0 212 652 15 44
Çalışma Saatlerimiz
Hafta İçi 09.00 - 18.00

Taksir

TCK Madde 22

(1) Taksirle işlenen fiiller, kanunun açıkça belirttiği hallerde cezalandırılır.

(2) Taksir, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir.

(3) Kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi halinde bilinçli taksir vardır; bu halde taksirli suça ilişkin ceza üçte birden yarısına kadar artırılır.

(4) Taksirle işlenen suçtan dolayı verilecek olan ceza failin kusuruna göre belirlenir.

(5) Birden fazla kişinin taksirle işlediği suçlarda, herkes kendi kusurundan dolayı sorumlu olur. Her failin cezası kusuruna göre ayrı ayrı belirlenir.

(6) Taksirli hareket sonucu neden olunan netice, münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından, artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olmasına yol açmışsa ceza verilmez; bilinçli taksir halinde verilecek ceza yarıdan altıda bire kadar indirilebilir.



TCK Madde 22 Gerekçesi

Madde metninde taksire ilişkin hükümlere yer verilmiştir.

Suçlar, kural olarak kasten işlenirler. Ancak, istisnaen taksirle işlenen belli fiiller de kanunlarda suç olarak tanımlanmaktadır.

Taksirli suçların belirgin özelliği, icrai veya ihmali şekilde olabilen iradi hareketin varlığı ve kanunî tanımda yer alan unsurlardan birinin öngörülmemiş olmasıdır. Fakat bu öngörmemenin, “gerekli dikkat ve özen” yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla ortaya çıkması gerekir. Çünkü, gerekli dikkat ve özen gösterilmediği için kanunda tanımlanmış olan neticenin gerçekleşeceği öngörülmemiştir.

Bu dikkat ve özen yükümlülüğünün belirlenmesinde, failin kişisel yetenekleri göz önünde bulundurulmaksızın, objektif esastan hareket edilir. Nitekim toplum hâlinde yaşamanın güvenli bir biçimde sürdürülebilmesi için, çeşitli alanlarda kişilerin dikkat ve özenli davranmalarıyla ilgili kurallar konmaktadır. İnşaat faaliyeti, sağlık hizmetlerinin yürütülmesi ve trafik düzeniyle ilgili kurallar, dikkat ve özen yükümlülüğüne örnek olarak gösterilebilir. Taksirli suçlarda fail, kendi yetenekleri, algılama gücü, tecrübeleri, bilgi düzeyi ve içinde bulunduğu koşullar altında, objektif olarak varolan dikkat, özen yükümlülüğünü öngörebilecek ve yerine getirebilecek durumda olmalıdır. Bütün bu yeteneklere sahip olmasına rağmen bu yükümlülüğe aykırı davranan kişi, suç tanımında belirlenen neticenin gerçekleşmesine neden olması durumunda, taksirli suçtan dolayı kusurlu sayılarak sorumlu tutulacaktır.

Taksirle işlenen suçlardan dolayı kusurluluk, bir değerlendirmeyle ancak olay hâkimi tarafından yapılabilir. Bu nedenle, taksirden dolayı kusurluluğun matematiksel olarak ifadesi mümkün değildir. Ancak, normatif değerlendirmeyle hâkim tarafından belirlenen kusurluluk göz önünde bulundurulmak suretiyle, suçun cezasında belli bir oranda indirim yapılabilir. Taksir dolayısıyla kusurun belirlenmesi normatif bir değerlendirmeyle mümkün olmakla birlikte, somut olayda dikkat ve özen yükümlülüğünün ihlâl edilip edilmediğinin belirlenmesi açısından bilirkişi incelemesi yaptırılabilir. Örneğin ölümle sonuçlanan bir ameliyat sırasında hastaya yapılan tıbbi müdahalenin tekniğine uygun olarak yapılmış olup olmadığının belirlenmesi açısından bilirkişi incelemesine gerek bulunduğu muhakkaktır. Keza, ölüm veya yaralanma ile sonuçlanan bir trafik kazasında, sürücülerin trafik kurallarına uyup uymadıklarının, hangi trafik kuralının ne suretle ihlâl edildiğinin, trafiğe çıkarılan aracın teknik bakımdan herhangi bir arızasının olup olmadığının belirlenmesi açısından da bilirkişi incelemesi yapılabilir. Ancak, bu durumlarda, bilirkişinin yapacağı inceleme, işin tekniği ile sınırlı olmalıdır. Bunun dışında, bilirkişi tarafından münhasıran hâkimin yetkisinde bulunan kusurluluk konusunda herhangi bir değerlendirme yapılmamalıdır. Aksi yöndeki tutum, bilirkişilik görevinin sınırını aşmayı ve hâkimin yerine geçmeyi ifade eder.

Hâkim, bu teknik veriler çerçevesinde somut olayda failin kusurlu olup olmadığını takdir edecektir. Failin kusurlu bulunması durumunda, kusurun ağırlığı ve diğer sebepleri de göz önünde bulundurmak suretiyle suçun kanuni tanımındaki cezanın alt ve üst sınırı arasında bir cezaya hükmedecektir.

Birden fazla kişinin taksirle işlediği suçlarda herkes kendi kusuru göz önünde bulundurulmak suretiyle sorumlu tutulur. Taksirli suçun kanuni tanımında belirlenen netice birden fazla kişinin karşılıklı olarak işledikleri taksirli fiiller sonucunda gerçekleşmiş olabilir. Örneğin bir trafik kazasında sürücü ile yaya veya her iki sürücü de taksirle hareket etmiş olabilir. Bu gibi durumlarda neticenin oluşumu açısından her kişinin taksirli fiili dolayısıyla kusurluluğu bir diğerinden bağımsız olarak belirlenmelidir.

Aynı şekilde birden fazla kişinin katılımıyla gerçekleştirilen bir ameliyatın ölüm veya sakatlıkla sonuçlanması durumunda, ameliyata katılan kişiler müştereken hareket etmektedirler. Ancak tıbbın gereklerine aykırılık dolayısıyla ölüm veya sakatlıkla sonuçlanan bu ameliyatta işlenen taksirli suçun işlenişi açısından suça iştirak kuralları uygulanamaz. Kanunun suça iştirake ilişkin hükümleri, kasten işlenen suçlarda suçun işlenişine iştirak eden kişilerin sorumluluk statülerini belirlemektedir. Birden fazla kişinin katılımıyla yapılan ameliyat sırasında meydana gelen ölüm veya sakatlık neticeleri bakımından her bir kişinin sorumluluğu kendi kusuru göz önünde bulundurulmak suretiyle belirlenmelidir. Bu tespitte diğer kişilerin kusurlu olup olmadığı hususu dikkate alınamaz.

