapılan ameliyat öncesi veya sonrası yakın bir tarihte başka bir operasyon geçirmediği, Karabük Doğum ve Çocuk Bakımevi Hastanesi’nde ağrılarına çözüm bulamayan hastanın, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne başvurduğu, ameliyat bölgesinin çekilen grafisinde 3-4 cm uzunluğunda üç adet yabancı cisim tespit edildiği, birinin cerrahi olmayan yöntemle, diğer ikisinin skopi eşliğinde çıkarıldığı, çıkan cisimlerin düz 3-4 cm uzunluğunda, ucu verev keskin, diğer ucu kırık, enjektör ucu uzunluğunda olmasından dolayı, plastik aksamı olmayan enjektör ucu olarak tanımlandığı belirtilmiştir.

Yine anılan raporda, hastanın vücudundan çıkarılan metal cisimlerin, hasta daha önce ve sonrasında yakın bir zamanda başka bir ameliyat geçirmediği için 07/04/2009 tarihinde yapılan ameliyat sırasında kullanılan bir malzemeden kaynaklanabileceği, ancak bu tip ameliyatlarda enjektör iğnesi veya benzer bir cismin rutin olarak kullanılmadığı, çıkarılan metal cisimlerin plastik kısmından bağımsız olarak karın ön duvarında bulunmasının cerrahi ve bilimsel olarak açıklanamayacağı, nasıl unutulduğu konusunda bir kanaatin oluşmadığının konuyla ilgili bilirkişi raporunda belirtildiği, çıkarılan metal cisimlerin karın ön duvarında ve kas içinde olduğu için hastayı hayati tehlikeye düşürecek nitelikte olmadığı, hekimin ameliyat ekibi ve ameliyatın sonuna kadar işlemlerin sorunsuz yürütülmesinden sorumlu olduğu, bu nedenle ameliyatı gerçekleştiren hekimin gerekli dikkat ve özeni yükümlülüğünü yerine getirmeyerek taksirle de olsa hastanın sağlığının bozulmasına neden olduğu gerekçesiyle “Kınama” cezası ile tecziyesinin uygun olacağının belirtildiği görülmektedir.

İncelenen olayda, davacıya uygulanan teşhis, tedavi ve tıbbi ameliyelerde davalı idarenin bir ihmal veya kusurun bulunup bulunmadığının teknik olarak değerlendirilmesi amacıyla Mahkemece Adli Tıp Kurumu Başkanlığı nezdinde bilirkişi incelemesi yaptırılmasına karar verildiği Adli Tıp Kurumu 3. Adli Tıp ihtisas Kurulunun dosyadaki bilgi ve belgeleri incelemek suretiyle düzenledikleri 21/02/2011 tarih ve 2432 karar nolu bilirkişi raporunda sonuç olarak, K’nın 06/04/2009 tarihinde Karabük Doğum ve Çocuk Bakım Evine Pelvik Enflamatur Hastalığı tanısı ile yatırıldığı, 07/04/2009 tarihinde şifa ile taburcu edildiği, 20/07/2009 tarihinde Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesinde cilt altı yabancı cisim tanısı ile yatırılıp yabancı cisim çıkarma ameliyatı yapıldığı, genel olarak bütün batın ameliyatı, cilt ve cilt altı insizyonların kapatılmasında enjektör iğnesinin kullanılmadığı, 03/07/2009 tarihinde yapılan yüzel doku USG incelemesinde cilt, cilt altı dokusunun doğal olduğunun ve herhangi bir patolojiye rastlanmadığının belirtildiği dikkate alındığında tespit edilen yabancı cismin ameliyatla illiyet bağının bulunmadığı, söz konusu olayda cilt, cilt altı kapatılırken kırılmış iğne ucunun kalabileceği, bu tür iğne uçlarının çok ince olduğu ve hastada kalıcı bir zarara yol açmadığı, bu cihetle sağlık personelinin ve idarenin olaydaki eylemlerinin tıp kurallarına uygun olduğu görüş ve kanaatlerine yer verildiği görülmektedir.

