Korkutma (İkrah) Şartları, İspat ve Sözleşmeye Etkisi
(HGK-K.2021/304)
Hukuki işlem, hukuk düzenince bizzat belirlenen şart ve sınırlar içinde, kişinin arzu ettiği amaçlara uygun hukuki sonuçlar doğuracağını kabul ettiği irade beyanıdır. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere irade açıklaması, bir hukuki işlemin temel kurucu unsurudur. Bu nedenle hukuki işlemin geçerli ve amacına uygun bir hukuki sonuç doğurabilmesi için o hukuki işlemi yapan kişi veya kişilerin sağlıklı bir şekilde oluşmuş iradelerinin bulunması ve yine bu iradelerinin istenilen hukuki sonuca uygun şekilde açıklanması gerekmektedir. Ancak çeşitli nedenlerle kişinin işlem iradesi oluşum ya da açıklama aşamasında sakatlanabilir. Bu sakatlık, iradenin özgür bir biçimde oluşmadığını veya gerçek iradeye uygun şekilde açıklanmadığını gösterir.
Bir sözleşme yapılırken taraflardan birinin işlem iradesinin oluşum veya beyanı aşamasında ortaya çıkan sakatlıklara irade bozukluğu denir (Eren, F.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 22. b., Ankara 2017, s. 392).
İrade bozukluğu hâlleri mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nda (BK) “Rızadaki fesat” başlığı altında “Hata”, “Hile” ve “İkrah” olarak 23 ila 31. maddeler arasında hükme bağlanmış iken, 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 30 ila 39. maddeleri arasında bu defa “Yanılma”, “Aldatma” ve “Korkutma” başlıkları altında düzenlenmiştir.
Türk hukukunda irade bozukluğuna bağlanan yaptırım ise bir kesin hükümsüzlük (butlan) hâli değildir.
Mülga BK’nın 23 ve devamı maddelerinde “…ilzam olunamaz.” (BK.23), “…o akit ile ilzam olunmaz.” (BK.28), “…kendi hakkında lüzum ifade etmez” (BK.29/I), TBK’nda ise (yeni BK) “… bağlı olmaz.” (TBK.30), “…sözleşmeyle bağlı değildir.” (TBK.36 ve 37/1) şeklindeki ibareler kullanılmak suretiyle irade bozukluğuyla yapılan sözleşmelerin, iradesi hata, hile veya ikrahla sakatlanan kimseyi bağlamayacağı öngörülmüş ve bu kişiye belli bir süre içerisinde kullanabileceği iptal hakkı tanımıştır. Ancak karşı taraf sözleşme ile bağlı olup, irade bozukluğu hâllerinin yaptırımı tek taraflı bağlamazlıktır. Görüleceği gibi irade bozukluğu hâlleri, tüm hukuki işlemler yönünden oldukça önem taşımakta ve koşulları oluştuğu takdirde yapılan işlemin iptal edilmesi sonucunu doğurmaktadır.
Kanunlarımızda iradeyi bozan sebepler üç durum olarak hüküm altına alınmış olup, yanılma (hata), aldatma (hile) ve korkutma (ikrah) gerçekleşme biçimleri bakımından birbirinden farklıdırlar. Ayrıca irade bozukluğu sadece sözleşmelere özgü bir sakatlık hâli olmayıp, tek taraflı hukuki işlemler için de geçerlidir.
Korkutma (ikrah); bir kişinin yapmak istemediği bir hukuki işlemi, yapmadığı takdirde kendisinin veya yakınlarından birinin zarara uğratılacağı tehdidiyle yapması hâlinde ortaya çıkar. Böyle bir durumda kişinin gerçek iradesi ile korkutma sonucunda açıkladığı iradesi birbiriyle uyumlu değildir. Korkutma hâlinde bozukluk iradenin beyanında değil, iradenin oluşumundadır.