Maddenin üçüncü fıkrasında, bilinçli taksirin tanımı verilmiştir. Bilinçli taksiri basit taksirden ayıran özellik, fiilin neticesinin failce fiilen öngörülmüş ve fakat istenmemiş olmasıdır. Bilinçli taksir hâlinde hükmedilecek ceza üçte birden yarısına kadar artırılacaktır. Böylece bilinçli taksir, iş kazalarını, trafikte meydana gelen taksirli suçları önlemek bakımından caydırıcı etki yapacak ve suçların önlenmesinde yarar sağlayacaktır.

Örneğin ülkemizde özellikle kırsal bölgelerde rastlandığı üzere, taksirli suçlarda failin meydana gelen netice itibarıyla bizzat kendisinin ve aile bireylerinin ağır derecede mağduriyete uğradıkları görülmektedir. Söz gelimi, köylü kadınların gündelik uğraşları ve hayat zorlukları itibarıyla, sayısı çok kere üç dörtten fazlasına varan küçük çocuklarına gerekli dikkati ve itinayı gösterememeleri sonucu, çocukların yaralandıkları veya öldükleri görülmektedir. Aynı şekilde meydana gelen trafik kazalarında da benzer olaylara rastlanmaktadır. Bu gibi hâllerde ananın taksirli suçtan dolayı kovuşturmaya uğraması ve cezaya mahkûm edilmesi, esasen suçtan dolayı evladını kaybetmesi sonucu uğradığı ızdırabı şiddetlendirmekle kalmamakta, ayrıca, ailenin tümüyle ağır derecede mağduriyete düşmesine neden olmaktadır.

Söz konusu fıkraya göre, hâkim suçlunun durumunu takdir ile ceza vermeyebilecektir. Elbette ki hâkim bu husustaki takdirini kullanırken suçlunun ekonomik durumunu, aile yükümlerini, söz gelimi diğer çocukların bakımını göz önünde bulunduracak, ona göre hüküm kuracaktır. Ancak, dikkat edilmelidir ki, bu fıkranın uygulanabilmesi için fiilden dolayı münhasıran failin kişisel ve ailevî durumu itibarıyla zararlı netice meydana gelmiş bulunmalıdır; böyle bir netice ile birlikte söz konusu durumlara ilişkin bulunmayan başka bir netice de meydana gelmişse fıkra uygulanmayacaktır. Fıkrada yazılı suç bilinçli taksir hâlinde işlenirse ceza yarıdan üçte birine kadar indirilebilir.


TCK 22 (Basit Taksir/Bilinçli Taksir) Emsal Yargıtay Kararları


12. Ceza Dairesi 2020/4768 E. , 2023/695 K.

  • TCK 22
  • Bilinçli taksir

Hafif yokuş yukarı yolda, kapıları açık vaziyette, yolcunun yerine oturmasını beklemeden seyreden sanık hakkında bilinçli taksir hükümleri uygulanması gerektiğinin gözetilmemesi, 5237 sayılı Kanun’un 61 inci maddesinde yer verilen, suçun işleniş biçimi, sanığın taksirinin yoğunluğu, meydana gelen zararın ağırlığı gibi ölçütler ile aynı Kanun’un 3 üncü maddesinin birinci fıkrasına belirtilen cezada orantılılık ilkesi dikkate alınarak asli kusurlu olarak ölüme sebebiyet veren sanık hakkında alt sınırdan makul oranda uzaklaşılarak ceza verilmesi gerektiğinin gözetilmemesi hukuka aykırı bulunmuştur.


Ceza Genel Kurulu 2018/12 E. , 2021/21 K.

  • TCK 22
  • Basit taksir
  • Bilinçli taksir

Kural olarak suç; ancak kastla, kanunda açıkça gösterilen hallerde ise taksirle işlenir. İstisnai bir kusurluluk şekli olan taksirde, failin cezalandırılabilmesi için mutlaka kanunda açık bir düzenleme bulunması gerekmektedir. TCK’nın 22/2. maddesinde taksir; “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla bir davranışın, suçun yasal tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir.” şeklinde tanımlanmıştır.

Ceza Genel Kurulunun birçok kararında vurgulandığı ve öğretide benimsendiği üzere, taksirli suçlarda bulunması zorunlu olan hususlar;

1- Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması,

2- Hareketin iradi olması,

3- Sonucun istenmemesi,

4- Hareket ile sonuç arasında nedensellik bağının bulunması,

5- Sonucun öngörülebilir olmasına rağmen öngörülmemiş olması,

Şeklinde kabul edilmektedir.

Taksirli suçlarda, gerek icrai gerekse ihmali hareketin iradi olması ve meydana gelen neticenin öngörülebilir olması gerekmektedir. İradi bir davranış bulunmadığı takdirde taksirden bahsedilemeyeceği gibi, öngörülemeyecek bir sonucun gerçekleşmesi hâlinde de failin taksirli suçtan sorumluluğuna gidilemeyecektir.

Sonucun gerçekleşmesinde, mağdurun taksirli davranışının da etkisinin bulunması hâlinde, diğer taksirli davranış nedensellik bağını kesmediği sürece bu durum failin taksirli sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağı gibi, taksirin niteliğini de değiştirmez. 5237 sayılı TCK’da kusurun derecelendirilmesi suretiyle herhangi bir ceza indirimi söz konusu olmadığından, bu hâl ancak temel cezanın tayininde dikkate alınabilir.

TCK’da taksir; basit taksir ve bilinçli taksir şeklinde ayrıma tâbi tutulmuş, Kanun’un 22. maddesinin üçüncü fıkrasında bilinçli taksir; “kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi” şeklinde tanımlanarak, bu durumda taksirli suça ilişkin cezanın üçte birden yarıya kadar arttırılacağı öngörülmüştür. Anılan fıkranın gerekçesinde; “Bilinçli taksiri basit taksirden ayıran özellik, fiilin neticesinin failce fiilen öngörülmüş fakat istenmemiş olmasıdır. Bilinçli taksir halinde hükmedilecek ceza üçte birden yarısına kadar artırılacaktır. Böylece bilinçli taksir, iş kazalarını, trafikte meydana gelen taksirli suçları önlemek bakımından caydırıcı etki yapacak ve suçların önlenmesinde yarar sağlayacaktır.” açıklamasına yer verilmiştir.