Olayda; davalı idare personelince ameliyat edilen hastanın vücudundan üç adet kırılmış enjektör ucu şeklinde metalin çıkarıldığı, hastanın bu ameliyatın belirli bir zaman öncesinde ve daha sonrasında başka bir ameliyat geçirmediği tartışmasızdır.

Adli Tıp raporunda da bu gerçeklerin inkar edilmediği ve bir hastanın vücudundan geçirdiği ameliyattan üç ay sonra ve ameliyat bölgesinden çıkarılan üç adet metal cismin orada bulunabilmesini açıklayıcı başka bir sebep ve olasılığın ortaya konulmadığı ve dolayısıyla hastanın ameliyatı sırasında ameliyat bölgesinde bu üç cismin unutulduğu somut bir olgudur.

Bu cisimlerin hastanın ameliyat bölgesine nasıl girdiği cerrahi ve bilimsel olarak açıklanamamış ise de, davalı idarenin ameliyat ekibinden ve ameliyatın sorunsuz yürütülmesinden sorumlu olduğu gözönüne alındığında bu konuda gerekli dikkat ve özen yükümlülüğünü yerine getirmediği ve dolayısıyla davalı idarece hizmetin kötü işletildiği sonucuna varılmıştır.

Bu nedenle, olayda davalı idarenin hizmet kusuru bulunması nedeniyle Mahkemece davacıların maddi ve manevi tazminat istemi değerlendirilmek suretiyle bir karar verilmesi gerekirken, hizmet kusuru bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddi yolunda verilen mahkeme kararında hukuki isabet bulunmamaktadır. İdare Mahkemesi kararının bozulması gerekmiştir. (Danıştay 15. Dairei - Karar : 2016/4029).

Kaçak Elektrik Çarpması Nedeniyle Tam Yargı Tazminat Davası

Dava, davacıların yakını …’in, 15.11.2007 tarihinde Erzurum İli, Karayazı İlçesi, Karşıyaka Mahallesindeki davalı idarenin denetim ve gözetimi altında bulunan elektrik direğinde oluşan kaçak elektrik akımı nedeniyle ölmesinde hizmet kusuru bulunduğundan bahisle uğranıldığı ileri sürülen zarar karşılığı 80.000,00 TL maddi, 35.000,00 TL manevi tazminatın, olay tarihinden itibaren işletilecek yasal faiziyle birlikte ödenmesine karar verilmesi istemiyle açılmıştır. Erzurum 1. İdare Mahkemesince; 16.195,20 TL maddi, 35.000,00 TL manevi tazminatın, davalı idareye başvuru tarihinden itibaren işletilecek yasal faiziyle birlikte davacılara ödenmesine, fazlaya ilişkin maddi tazminat isteminin reddine karar verilmiştir.

Anayasa’nın 125. maddesinde, idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu belirtildikten sonra, son fıkrasında, idarenin kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü olduğu hükme bağlanmış; 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2/1-b maddesinde ise, idari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar tarafından açılan tam yargı davaları, idari dava türleri arasında sayılmıştır. İdare kural olarak, yürüttüğü kamu hizmetiyle nedensellik bağı kurulabilen zararları tazminle yükümlü olup; idari eylem ve/veya işlemlerden doğan zararlar, idare hukuku kuralları çerçevesinde, hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk ilkeleri gereği tazmin edilmektedir. İdarenin yürütmekle görevli olduğu bir hizmetin kuruluşunda, düzenlenişinde veya işleyişindeki nesnel nitelikli bozukluk, aksaklık veya boşluk olarak tanımlanabilen hizmet kusuru; hizmetin kötü işlemesi, geç işlemesi veya hiç işlememesi hallerinde gerçekleşmekte ve idarenin tazmin yükümlülüğünün doğmasına yol açmaktadır. Bu bağlamda hizmet kusuru, özel hukuktaki anlamından uzaklaşarak nesnelleşen, anonim bir niteliğe sahip, bağımsız karakteri olan bir kusurdur. Hizmet kusurundan dolayı sorumluluk, idarenin sorumluluğunun doğrudan ve asli nedenini oluşturmaktadır.