TBK’nın 37/1. (BK m. 29/1.) maddesine göre taraflardan biri, diğerinin veya üçüncü bir kişinin korkutması sonucu bir sözleşme yapmışsa, sözleşmeyle bağlı değildir. Ancak bir sözleşmenin korkutma ile sakatlanabilmesi, diğer bir anlatımla korkutmanın hukuken dikkate alınabilmesi için bazı şartların varlığı aranır. Bu şartlar, somut olayda iptal istemine konu temlikin yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan 818 sayılı BK’nın “İkrahın şartları” başlığını taşıyan 30. maddesinde; “İkrah olunan taraf, hal ve mevkiine nazaran kendisinin yahut yakın akrabasından birinin hayat veya şahıs veya namus yahut malları ağır ve derhal vukubulacak bir tehlikeye maruz olduğuna kanaat getirdiği takdirde ikrah, muteber addolunur. Bir hakkın veya kanuni salahiyetin isteneceği ve kullanılacağı tehdidi ile müzayakaya düçar olan kimsenin yaptığı akit, tehdit eden için fahiş menfaatler temin etmiyorsa; bu tehdit, ikrahı muteber addolunmaz. Fakat fahiş menfaatler istihsali için tehdit olunan tarafın müzayaka halinde bulunmasından istifade olunmuş olursa bu korku nazara alınır” şeklinde düzenleme altına alınmıştır.
Bu maddeye göre öncelikle diğer tarafın belirli bir hukuki işlemi yapması için onu korkutmaya yönelik bir eylemin bulunması ve bu eylemin hukuka aykırı olması gerekir. Bu eylem, korkutulan kişinin irade ve kararına etki etme amacıyla gerçekleştirilmelidir. Bir hakkın veya kanundan doğan bir yetkinin kullanılacağı tehdidi ile (dava açılacağı, icra takibi yapılacağı, şikayet hakkının kullanılacağı gibi) sözleşme yapıldığında ise bu hakkı veya yetkiyi kullanacağını açıklayanın, diğer tarafın zor durumda kalmasından aşırı bir menfaat sağlamış olması hâlinde, korkutmanın varlığı kabul edilir. Bu hükümle kişilerin hak ve yetkilerini kanunun öngördüğü amaç ve sınırın dışına çıkarak, bir sözleşmenin yapılmasında tehdit unsuru olarak kötüye kullanılması engellenmek istenmiştir.
İkinci olarak eylemin karşı tarafta esaslı bir korku uyandırmış olması, yani karşı tarafın kendisine veya yakınlarına yönelmiş ağır bir tehlike söz konusu olmalıdır. Bu tehlike, onların hayat ya da kişilik haklarına yönelik olabileceği gibi namus yahut mal varlığına yönelik de olabilir. Belirtilmelidir ki tehdidin yöneldiği hayat, kişilik hakları, namus gibi olgular Kanun’da sınırlayıcı olarak sayılmamıştır. Yine tehdit karşı tarafın kendisine ya da yakın akrabalarından birine yönelmiş olabilir. Ancak “yakın akraba” deyiminden kişinin sadece kan bağı ile bağlı olduğu akrabaları değil, kendilerine bağlı olduğu yakın çevresini oluşturan kişiler anlaşılmalıdır. Nitekim 6098 sayılı TBK’nın 38. maddesinde “yakın akraba” ibaresi yerine, “yakınlarından biri” ibaresi kullanılmıştır. Tehdidin esaslı olup olmadığı ise korkutulan kişinin hâl ve mevkiine yani tehdide maruz kalan kişinin sübjektif durumuna (kadın veya erkek oluşu, yaşı, kültürü, yetişme tarzı, mesleği, eğitim ve ekonomik durumu vb.) göre belirlenmelidir. Bu belirlemenin her somut olayın kendi özelliklerine göre yapılacağı kuşkusuzdur. Tüm bu açıklamalar karşısında her türlü tehdit eyleminin değil de ancak Kanun’un aradığı ağırlıktaki korkutmanın karşı tarafın karar verme serbestisini ortadan kaldırarak iradeyi sakatlayacağı açıktır. Bunun için de kişinin yapılan korkutma eylemi sonucunda kendisi veya yakınlarından birinin zarara uğrayacağı endişesini ciddi olarak taşıması gerekir.
Üçüncü şart ise tehdidin derhal vuku bulacak bir tehlikeye ilişkin olmasıdır. Diğer bir anlatımla tehlike yakın olmalıdır. Kanun, tehlikenin hem ağır hem de yakın olmasını aramaktadır. Bu hükümden her tehdidin değil de sadece “ağır ve derhal vuku bulacak bir tehlike” oluşturan eylemlerin iptal nedeni oluşturacağı sonucu çıkmaktadır. Yakın tehlike ise tehdit edilen kişiye tehlikeyi önlemek için gerekli tedbirlere başvurma imkânı bırakmayan tehlikedir. Tehlikeyi önleme olanağı mevcut ise yakın bir tehlikenin varlığından bahsedilemez. Korkutmanın açıklanan bu koşulları 6098 sayılı TBK’nın 38/1. maddesinde; “Korkutulan, içinde bulunduğu durum bakımından kendisinin veya yakınlarından birinin kişilik haklarına ya da malvarlığına yönelik ağır ve yakın bir zarar tehlikesinin doğduğuna inanmakta haklı ise, korkutma gerçekleşmiş sayılır” şeklinde ifade edilmiştir.