Basit taksirle bilinçli taksir arasındaki ayırıcı ölçüt; taksirde failin öngörülebilir nitelikteki neticeyi öngörememesi, bilinçli taksirde ise bu neticeyi öngörmüş olmasıdır. Bilinçli taksirde, neticenin gerçekleşmesini istemeyen fail, hareketinin tipe uygun ve hukuka aykırı bir sonuca neden olabileceğini öngörmesine rağmen, hareketine devam ederek istemediği zararlı neticeyi meydana getirmektedir. Hukuka aykırı neticeyi öngördüğü halde gerçekleşmeyeceğine güvenen ve bu güvenle hareketini sürdüren failin söz konusu güveninin dayanağı; şans, bilgi, beceri, yetenek, tecrübe gibi çeşitli etkenler olabilir. Örneğin, sevk ve idaresindeki araçla trafikte seyri esnasında, kendi yönündeki araçlara kırmızı ışığın yandığını ve diğer istikametten gelen araç veya yayaların hareket etmeye başladığını görmesine rağmen şoförlük yetenek ve tecrübelerine güvenerek süratle yola girip yaya veya araçlara çarpan fail, gerçekleşen zararlı neticeyi öngörmesi ancak istememesi nedeniyle bilinçli taksirden sorumlu olacaktır.

Görüldüğü üzere, bilinçli taksirde meydana gelen netice, fail tarafından öngörüldüğü hâlde istenmemiştir. Gerçekten fiilinin kanunda suç olarak düzenlenen bir neticeye sebebiyet verebileceğini öngördüğü ve bu neticeyi istemediği hâlde, sırf şansına veya başka etkenlere, hatta beceri veya bilgisine güvenerek hareket eden kimsenin hâli, bunu öngörmemiş bulunan kimsenin durumu ile bir tutulamayacağından ve neticeyi öngören kimse, ne olursa olsun bu sonucu meydana getirecek bir harekette bulunmamakla yükümlü olduğundan, “neticenin fail tarafından öngörülmesi” ölçü alınarak basit ve bilinçli taksir ayrımına gidilmiştir.

Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;

Alkollü araç kullanması sebebiyle sürücü belgesine daha önce el konulmuş olan sanığın, 22.07.2011 tarihinde saat 08.10 sıralarında, sevk ve idaresindeki otomobil ile yerleşim yeri içerisinde, 6,40 metre genişliğinde, tek yönlü, çift şeritli, düz, eğimsiz ve asfalt kaplamalı yolun sol şeridinde seyri sırasında, yolun sağından ve yaya geçidinin 24 metre ilerisinden karşıdan karşıya geçmek için yola giren ölene çarptığı, çarpmanın etkisi ile 61 metre sürüklenen ölenin olay yerinde hayatını kaybettiği olayda; Kaza anını gören tanıkların, hızlı bir şekilde seyir hâlinde olan sanığın kullandığı araçla ölen arasında 100-200 metre mesafe bulunduğunu, sanığın karşıdan karşıya geçmek için yola çıkan öleni görmesine rağmen kornaya basarak seyrine devam ettiğini ve hiç fren yapmadan ölene çarptığını ifade etmeleri; olay yerinde herhangi bir fren izinin tespit edilmemesi ve aracın çarpma noktasından 76 metre sonra durabilmesi hususları dikkate alındığında, mahal sınırlarının çok üzerinde bir hızla seyir hâlinde olduğu anlaşılan sanığın, kendi seyir yönüne göre yolun sağından yola girerek karşıya geçmek isteyen öleni görmesine rağmen fren yapmadan ve hızını azaltmadan kornaya basarak seyrine devam ettiği, ölene çarpabileceğini öngörmesine karşın şoförlük yeteneğine, şansına ve ölen yayanın kendisini fark ederek tedbirli ve dikkatli davranacağına güvenerek istemediği neticeye neden olduğu kazada bilinçli taksirin koşullarının oluştuğu kabul edilmelidir.


Ceza Genel Kurulu 2014/790 E. , 2015/146 K.

  • TCK 22
  • TAKSİRLE ÖLÜME NEDEN OLMA SUÇU
  • ASLİ KUSUR - TALİ KUSUR
  • NEDENSELLİK BAĞI

5237 sayılı TCK’nun hazırlanmasında esas alınan suç teorisinde de “kanunda tanımlanmış haksızlık” olarak ifade edilen suç kural olarak; ancak kastla işlenebilecekken, kanunda açıkça gösterilen hallerde taksirle de işlenebileceği kabul edilmiştir. Failin cezalandırılabilmesi için kanunda açık bir düzenleme bulunmasının zorunlu olduğu istisnai bir kusurluluk şekli olan taksir, 5237 sayılı TCK’nun 22/2. maddesinde; “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla bir davranışın, suçun yasal tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi” şeklinde tanımlanmıştır.

Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 18.02.2014 gün ve 10-80, 25.03.2008 gün ve 43-62; 01.02.2005 gün ve 213-3; 23.03.2004 gün ve 12-68; 09.10.2001 gün ve 181-204; 21.10.1997 gün ve 99-202 sayılı kararları başta olmak üzere birçok kararında vurgulandığı ve öğretide benimsendiği üzere taksirin unsurları;

1- Suçun taksirle işlenebilen bir suç olması,

2- Hareketin iradi olması,

3- Neticenin istenmemesi,

4- Hareket ile netice arasında nedensellik bağının bulunması,

5-Neticenin öngörülebilir olmasına rağmen öngörülmemiş olması,

Şeklinde kabul edilmektedir.

Uyuşmazlığa konu olayda, diğer şartların gerçekleştiği konusunda bir tereddüt bulunmaması nedeniyle, 4. bentte yer alan hareketle netice arasında nedensellik bağının bulunması ve 5. bentte bulunan neticenin öngörülebilir olmasına rağmen öngörülmemiş olması şartlarının gerçekleşip gerçekleşmediği üzerinde durulmalıdır.

Taksirle gerçekleştirilen bazı eylemlerin suç olarak tanımlanıp cezaî yaptırıma bağlanmasıyla, insanların gittikçe yoğunlaşan ve karmaşık hale gelen toplum hayatı içinde daha dikkatli davranmalarının temin edilmesi amaçlanmaktadır. Kanun ve ortak hayat tecrübesinin sonucu olarak kendisine toplum tarafından yüklenen dikkat ve özen görevini ihlal eden ve bu hareketiyle öngörülebilir zararlı neticeye sebep olan kişinin taksirle işlenen suçlara ilişkin cezaî sorumluluğu benimsenmiş, fakat taksirden söz edilemek için de failin hareketi ile meydana gelen netice arasında nedensellik bağının bulunması ve neticenin öngörülebilir olmasına rağmen öngörülmemiş olması aranmıştır.

“Neden” kavramı, Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğünde; “Bir olayı ve durumu gerektiren, doğuran başka olay veya durum, sebep” şeklinde, “neden olmak” ise, “bir şeyin olmasına veya ortaya çıkmasına yol açmak, sebep olmak” biçiminde tanımlanmaktadır. Buradan hareketle “nedensellik” kavramı, neden sonuç ilişkisi ya da sonuç ile bu sonuca neden olan olgu veya durum arasındaki bağlantı olarak açıklanabilir.