Dosyanın incelenmesinden, davacılar yakını …’in 15.11.2007 tarihinde saat 12:00 sıralarında okula giderken, … isimli şahsa ait evin yanında bulunan elektrik direği ile ağaç telefon direği arasına bağlanan çamaşır teline dokunduğu ve çamaşır telinde bulunan elektrik akımına kapılarak öldüğü; İlçe jandarma Komutanlığınca düzenlenen 15.11.2007 tarihli olay yeri inceleme raporunda, …’e ait evin yanında bulunan elektrik direğinden, ağaç telefon direğine metal tel çekildiği, çekilen telin orta kısmından kopuk ve uçlarının yere temas etmiş vaziyette olduğu, …’e ait eve giden elektrik hattının şebekeye bağlantı yerinin usulüne uygun olmadığı ve düzensiz bağlantı yapılmış olduğu, elektrik direğinden …’e ait eve giden elektrik hattının bağlantı uçlarının yapılan incelemesinde ise, bağlantılardan birinin elektrik direğinin metal kısmına sarılmış ve bu sarılan kablonun yer yer izolasyonunun soyulmuş olduğu, bu soyulan kısmın metal direğe teması sonucu elektrik kaçağının oluştuğu, izolasyonun hava şartlarının etkisi ve zamanla soyulduğu tespitlerine yer verildiği anlaşılmaktadır.

Olayın meydana gelmesinde davalı idarenin hizmet kusurunun bulunup bulunmadığının tespit edilmesi amacıyla dosya üzerinden yaptırılan bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen ve idare mahkemesince hükme esas alınan 21.03.2010 tarihli bilirkişi raporunda; davalı … Elektrik Dağıtım A.Ş.’nin davaya konu olayın meydana geldiği metal gövdeli elektrik dağıtım hattı direğinin (köy evini besleyen elektrik hattı hariç) denetimi ve muayene edilmesinden mesul olduğu, söz konusu kazanın meydana geldiği mahalde bulunan metal gövdeli iletim hattı direğinin koruma topraklamasının olmadığı, oysa insanların bulunduğu ya da girip çıktığı binaların yakınında bulunan direklerin can (insan hayatı) ve mal güvenliği için topraklamasının yapılmasının gerektiği, söz konusu iletim hattı ve taşıyıcı direğin cana ve mala zarar vermeyecek / tehlike oluşturmayacak şekilde tesis edilmesi gerektiği, bu hali ile; tesis şeklinin uygun olmadığı ve davalı idarenin yükümlülüklerini yerine getirmemiş olduğu, bu itibarla davalı idarenin ölüm olayının meydana gelmesinde % 40 oranında kusurlu olduğu, davalı idareye ait metal gövdeli elektrik dağıtım hattı direği ile ağaç gövdeli telefon hattı direği arasına, çamaşır asmak amaçlı … tarafından bağlanan metal iletken tele, oyun amaçlı olarak elleri ile asılan maktul …’in, kaçak elektrik akımına kapılarak ölmesinde maktulün babasının da kusurlu olduğu görüşüne yer verilmiş, ancak babaya atfedilen kusurun sebebinin ne olduğu belirtilmemiştir.