Son şart ise korkutma eylemi ile yapılan sözleşme arasında illiyet bağının bulunmasıdır. İlliyet bağının bulunması için de korkutmanın, korkutulan kişinin işlem yapma iradesi üzerinde doğrudan etki etmesi ve hukuki işlem ya da sözleşmenin ikrahın etkisiyle yapılmış olması gerekir. Sebep sonuç bağının varlığını kabul için korkutma konusu tehlikenin gerçekleşme ihtimalinin sözleşmenin kurulduğu anda mevcut olup, devam etmesi gerekir.
Korkutma (ikrah) ile beden üzerinde fiziki kuvvet kullanmanın (zorlamanın) farklı şeyler olduğunu da belirtmek gerekir. Zorlama maddi ve manevi olabilir. TBK’nın 37 ile 38. maddelerinde düzenlenen korkutma manevi zorlama durumunda söz konusu olur. Korkutma, korkutulanın zihince istenilen şekilde karar vermeye zorlayıp yönelten bir eylemdir. Kişinin bedeni üzerinde kullanılan kuvvet (maddi zor) hâlinde ise kişinin hiçbir şekilde sözleşme yapma iradesi bulunmadığından sözleşmenin kurulduğundan söz edilemez.
Diğer taraftan hâkim, taraflar arasında uyuşmazlık konusu olan vakıaların gerçekleşip gerçekleşmediğini kural olarak kendiliğinden araştıramaz. Bir olayın gerçekleşip gerçekleşmediğini taraflar ispat etmelidir. Bir davada ispat yükünün hangi tarafa ait olacağı hususu; 4721 sayılı TMK’nın 6. maddesinde, “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür” şeklinde düzenlendiği gibi usul hukukunun en önemli konularından biri olan ispat yükü kuralı, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 190. maddesinde de “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir” şeklinde hüküm altına alınmıştır. Bu hükümler uyarınca ispat yükü, korkutma (ikrah) nedeniyle iradesinin sakatlandığını ileri süren davacı tarafa aittir. Davacının ikrahın varlığını yukarıda açıklanan koşullar kapsamında ispat etmesi gerekir.
Ayrıca, hata, hile ve ikrah iddialarının senede bağlanması mümkün olmadığından senetle ispat edilmesinde maddi imkânsızlık vardır. Bu nedenle hukuki işlemlerdeki irade bozukluğu iddiaları, HMK’nın 203/1-ç maddesinde senede karşı senetle ispat zorunluluğunun istisnaları arasında sayılmıştır. Sözleşme resmî senetle yapılmış olsa dahi TMK’nın “Resmî belgelerle ispat” kenar başlıklı 7. maddesi “Resmî sicil ve senetler, belgeledikleri olguların doğruluğuna kanıt oluşturur. Bunların içeriğinin doğru olmadığının ispatı, kanunlarda başka bir hüküm bulunmadıkça, her hangi bir şekle bağlı değildir” hükmünü taşıdığından, korkutma (ikrah) olgusunun tanık dâhil her türlü delille ispatı mümkündür.
Avukat Baran Doğan
UYARI
Web sitemizdeki tüm makale ve içeriklerin telif hakkı Av. Baran Doğan’a aittir. Tüm makaleler hak sahipliğinin tescili amacıyla elektronik imzalı zaman damgalıdır. Sitemizdeki makalelerin kopyalanarak veya özetlenerek izinsiz bir şekilde başka web sitelerinde yayınlanması halinde hukuki ve cezai işlem yapılacaktır. Avukat meslektaşların makale içeriklerini dava dilekçelerinde kullanması serbesttir.
Makale Yazarlığı İçin
Avukat veya akademisyenler hukuk makalelerini özgeçmişleri ile birlikte yayımlanmak üzere avukatbd@gmail.com adresine gönderebilirler. Makale yazımında konu sınırlaması yoktur. Makalelerin uygulamaya yönelik bir perspektifle hazırlanması rica olunur.