Nedensellik bağı, suçtan failin sorumlu tutulabilmesi için gerekli olan, maddi, manevi ve hukuka aykırılık unsurlarından maddi unsur içerisinde yer almaktadır. Neticeli tüm suçlar bakımından araştırılması gerekli olan “nedensellik bağı”, ceza hukukunda, bu kavramın mahiyeti gereği, suçun kanuni tanımında neticeye yer verilmiş olması halinde failin fiili ile netice arasında sebep-sonuç ilişkisini kuran bir bağ anlamına gelmektedir. Failin yapmak veya yapmamak şeklindeki eylemi sonucunda dış dünyada bir zarar veya tehlikenin meydana gelmiş olması halinde nedensellik söz konusu olacaktır. Doğaldır ki yapılan her hareket dış dünyada bir veya birden fazla neticeye sebebiyet verebilir, ancak dış dünyada vuku bulan her netice değil suçun kanuni tanımında belirtilmiş olan netice nazara alınacaktır. (Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 7. Bası, s.121; Berrin Akbulut, Türk Ceza Kanunu ile Kabahatler Kanununun Genel Hükümlerinin Yaptırım Hükümleri Dışında Karşılaştırmalı Olarak İncelenmesi, Adalet Yayınevi, Ankara 2010, s.235 vd.)

Nedensellik bağına ilişkin gerek 765 sayılı TCK’nda gerekse 5237 sayılı TCK’nda genel bir hüküm bulunmamakta olup konu öğreti ve uygulamaya bırakılmıştır. Öğretide nedensellik bağı çeşitli teorilerle açıklanmaktadır. Öğretide hakim olan şart (şartların eşitliği ya da doğal nedensellik) teorisinde; netice bir çok şartın bir bütün oluşturarak meydana gelmesiyle oluştuğundan ve bunlardan birisinin bulunmaması neticenin gerçekleşmesini engelleyeceğinden, bu şartlardan birisini gerçekleştiren failin hareketi ile gerçekleşen netice arasında nedensellik bağı vardır. Uygun sebep (kuralcı nedensellik) teorisinde; bir hareket ile netice arasında nedensellik bağının bulunduğunun kabul edilebilmesi için, hareketin o neticeyi meydana getirmeye uygun bir hareket olması gerekmektedir. Objektif isnadiyet teorisinde ise; şart teorisi anlamında hareketinin verdiği netice, ancak hareketin suçun konusu üzerinde hukuken tasvip edilmeyen bir tehlike veya risk yaratması ve kendini tipik olan neticeye yansıtması halinde objektif olarak faile yükletilebilir.(Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 7. Bası, s.123-131; Nur Centel-Hamide Zafer-Özlem Çakmut, Türk Ceza Hukukuna Giriş, Beta Yayınevi, İstanbul 2014, 8. Bası, s.256-268; M.Emin Artuk-Ahmet Gökcen-A.Caner Yenidünya, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 8. Bası, s.250-258, 262-267; Berrin Akbulut, Tıp Ceza Hukukunda Nedensellik Bağı, Tıp Ceza Hukukunun Güncel Sorunları Konulu Türk-Alman Tıp Hukuku Sempozyumu, Türkiye Barolar Birliği Yayınları, 2008, s. 222-234) Bununla birlikte objektif isnadiyet teorisinin bir nedensellik teorisi olmayıp bir değerlendirme teorisi olduğu da öğretide belirtilmektedir.(Veli Özer Özbek, TCK İzmir Şerhi, Yeni Türk Ceza Kanunun Anlamı, Seçkin Yayınevi, Ankara 2006, 3. bası, s.321)

Günümüz modern ceza hukuku anlayışında nedensellik bağının belirlenmiş olması tek başına failin cezalandırılması için yeterli olmayıp ayrıca gerçekleşen neticenin failin eseri olup olmadığının diğer bir ifadeyle ortaya çıkan neticenin belirli bir kişiye objektif olarak isnadının mümkün olup olmadığının tespit edilmesi de gerekmektedir. Olayda öncelikle şart teorisine göre nedensellik bağı ortaya konulmalı, sonrasında gerçekleşen neticenin faile isnat edilip edilemeyeceği araştırılmalıdır. Objektif isnadiyet, neticenin belirli bir insanın eseri olarak görülüp görülemeyeceği anlamına gelmektedir. Eğer meydana gelen netice, üçüncü kişinin veya bir rastlantının eseri ise faile isnat edilemeyecektir. Bu nedenle netice, insanın hükmedebileceği alanın dışında kalıyorsa hukuken önemli olan bir tehlike ya da risk bulunmamaktadır. Hükmedilebilirlik, neticenin önemli oranda idare edilebilirliği anlamına gelmekte olup, fail hukuken önemli bir tehlike ya da risk oluştursa bile, olayın tamamen hayatın olağan akışının ve genel hayat tecrübelerinin dışında kalması nedeniyle beklenebilir değilse, netice faile yüknemeyecektir. Tıbbi müdahaleler örneğinde olduğu gibi bazı davranışlar “izin verilen risk” ya da “riziko” çerçevesinde yapılmaktadır. Hareketin izin verilen risk kapsamında gerçekleştirilmiş olması durumunda netice faile objektif olarak isnat edilemeyecektir. Keza gerçekleşen netice failin hareketiyle tesadüfen birleşen başka sebeplerden meydana gelmiş ise bu durumda da neticenin faile isnat edilmesinden bahsedilemeyecektir. Bunun gibi, sonradan gerçekleştirilen bir fiilin önceden gerçekleştirilmiş fiilin neticeye ulaşmasını engellemesi durumunda da önceki eylemi gerçekleştiren faile neticenin isnat edilmesi mümkün olmayacaktır. (Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 7. Bası, s.128-131; M.Emin Artuk-Ahmet Gökcen-A.Caner Yenidünya, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 8. Bası, s.262-267; Berrin Akbulut, Türk Ceza Kanunu ile Kabahatler Kanununun Genel Hükümlerinin Yaptırım Hükümleri Dışında Karşılaştırmalı Olarak İncelenmesi, Adalaet Yayınevi, Ankara 2010, s. 237; Nebahat Kayaer, Ceza Hukukunda Hekimin Tıbbi Müdahalesi Çerçevesinde İşlenen Taksirle Öldürme Suçu(Yayınlanmamış doktora tezi) Dokuz Eylül Üniversitesi Kamu Hukuku Anabilim Dalı, İzmir 2012, s.111-112)