Olay sonrası Karayazı Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülen soruşturma kapsamında düzenlenen 23.07.2008 tarihli bilirkişi raporunda ise; Elektrik Kuvvetli Akım Tesisleri Yönetmeliğinin 42. maddesi hükümlerine aykırı bağlantı yapan ev sahibi …’in olayın meydana gelmesinde 1. derecede kusurlu olduğu, köy sınırları içerisinde yer ENH ve dağıtım hatlarının doğurabileceği tehlikeler hakkında köy halkını uyarmayan, gerekli önlemleri almayan ve köyde usulsüz elektrik bağlantısı yapıldığını gereldi mercilere haber vermeyen köy muhtarı ile yöreye diktikleri elektrik yüksek gerilim hatlarıyla ilgili olarak yönetmelik gereği yapılması gereken periyodik bakım ve denetimleri yapmayan, elektrik direklerinde meydana gelmesi muhtemel arızalara ve vatandaşlar tarafından yapılması muhtemel müdahalelere karşı denetim yapması gerekirken yapmayan TEDAŞ görevlilerinin olayın meydana gelmesinde 2. derecede kusurlu olduğu, çocuklarına gereken ihtimamı göstermeyen elektriğin tehlikeleri konusunda çocuklarını eğitmeyen anne ve babanın da olayın meydana gelmesinde 3. derecede kusurlu olduğu tespitlerine yer verilmiş; anılan soruşturma sonrasında köy muhtarı … ve TEDAŞ görevlisi … hakkında, Karayazı Kaymakamlığınca 4483 sayılı Kanun uyarınca Soruşturma izni verilmemesi nedeniyle, anne … ve baba … hakkında ise Türk Ceza Kanun’un 22/6 maddesi uyarınca, şüphelilerin çocuklarım kaybetmeleri nedeniyle aşırı derecede mağdur olmaları nedeniyle kovuşturmaya yer olmadığına karar verildiği; … hakkında ise taksirle ölüme neden olma suçunu işlediğinden bahisle iddianame düzenlendiği, Karayazı Asliye Ceza Mahkemesinin 08.02.2010 tarih ve E:2009/l, K:2010/14 sayılı kararı ile …’in taksirle ölüme neden olma suçundan cezalandırılmasına, 5271 sayılı Kanun’un 231. maddesi uyarınca hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verildiği görülmektedir.

Davacıların maddi zararının hesaplanması amacıyla yaptırılan bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen 15.06.2009 tarihli bilirkişi raporunda, Anne D’nin zararı 17.693,24 TL, baba E’nin zararı 22.795,75 TL olarak hesaplanmış, İdare Mahkemesince, 21.03.2010 tarihli bilirkişi raporunda belirlenen kusur oranları esas alınmak suretiyle maddi tazminata hükmedilmiştir.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 31. maddesinin atıfta bulunduğu 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 266. maddesinde, “Mahkeme, çözümü hukuk dışında, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hâllerde, taraflardan birinin talebi üzerine yahut kendiliğinden, bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasına karar verir.” kuralına yer verilmiştir.

Bilirkişiye başvurulmasındaki amacın, hukuka uygun karar verebilmek için gerekli verilere ulaşmak olduğu göz önünde tutulduğunda; özel ve teknik bilgiyi gerektiren uyuşmazlıklarda, İdare Mahkemelerince bilirkişilik kurumuna başvurulması veya mevcut bilirkişi raporunun değerlendirilmesi zorunlu ise de; bilirkişilerce düzenlenen rapora her durumda uyulması zorunluluğu bulunmamaktadır. Daha açık bir anlatımla, Mahkemece, raporun yetersiz ya da çelişkili görülmesi üzerine, aynı bilirkişilerden ek rapor istenilebileceği veya başka bilirkişilere yeni bir inceleme yaptırılabileceği gibi; teknik bilgiye sahip bilirkişilerce ortaya konulan tespit ve veriler doğrultusunda (bu tespitler esas alınmak ve bu tespitlerle uyumlu olmak kaydıyla) raporda varılan sonuçtan farklı bir sonuca varılması halinde, söz konusu farklılığın gerekçelendirilmesi suretiyle rapor dışında bir karara varılabileceğinin de kabulü gerekmektedir. Esasen bu husus, yargı yetkisinin, hukuka ve vicdani kanaate uygun olarak kullanılmasının doğal sonucudur.

İdare Mahkemesince hükme esas alınan bilirkişi raporunda, olayın meydana gelmesinde maktulün babasının da kusurlu olduğu görüşüne yer verilmiş, ancak babaya atfedilen kusurun sebebinin ne olduğu belirtilmemiş; Karayazı Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülen soruşturma kapsamında düzenlenen 23.07.2008 tarihli bilirkişi raporunda ise, çocuklarına gereken ihtimamı göstermeyen elektriğin tehlikeleri konusunda çocuklarını eğitmeyen anne ve babanın da olayın meydana gelmesinde 3. derecede kusurlu olduğu tespitlerine yer verilmiştir.

Davacılar yakınının, elektrik direği ile telefon direği arasına çamaşır asmak için çekilen tele oyun oynamak amacıyla tutunduğu esnada, çamaşır telinde bulunan elektrik akımına kapılarak öldüğü çekişmesizdir. Uyuşmazlık konusu olayda, çamaşır asmak amacıyla kullanılan bir telde elektrik akımı olmasının hayatın olağan akışına aykırı olduğu, dolayısıyla davacı anne ve babadan çocuklarını bu konuda uyarmaları ya da eğitmelerinin beklenemeyeceği, bu sebeple olayın meydana gelmesinde davacı anne ve babaya atfedilebilir kusur olmadığı sonucuna varıldığından, anılan bilirkişi raporlarında yer alan aksi yöndeki tespitlere itibar edilmemiştir. Bu durumda, İdare Mahkemesince, davacıların olayın meydana gelmesinde kusurlarının bulunmadığı dikkate alınmak suretiyle maddi tazminat istemi hakkında karar verilmesi gerekmekte olup; temyize konu kararın davanın reddine ilişkin kısmında hukuki isabet görülmemiştir. (Danıştay 10. Daire - Karar : 2015/3710).

Taşınmazın Kamulaştırılmadan Tasarruf Yetkisinin Kısıtlanması ve Tazminat Davası

Dava, Kayseri İli, Kocasinan İlçesi, Tanpınar Mahallesi (Argıncık Köyü Kulakçayır Mevkii) 6927 ada, 2 parsel sayılı taşınmazın uzun yıllardır kamulaştırılmayarak, mülkiyet hakkının kısıtlanması nedeniyle uğranıldığı ileri sürülen maddi zararın faiziyle birlikte tazminine karar verilmesi istemiyle açılmış; İdare Mahkemesince, dava dosyasının ve Kayseri 5. Asliye Hukuk Mahkemesince mahallinde yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucu hazırlanan raporun birlikte değerlendirilmesinden; taşınmazdaki mülkiyet hakkı kısıtlandıktan sonraki beş yıllık süre içinde kamulaştırılmamak suretiyle mülkiyet hakkının süresi belirsiz bir zaman diliminde kısıtlanması durumunun davacı açısından gerçekleştiği, taşınmaz malın değerinin hesaplanarak ilgilisine ödenmesi dışında başka bir yolun kalmadığı gerekçesiyle tazminat isteminin kabulüne karar verilmiş, bu karar davacılar vekili tarafından vekalet ücreti yönünden, davalı idare tarafından işin esası bakımından temyiz edilmiştir.

2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa 07.09.2016 tarihinde yürürlüğe giren 6745 sayılı Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi İle Bazı Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 33. maddesi ile eklenen Ek Madde 1’de; “Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle mülkiyet hakkının özüne dokunacak şekilde tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında, uygulama imar planlarının yürürlüğe girmesinden itibaren beş yıllık süre içerisinde imar programları veya imar uygulamaları yapılır ve bütçe imkânları dâhilinde bu taşınmazlar ilgili idarelerce kamulaştırılır veya her hâlde mülkiyet hakkını kullanmasına engel teşkil edecek kısıtlılığı kaldıracak şekilde imar planı değişikliği yapılır/yaptırılır. Bu süre içerisinde belirtilen işlemlerin yapılmaması hâlinde taşınmazların malikleri tarafından, bu Kanunun geçici 6 ncı maddesindeki uzlaşma sürecini ve 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemleri tamamlandıktan sonra taşınmazın kamulaştırmasından sorumlu idare aleyhine idari yargıda dava açılabilir.

Birinci fıkra uyarınca dava açılması hâlinde taşınmazın ya da üzerinde tesis edilen irtifak hakkının dava tarihindeki değeri, mahkemece; bu Kanunun 15 inci maddesine göre bilirkişi incelemesi yapılarak, taşınmazın hukuken tasarrufunun kısıtlandığı veya fiilen el konulduğu tarihteki nitelikleri esas alınmak suretiyle tespit edilir ve taşınmazın veya hakkın idare adına tesciline veya terkinine hükmedilir.