Nedensellik bağı, öğretideki görüşlere göre hukuki bir kavram değil mantıki (Nur Centel-Hamide Zafer-Özlem Çakmut, Türk Ceza Hukukuna Giriş, Beta Yayınevi, İstanbul 2014, 8. Bası, s.255) ya da doğal bir olgudur. (İzzet Özgenç, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, Ankara 2014, 10. Bası, s.171-173) Bu anlamda, dış dünyada gerçekleşen sonuç ile bu sonucu doğuran sebep arasındaki nedensellik bağı doğa bilimleri bağlamında değerlendirilmeli ve hayat tecrübelerimizle mantığımıza göre belirlenmelidir. Nedensellik bağının tespiti, tabiatıyla genellikle neticeli suçlar şeklinde düzenlenmiş bulunan taksirli suçlar bakımından da gereklidir. Taksirle işlenen suçtan kaynaklanan netice failin hareketi olmasaydı gerçekleşmeyecek denilebiliyorsa bu durumda nedensellik bağının varlığı kabul edilir. Örneğin ölüm neticesi failin taksirli hareketine bağlı olarak gerçekleşmiş ise diğer bir deyişle failin taksirli hareketi olmasaydı ölümün gerçekleşmeyeceği sonucuna varılıyorsa başka bir ifadeyle ölüm failin eseriyse bu takdirde failin fiili ile netice arasında nedensellik bağının var olduğu kabul edilecektir. Taksirli suçlarda aranacak olan objektif isnat edilebilirlik, dikkat ve özen yükümlülüğünün yerine getirilmemesi sonucunda neticeye neden olunmasıdır. Fail gerekli dikkat ve özen yükümlülüğünü yerine getirmiş olsaydı netice gerçekleşmeyecekti denebilirse bu takdirde netice faile isnat edilebilecektir. Taksirli suçlarda netice sadece failin eyleminden kaynaklanmış ise nedensellik bağının belirlenmesi kolay ise de, mağdurun veya üçüncü kişilerin neticeye katkıda bulunduğu durumlarda bu bağın belirlenmesinde çeşitli zorluklar olacağı muhakkaktır.

Bu hususa ilişkin olarak öğretide; “Dış dünyada meydana gelen değişikliğin (neticenin) bir kimseye yüklenebilmesi ve dolayısıyla onun sorumlu olabilmesi, söz konusu neticenin o kimsenin hareketinden meydana gelmesine bağlıdır. Diğer bir deyişle hareket ile netice arasında bir nedensellik bağı, bir sebep-sonuç ilişkisi bulunmalıdır. Nedensellik bağlantısı yoksa neticenin faile yüklenebilmesi mümkün değildir. Tipiklikte hareketten ayrı neticenin arandığı suçlarda neticenin gerçekleştiğinin tespiti yeterli olmayıp ona sebebiyet veren fiilin de tespiti gerekir. Tipe uygun hukuka aykırı fiilin icrasının, failin gerçekleştirilmesi için yeterli olduğu sırf hareket suçlarında nedensellik bağının araştırılması gerekmez. Ceza hukuku sadece suç tipinde yer alan neticeyi göz önüne alır” (M.Emin Artuk-Ahmet Gökcen-A.Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, 8. Baskı, Ankara 2014, sayfa 249) şeklinde açıklamalara yer verilmiştir.

Nedensellik bağı hakimlik mesleğinin gerektirdiği genel bilgi ile çözümlenebiliyorsa bu bağlantı hakim tarafından ortaya konulmalı, uzmanlık veya teknik ya da özel bilgi gerektiren bir hususta ise bu bağ bilirkişiden görüş alınarak tespit edilmelidir. Nedensellik bağına ilişkin bu açıklamalardan sonra neticenin öngörülebilir olması şartı üzerinde durulmalıdır. Taksirin unsurlarından birisi de neticenin öngörülebilir olmasına rağmen öngörülmemiş olmasıdır. 5237 sayılı TCK’nun 22. maddesinin gerekçesinde; “Taksirli suçların belirgin özelliği, icrai veya ihmali şekilde olabilen iradi hareketin varlığı ve kanunî tanımda yer alan unsurlardan birinin öngörülmemiş olmasıdır. Fakat bu öngörmemenin, ‘gerekli dikkat ve özen’ yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla ortaya çıkması gerekir. Çünkü, gerekli dikkat ve özen gösterilmediği için kanunda tanımlanmış olan neticenin gerçekleşeceği öngörülmemiştir. Bu dikkat ve özen yükümlülüğünün belirlenmesinde, failin kişisel yetenekleri göz önünde bulundurulmaksızın, objektif esastan hareket edilir. Taksirli suçlarda fail, kendi yetenekleri, algılama gücü, tecrübeleri, bilgi düzeyi ve içinde bulunduğu koşullar altında, objektif olarak varolan dikkat, özen yükümlülüğünü öngörebilecek ve yerine getirebilecek durumda olmalıdır” açıklamalarına yer verilmiştir.

Taksirli suçun kanuni tanımında yer alan unsurların özellikle neticenin fail tarafından öngörülmeyerek davranışın gerçekleştirilmesi durumunda taksirden bahsedilebilecektir. Fail özenli davranış kurallarına aykırı davranıp gerekli dikkat ve özeni göstermediğinden kanuni tipikliğin gerçekleşeceğini öngörememektedir.

Neticenin öngörülebilir olması, failin yaptığı davranışın bir neticeye sebebiyet verebileceğinin veya bir neticeyi meydana getirme ihtimali bulunduğunun bilinebilme imkanıdır. Gerçekleştirilen bir fiil nedeniyle neticenin meydana gelebilme imkân ve ihtimali varsa öngörülebilirliğin bulunduğu kabul edilecektir. Neticenin öngörülebilir olması, taksirin hem unsurunu hem de sınırını oluşturmaktadır. Başka bir ifadeyle taksiri, kaza ve tesadüften öngörülebilirlik ayırmaktadır. Hiç kimse tarafından öngörülemeyecek bir neticenin söz konusu olduğu durumlarda dikkat ve özen yükümlülüğünden dolayısıyla taksirden bahsedilebilmesi mümkün değildir. Neticenin öngörülebilir olması ile failin neticeyi öngörebilir yetenekte bulunması arasında fark vardır. Neticenin öngörülebilmesi, failin niteliklerine, yeteneklerine, eğitim durumuna veya uzmanlık alanına göre değil objektif olarak ve failden bağımsız şekilde ortalama seviyedeki bir insanın öngörme yeteneğine göre tespit edilmelidir. Eğer objektif olarak neticenin öngörülebilmesi, ortalama bir insanın öngörebilirliği dışında ise bu takdirde neticenin öngörülebilirliğinden bahsedilemeyecektir. Örneğin; tıbbi bir eylem nedeniyle taksirli davranışının bulunup bulunmadığı araştırılan bir doktor bakımından örgörülebilirlik, ortalama bir doktorun eğitimine ve yeteneğine göre objektif olarak belirlenmelidir. Burada öngörülebilecek netice, failin iradi hareketinin sebep olabileceği netice veya neticelerden başkası değildir. Failin öngörebilme yeteneği ise, failin yaşı, zekası, eğitimi, yetenekleri ve uzmanlık alanına göre subjektif olarak belirlenebilecek farklı bir husustur. (Nebahat Kayaer, Ceza Hukukunda Hekimin Tıbbi Müdahalesi Çerçevesinde İşlenen Taksirle Öldürme Suçu, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Kamu Hukuku Anabilim Dalı, İzmir 2012, s.287-288) Failin neticeyi öngörmesi veya öngörememesi taksir ile bilinçli taksir arasındaki ayrımı oluşturmaktadır.