Bu madde kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılacak dava ve takiplerde, bu Kanunun geçici 6 ncı maddesinin üçüncü, yedinci, sekizinci ve on birinci fıkra hükümleri, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce açılan ancak henüz karara bağlanmayan veya kararı kesinleşmeyen davalara bu madde hükümleri, kesinleşen ancak henüz ödemesi yapılmayan kararlar hakkında ise geçici 6 ncı maddenin üçüncü, sekizinci ve on birinci fıkra hükümleri uygulanır.

Bu Kanunun geçici 6 ncı maddesinin sekizinci fıkrası uyarınca ayrılması gereken yüzde iki oranındaki ödenekler, yüzde dört olarak ayrılır. İlave olarak ayrılan yüzde iki oranındaki ödenekler, münhasıran bu ek madde ile geçici 11 inci, geçici 12 nci maddeler kapsamında yapılacak ödemelerde kullanılır. Yapılacak ödemelerin toplam tutarının ilave olarak ayrılan ödeneğin toplamını aşması hâlinde, ödemeler, en fazla on yılda ve geçici 6 ncı maddenin sekizinci fıkrası hükmüne göre yapılır.” hükmüne yer verilmiştir.

2942 sayılı Kanuna 6745 sayılı Kanunun 34. maddesi ile eklenen Geçici Madde 11’de ise; “Bu Kanunun ek 1 inci maddesinin birinci fıkrası kapsamında kalan ve bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında aynı fıkrada belirtilen süre, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlar.

Bu Kanunun ek 1 inci maddesinin üçüncü fıkrası hükmü, bu madde kapsamında kalan taşınmazlara ilişkin dava ve takipler hakkında da uygulanır.” hükmü yer almaktadır.

Yukarıda yer verilen düzenlemeye göre; uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle mülkiyet hakkının özüne dokunacak şekilde tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında, uygulama imar planlarının yürürlüğe girmesinden itibaren beş yıllık süre içerisinde imar programları veya imar uygulamaları yapılması ve bütçe imkânları dâhilinde bu taşınmazların ilgili idarelerce kamulaştırılması veya imar planı değişikliği yapılması/yaptırılması zorunluluğu getirilerek bu konuda vatandaşların karşılaştıkları mağduriyetlerin giderilmesi, bu kapsamda kalan taşınmazların bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren en geç beş yıllık süre içerisinde bütçe imkanları dahilinde ilgili idarelerce kamulaştırılması veya taşınmazların mevcut imar planı bulunup bulunmadığı veya imar planı yapılabilecek yerlerden olup olmadığı durumununa göre imar planı/imar uygulaması/toplulaşma yapılmak/yaptırılmak suretiyle başka yerden mümkün ise müstakil, değilse hisseli parsel verilmesi veyahut taşınmazların tahliye edilerek kullanıma imkan verecek biçimde malikine iade edilmesi amaçlanmıştır.

Kanunda düzenlenen 5 yıllık sürenin ek 1. madde kapsamında kalan ve bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce tasarruf hakkı kısıtlanan taşınmazlar hakkında da bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlayacağı, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce açılan ancak henüz karara bağlanmayan veya kararı kesinleşmeyen davalara da bu madde hükümlerinin uygulanacağı sonucuna ulaşılmaktadır.

Bu durumda, yeni yasal düzenleme uyarınca bu aşamada hukuken uyuşmazlığın esası hakkında karar verme olanağı bulunmadığından, İdare Mahkemesince bu hususlar göz önünde bulundurularak yeniden bir karar verilmesi gerekmektedir.

Öte yandan, sonradan yürürlüğe giren yasa maddeleri nedeniyle uyuşmazlıkta tarafların haklılık oranı belirlenemediğinden, bozma kararı üzerine verilecek kararda maktu olan vekalet ücretinin ve yargılama giderlerinin davacılar üzerinde bırakılamayacağı açıktır. (Danıştay 6. Dairesi - Karar: 2016/4782).