Nitekim bu husus öğretide de; “Öngörülebilirlik, hukuk normları veya genel tecrübe tarafından emredilen özene uyulduğunda tipikliğini gerçekleşmesinin somut olarak müşahede edilebileceğini ve dolayısıyla bundan kaçınılabileceğini ifade etmektedir. Gerekli dikkat ve özen gösterilmediği için kanuni tanıma uygun fiilin gerçekleşeceği öngörülmemiştir. Neticenin öngörülebilirliği, kişilere yüklenen dikkat ve özen yükümlülüğünün tabii bir sonucu olmaktadır. Öngörülebilirlik objektif olarak belirlenmelidir. Zira bir kimse yalnızca öngörülebilir neticeler bakımından sorumlu olabilecektir. Bu nedenle hakim görüş taksirli neticeli suçların haksızlığı bakımından, failin içinde bulunduğu toplum çevresine ait ortalama yetenekteki bir kişinin neticeyi öngörüp öngörmeyeceğini aramaktadır. Şayet netice ortalama bir insanın objektif öngörülebilirliğinin dışında bulunuyorsa, taksirli suçun tipiklik unsuru gerçekleşmiş olmaz.” (Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuk Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, 7. Baskı, Eylül 2014, sayfa 201) şeklinde ifade edilmiştir.

Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;

Ticari taksi sürücüsü olan sanık A.. G..’in trafikte seyir halinde iken daha önceden tanıdığı, sürücü belgesi bulunmayan ve ısrarla direksiyona geçmek isteyen sanık Erhan Duman’ın aracı kullanmasına izin verdiği, kendisinin de sağ ön koltuğa oturduğu, bir süre sonra sanık Erhan’ın meskun mahalde aşırı hız yapması, sevk ve idare hatası nedeniyle direksiyon hakimiyetini kaybederek kaldırıma çıkıp iki kişinin ölümüne ve bir kişinin de yaralanmasına sebep olduğu somut olayda; hakkında verilen mahkumiyet kararı Özel Dairece onanmak suretiyle kesinleşen sanık Erhan’ın sürücü belgesi bulunmadığı halde aracı kullanması ve yerleşim birimleri içinde hızını trafik akışına uydurmayarak direksiyon hakimiyetini kaybetmesi nedeniyle asli, sanık Ali’nin ise ticari taksi şoförü olmasına ve trafikte seyir halindeyken aracın kullanımını diğer sanığa bırakmasında zorunlu bir durum bulunmamasına rağmen dikkatsiz ve tedbirsizce davranarak ehliyetinin olup olmadığını kontrol etmediği ve araç kullanma konusunda yeterli tecrübesi olduğunu bilmediği diğer sanığın etrafta yayaların bulunduğu meskun mahalde aracı kullanmasına müsaade etmesi ve hızlı gitmesine engel olmaması nedeniyle tali kusurlu olduğu, taksirli davranışları ile netice arasında nedensellik bağının da bulunduğu kabul edilmelidir.


Ceza Genel Kurulu - Karar: 2019/470

  • TCK 22
  • Taksir ve bilinçli taksir nedir?
  • Trafik kazası sırasında yaklaşık 0,65 promil alkollü olması tek başına bilinçli taksirin varlığı için yeterlidir.

Uyuşmazlığın sağlıklı bir hukuki çözüme kavuşturulabilmesi bakımından, öncelikle taksir ve bilinçli taksir kavramları üzerinde durulması gerekmektedir.

5237 sayılı TCK’nın hazırlanmasında esas alınan suç teorisinde “kanunda tanımlanmış haksızlık” olarak ifade edilen suç; kural olarak ancak kastla, kanunda açıkça gösterilen hâllerde ise taksirle de işlenebilir. İstisnai bir kusurluluk şekli olan taksirde, failin cezalandırılabilmesi için mutlaka kanunda açık bir düzenleme bulunması gerekmektedir.

5237 sayılı TCK’nın 22/2. maddesinde taksir; “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla bir davranışın, suçun yasal tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir.” şeklinde tanımlanmıştır. Toplumsal yaşamda belli faaliyetlerde bulunan kimselerin başkalarına zarar vermemek için birtakım önlemler alma ve bazı davranış kurallarına uyma zorunlulukları bulunmaktadır. Bu kurallar toplum olarak yaşama mecburiyetinden doğabileceği gibi, Devletin müdahalesiyle de ortaya çıkabilmektedir. Taksirli suç, bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirmekte, fail; dikkatli, tedbirli ve öngörülü davranmamış olduğu için cezalandırılmaktadır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme imkân ve ödevinin varlığına rağmen, sonuca iradi bir hareketle neden olmaktan kaynaklanmaktadır.

Ceza Genel Kurulunun birçok kararında vurgulandığı ve öğretide de benimsendiği üzere taksirli suçlarda aranması gereken hususlar;

1- Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması,

2- Hareketin iradi olması,

3- Sonucun istenmemesi,

4- Hareket ile sonuç arasında nedensellik bağının bulunması,

5- Sonucun öngörülebilir olmasına rağmen öngörülmemiş olması,

Şeklinde kabul edilmektedir.

Taksirli suçlarda, gerek icrai hareketin gerekse ihmali hareketin iradi olması ve meydana gelen neticenin öngörülebilir olması gerekmektedir. İradi bir davranış bulunmadığı takdirde taksirden bahsedilemeyeceği gibi, öngörülemeyecek bir sonucun gerçekleşmesi hâlinde de failin taksirli suçtan sorumluluğuna gidilemeyecektir.

Taksirli hareket ile meydana gelen netice arasında illiyet bağı bulunmaması hâlinde fail bu sonuçtan sorumlu tutulamayacaktır. Neticenin gerçekleşmesinde, mağdur veya başka bir kişinin taksirli davranışının da etkili olması durumunda, diğer taksirli davranış nedensellik bağını kesmediği sürece bu durum failin sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağı gibi, taksirin vasfını da değiştirmeyecektir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda taksirle işlenebilen suçlarda kusurun derecelendirilmesi suretiyle herhangi bir ceza indirimi söz konusu olmadığından, bu hâl ancak temel cezanın belirlenmesinde dikkate alınabilecektir. Taksir, Türk Ceza Kanunu’nda basit taksir ve bilinçli taksir şeklinde ayrıma tâbi tutulmuş, Kanun’un 22.maddesinin üçüncü fıkrasında bilinçli taksir; “kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi” şeklinde tanımlanarak, bu durumda taksirli suça ilişkin cezanın üçte birden yarıya kadar artırılacağı öngörülmüştür. Anılan fıkranın gerekçesinde; “Bilinçli taksiri basit taksirden ayıran özellik, fiilin neticesinin failce fiilen öngörülmüş fakat istenmemiş olmasıdır. Bilinçli taksir hâlinde hükmedilecek ceza üçte birden yarısına kadar artırılacaktır. Böylece bilinçli taksir, iş kazalarını, trafikte meydana gelen taksirli suçları önlemek bakımından caydırıcı etki yapacak ve suçların önlenmesinde yarar sağlayacaktır.” açıklamasına yer verilmiştir.

Basit taksir ile bilinçli taksir arasındaki ayırıcı ölçüt; taksirde failin öngörülebilir nitelikteki neticeyi öngörememesi, bilinçli taksirde ise bu neticeyi öngörmüş olmasıdır.

Bilinçli taksirde, neticenin gerçekleşmesini istemeyen fail, hareketinin tipe uygun ve hukuka aykırı bir sonuca neden olabileceğini öngörmesine rağmen, hareketine devam ederek istemediği zararlı neticeyi meydana getirmektedir. Hukuka aykırı neticeyi öngördüğü hâlde gerçekleşmeyeceğine güvenen ve bu güvenle hareketini sürdüren failin söz konusu güveninin dayanağı; şans, bilgi, beceri, yetenek, tecrübe gibi çeşitli etkenler olabilir. Örneğin, sevk ve idaresindeki araçla trafikte seyri esnasında, kendi yönündeki araçlara kırmızı ışığın yandığını ve diğer istikametten gelen araç veya yayaların hareket etmeye başladığını görmesine rağmen şoförlük yetenek ve tecrübelerine güvenerek süratle yola girip yaya veya araçlara çarpan fail, gerçekleşen zararlı neticeyi öngörmesi ancak istememesi nedeniyle bilinçli taksirden sorumlu olacaktır. Görüldüğü üzere, bilinçli taksirde meydana gelen netice, fail tarafından öngörüldüğü hâlde istenmemiştir. Gerçekten fiilinin kanunda suç olarak düzenlenen bir neticeye sebebiyet verebileceğini öngördüğü ve bu neticeyi istemediği hâlde, sırf şansına veya başka etkenlere, hatta beceri veya bilgisine güvenerek hareket eden kimsenin hâli, bunu öngörmemiş bulunan kimsenin durumu ile bir tutulamayacağından ve neticeyi öngören kimse, ne olursa olsun bu sonucu meydana getirecek bir harekette bulunmamakla yükümlü olduğundan, “neticenin fail tarafından öngörülmesi” ölçü alınarak basit ve bilinçli taksir ayrımına gidilmiştir.

Bu aşamada Yerel Mahkemece; kazadan sonra sanıkta tespit edilen 0,54 promil alkol oranının, Kanun’da 0,50 promil olarak belirlenen sınırın üzerinde olması nedeniyle bir sürücü açısından güvenli sürüşü tehlikeye soktuğu, sanığın da Kanun’da belirlenen sınırın üzerinde alkol aldıktan sonra güvenli şekilde araç kullanamayacak durumda olduğunu bildiği hâlde araç kullanarak kazaya sebebiyet verdiği gerekçesiyle sanık hakkında bilinçli taksir hükmünün uygulanması nedeniyle bu konuda açıklama yapılması gerekmektedir.

Promil, alınan alkolün bin mililitre (1 litre) kandaki oranını gram cinsinden gösteren ölçü birimidir. Alkolün ağırlığı, kanın ise hacmi dikkate alınarak kurulan orantı üzerinden kandaki alkolün promil cinsinden seviyesi belirlenir. Adli Tıp Kurumu 5. İhtisas Kurulunca vücuda alınan etil alkolün kandaki seviyesinin ortalama olarak saatte 0,15 promil azaldığının tıbben bilindiği belirtilmektedir. Bilimsel olarak kanda bulunan belirli bir alkol oranının her insanda aynı sonuca yol açtığı söylenemez. Bunda kişinin bünyesel özellikleri, yaşı, cinsiyeti, alkol kullanma sıklığı vb. etmenler rol oynamaktadır. Bu nedenle kişinin kullandığı alkolün güvenli araç kullanma yeteneğini ortadan kaldırıp kaldırmadığı yönünden somut olaydaki durumun araştırılması gerekmektedir. Önemli olan, suç oluşturduğu kabul edilen davranışın icra edildiği sırada kişinin kanındaki alkol oranıdır. Kandaki alkol oranının her saat için ortalama 0,15 promil azaldığının bilimsel olarak kabul edilmesi nedeniyle olaydan sonraki saatlerde yapılacak ölçümlerde bu hususun gözetilmesi gerekir. Hâkim, alkol oranı, olay tutanağı, bilimsel görüşler ile failin aracı kullanma şekli, olay sonrasındaki konuşmaları ve diğer hareketleri gibi harici davranışlarına ilişkin tanık gözlemlerini değerlendirerek kişinin aldığı alkol nedeniyle kaza sırasında güvenli araç kullanma yeteneğinin bulunup bulunmadığını tespit etmelidir.

Öte yandan, Adli Tıp Kurumu 5. İhtisas Kurulu tarafından, 0,30 promil ve altında kan alkol düzeyine sahip olan olan kişilerin aksi ispatlanmadıkça güvenli sürüş (araç kullanma) yeteneklerinin bozulmadığının, 1,01 promil ve üzerinde kan alkol düzeyine sahip sürücülerin ise bireysel farklılıkları ortadan kaldırabilecek ölçüde alkollü olduklarının ve bu seviyede alkol tesiri altındaki sürücülerin emniyetli sürüş yeteneklerinin olumsuz olarak etkilendiğinin kabulü gerektiği, 0,31-1,00 promil kan alkol seviyesine sahip sürücülerin ise güvenli sürüş yeteneğini kaybedip kaybetmedikleri hususunun ivedilikle yapılacak detaylı bir hekim muayenesi ile tespit edilmesi gerektiği belirtilmektedir. (Faruk Aşıcıoğlu-Belkıs Yapar-Aliye Tütüncüler- Ahmet Belce, Trafik Güvenliğini Tehlikeye Sokma Suçu Açısından Alkol, Adli Tıp Dergisi, cilt 23, sayı 3, 2009, s. 15.)