Devlet Hastanesinde Hastanın Yoğun Bakıma Alınmaması ve Komplikasyon Sonucu Ölümü

Adli Tıp Kurumu raporunda, kişinin ölümüne neden olan sigmoid kolon yaralanması, intraabdominal enfeksiyonu ve nekrotizan fasiitin yapılan histerektomi ameliyatına bağlı gelişen komplikasyonlar olduğu, kişiye histerektomi yapılması kararı ve sonrası gelişen komplikasyonlara yönelik yapılan işlemlerin tıp kuralları uygun olduğu belirtilmektedir.

Komplikasyon; tıbbi standarda uygun bir müdahale yapılmış olmasına ve her türlü tedbir alınmış olmasına rağmen meydana gelen zararlar olarak tanımlanabilmektedir.

Jinekolojik batın ameliyatlarında, uterus ve overlerin barsaklar ile anotomik komşuluğu nedeniyle yapışıklıklarına bağlı olarak barsaklar komplikasyon olarak zedelenebilmektedir.

Histerektomi ameliyatını yapan doktor tarafından, operasyonda sigmoid kolun uterusun arka duvarına yapışık olduğunun görüldüğü, bu tarz yapışıklıkların malinite veya önceden geçirilmiş infeksiyona sekonder olarak gelişebileceği, yapışıklıklar açıldıktan sonra histerektomi ameliyatı gerçekleştirildiği, histerektomi sonrasında barsakların tekrar kontrol edildiği, herhangi bir barsak hasarına rastlanılmadığı, ancak ameliyatlardaki barsak açılmalarının bazılarının gözle görülmeyecek şekilde ufak da olabileceği belirtilmiştir. Bu tür ameliyatlarda, yapışıklık durumunda barsak delinmesi öngörülebilir bir komplikasyon olup, komplikasyonla mücadele adına organlarda hasar olup olmadığına ilişkin ileri tetkik yapılması gerekirken yapılmadığı, hastanın durumunun kötüleşmesi üzerine ameliyattan iki gün sonra pulmoner emboli ön tanısı ile kaldırıldığı dahiliye yoğun bakım ünitesinde tekrar ameliyata alındığı sırada barsak perforasyonunun fark edilip onarıldığı görülmektedir.

Ayrıca hastada nekrotizan fasiitis gelişmesi nedeniyle organ debridmanı yapıldığı, hastanın genel cerrahi yoğun bakımında tedavi görmesi gerektiğinin düşünülmesine rağmen hastanın anılan servise alınmadığı, hastanın takibinin yapıldığı dahiliye yoğun bakım ünitesince, ameliyattan sonra, hastanın sekonder iyileşmeye bırakılan açık karnına ait pansumanlarının yapılarak cerrahi alanın takibi için kadın doğum, genel cerrahi ve plastik cerrahi bölümlerine danışıldığı, plastik cerrahinin bu pansumanın deriyi geçmiş olması nedeniyle kendileri tarafından yapılamayacağını ilettikleri, ancak günlük olarak hastayı izlemlerine devam ettikleri, kadın doğum bölümünün bu bakımı genel cerrahi bölümü ile yapabileceklerini ileterek hastayı günlük olarak izledikleri, yara bakımını genel cerrahi katılsa ya da katılmasa da kendileri yapmaya devam ettikleri ifade edilmektedir.

Her ne kadar, davalı idarece genel cerrahi yoğun bakım ünitesinde yer olmaması nedeniyle hastanın genel cerrahi yoğun bakım ünitesine alınmadığı belirtilmekte ise de, anılan üniversite hastanesinde görevli doktor ifadesinde hastanın genel cerrahi servisine tedavisinin üstlenilmemesi nedeniyle alınmadığı, bir başka ifade de ise genel cerrahi bölümünün hastanın cerrahi yoğun bakıma devir alınmasını gerekli bulmadığının belirtildiği, hastanın genel cerrahi yoğun bakım ünitesinde yer olmaması nedeniyle kabul edilmediğine ilişkin ifadeye rastlanılmadığı görülmektedir.

Yukarıda anlatımı yapılan hususların birlikte değerlendirilmesinden; histerektomi operasyonundan sonra ortaya çıkan komplikasyonlarla mücadele esnasında yaşananların (genel cerrahi yoğun bakımında hastanın takip edilmesi gerekirken bir türlü anılan servise alınmaması, barsak delinmesinin tespitine yönelik yeterli tetkik yapılmaması) davalı idarece komplikasyonla mücadelede kendinden beklenen özeni göstermediği, hastanın ölümüyle sonuçlanan bu sürecin hasta yakınları üzerinde tahribat yarattığı, davacılarda, annelerinin tedavisinin gerektiği gibi yürütülmediği yönünde şüphe, endişe ve üzüntüye yol açtığı anlaşılmaktadır.

Hal böyle olunca, davacıların maruz kaldığı acı, elem ve üzüntünün hafifletilebilmesi amacıyla davacılar lehine manevi tazminata hükmedilmesi gerekirken, manevi tazminat isteminin reddi yolunda verilen Mahkeme kararında hukuki isabet görülmemiştir (Danıştay 15. Dairesi - Karar : 2016/3888).

Ödeme Emrinin İptali Davası ve İdari Para Cezasının Dayandığı İşlemin İptali

Dava; 4077 sayılı Tüketiciyi Koruma Kanunu’na göre verilen idari para cezasının tahsili amacıyla düzenlenen 21/01/2014 tarih ve 20140121665000000684 sayılı 87.915,00-TL tutarlı ödeme emrinin iptali istemiyle açılmıştır.

Davacı tarafından, ödeme emrinin dayanağı işlemin iptali için açılan davada her ne kadar Mahkemece davanın reddine karar verilmiş ise de anılan kararın temyiz edildiği, Danıştay’ca lehe bozma hükmü verildiğinden ilgili Mahkemenin kararı beklenmeksizin davanın reddine karar verilmesinin usul ve yasaya aykırı olduğu ileri sürülmekte, Mahkeme kararının temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir.

Dosyanın incelenmesinden; dava konusu ödeme emrinin dayanağı olan idari para cezasının iptali istemiyle açılan davada, dava konusu işlemde ve temyize konu mahkeme kararında bu yönüyle hukuka uygunluk görülmediği gerekçesiyle bozulduğu anlaşılmıştır.

Bu durumda; dava konusu ödeme emrinin dayanağı olan idari para cezasının iptali istemiyle açılan davada, Ankara 15. İdare Mahkemesi’nin davanın reddine ilişkin kararının Danıştay Onbeşinci Dairesi’nin 09/12/2014 tarih ve E:2014/6286; K:2014/9371 sayılı kararı ile bozulduğu görüldüğünden, İdare Mahkemesi’nce bu husus dikkate alınarak yeniden bir karar verilmesi gerekmektedir (Danıştay 15. Dairesi - Karar : 2016/784).

Tam yargı davası; idari yargılama usulünün uygulandığı özel hukuk yargılamalarından farklı delil toplama, ispat ve yargılama usulleri bulunan idare hukukuna özgü bir tazminat ve alacak davası olduğundan, davanın bir idari dava avukatı tarafından açılmasında yarar vardır.


Avukat Baran Doğan

UYARI

Web sitemizdeki tüm makale ve içeriklerin telif hakkı Av. Baran Doğan’a aittir. Tüm makaleler hak sahipliğinin tescili amacıyla elektronik imzalı zaman damgalıdır. Sitemizdeki makalelerin kopyalanarak veya özetlenerek izinsiz bir şekilde başka web sitelerinde yayınlanması halinde hukuki ve cezai işlem yapılacaktır. Avukat meslektaşların makale içeriklerini dava dilekçelerinde kullanması serbesttir.

Makale Yazarlığı İçin

Avukat veya akademisyenler hukuk makalelerini özgeçmişleri ile birlikte yayımlanmak üzere avukatbd@gmail.com adresine gönderebilirler. Makale yazımında konu sınırlaması yoktur. Makalelerin uygulamaya yönelik bir perspektifle hazırlanması rica olunur.

Paylaş
RSS