Yine, Adli Tıp Kurumu 5. İhtisas Kurulunca, belirlenen alkol seviyesine göre bulguların ortaya çıkma eşiğinde sayılan etkenlere bağlı olarak değişebilen derecelerde bireysel farklılıklar görülmekle birlikte; düşük konsantrasyondan itibaren alkol düzeyinin artışı ile paralel olarak artan derecelerde gevşeme, dikkat azalması, cesaretlenme, çevresel uyarıların algılanmasında yavaşlama, göz ve beyin arasındaki iletişim süresinde uzama, algılanan çevresel uyarıların beyinde işlenmiş veriler hâline dönüşmesinde gecikme dolayısıyla uyaranlara karşı reaksiyon zamanında uzama, beyinciğin etkilenmesi suretiyle denge ve koordinasyonun olumsuz yönde etkilenmesi, ani karar verebilme, direksiyon ve fren kontrolü gibi birden fazla hareketi bir arada yapabilme kabiliyetinde azalma, uyaranları erken fark edip doğru tepkiler verme, istemli göz hareketleri, gözün takip yeteneği, karanlığa adaptasyon, hız ve mesafe tayini gibi becerilerde olumsuz yönde etkilenme, istemsiz göz hareketlerinin ortaya çıkması, uykuya meyil gibi belirtilerin oluştuğu, bu durumdaki bir sürücünün risk alma eğiliminin arttığı, sürüşle ilgili becerilerinde azalma olduğu ve kaza ihtimalinin arttığının bilimsel olarak kabul edildiği belirtilmiştir.

2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun suç tarihinden sonra 11.06.2013 tarihli ve 28674 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 6487 sayılı Kanun’un 19. maddesi ile değişik 48. maddesinin altı ve yedinci fıkralarında;

“Yapılan tespit sonucunda, 1.00 promilin üzerinde alkollü olduğu tespit edilen sürücüler hakkında ayrıca Türk Ceza Kanununun 179 uncu maddesinin üçüncü fıkrası hükümleri uygulanır. Hususi otomobil sürücüleri bakımından 0.50 promilin, diğer araç sürücüleri bakımından 0.20 promilin üzerinde alkollü olan sürücülerin trafik kazasına sebebiyet vermesi hâlinde, ayrıca Türk Ceza Kanununun ilgili hükümleri uygulanır.” şeklinde düzenlemelere yer verilmiş, maddenin altıncı fıkrasında, yapılan tespit sonucunda kandaki alkol miktarı 1,00 promilin üzerinde çıkan sürücüler hakkında TCK’nın 179. maddesinin 3.fıkrası hükümlerinin uygulanacağı, yedinci fıkrasında ise hususi otomobil sürücüleri bakımından 0,50 promilin, diğer araç sürücüleri bakımından 0,20 promilin üzerinde alkollü olan sürücülerin trafik kazasına sebebiyet vermeleri hâlinde, ayrıca TCK’nın ilgili hükümlerinin uygulanacağı hüküm altına alınmıştır.

Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;

Sanığın, 27.04.2012 tarihinde sevk ve idaresindeki otomobille gündüz vakti, açık havada meskûn mahalde, toplam 10,5 metre genişliğindeki iki yönlü, bölünmüş, asfalt kaplama, kuru ve yatay güzergâhı düz, düşey güzergâhı hafif eğimli yolda seyir hâlindeyken direksiyon hâkimiyetini kaybedip karşı yönden gelen trafiğin kullandığı bölüme geçerek aksi istikamette seyreden katılan A.L.C.’nin idaresindeki otomobile çarptıktan sonra savrulan otomobiliyle bu defa park hâlindeki çekiciye çarparak durduğu, kaza sonucu katılan A.L.C.’nin basit bir tıbbi müdahale ile giderilebilecek ölçüde hafif nitelikte, aynı araçta bulunan katılan C.G.’nin ise yüzünde sabit ize ve sağ gözündeki 0,5 tashihsiz görmeden dolayı organ işlevinin sürekli zayıflamasına neden olacak şekilde yaralandıkları, sanığın kazadan yaklaşık 45 dakika sonra yapılan ölçümde 0,54 promil alkollü olduğunun tespit edildiği olayda; sanığın, seyri esnasında direksiyon hâkimiyetine gerekli özeni göstermesi gerekirken bu hususa riayet etmemesi nedeniyle otomobilin hâkimiyetini kaybetmesi üzerine yolun karşı yönden gelen trafiğin kullandığı bölümüne geçip aksi istikamette seyreden katılan A.L.C.’nin idaresindeki otomobile çarpmak suretiyle kazanın meydana gelmesinde asli kusurlu olduğu anlaşılmış ise de Adli Tıp Kurumu 5. İhtisas Kurulunca bilimsel verilere dayanılarak istikrarlı olarak vurgulandığı üzere, vücuda alınan etil alkolün kandaki seviyesi ortalama olarak saatte 0,15 promil azaldığından, somut olayda kaza sırasında yaklaşık 0,65 promil alkollü olduğu değerlendirilen sanığın, kanında bulunan alkol seviyesi nedeniyle güvenli sürüş yeteneğini kaybedip kaybetmediğinin detaylı bir hekim muayenesi ile belirlenmediği gibi kazaya almış olduğu alkolün etkisiyle neden olduğuna ilişkin herhangi bir delil de bulunmadığı gözetildiğinde, kaza sırasında yaklaşık 0,65 promil alkollü olması tek başına bilinçli taksirin varlığı için yeterli olmayacağından, somut olayda bilinçli taksir şartlarının gerçekleştiğinden söz edilmesine imkân bulunmamaktadır.


Ceza Genel Kurulu - Karar: 2019/211

  • TCK 22
  • Taksir nedir?
  • Taksirli iş kazasından işveren sorumludur.

Uyuşmazlık konusunda isabetli bir hukuki çözüme ulaşılabilmesi için öncelikle taksir ve unsurlarına kısaca değinilmesinde fayda vardır.

5237 sayılı TCK’nın hazırlanmasında esas alınan suç teorisinde “kanunda tanımlanmış haksızlık” olarak ifade edilen suç; kural olarak ancak kastla, kanunda açıkça gösterilen hâllerde ise taksirle de işlenebilir. İstisnai bir kusurluluk şekli olan taksirde, failin cezalandırılabilmesi için mutlaka kanunda açık bir düzenleme bulunması gerekmektedir.

5237 sayılı TCK’nın 22/2. maddesinde taksir; “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla bir davranışın, suçun yasal tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir.” şeklinde tanımlanmıştır. Toplumsal yaşamda belli faaliyetlerde bulunan kimselerin başkalarına zarar vermemek için birtakım önlemler alma ve bazı davranış kurallarına uyma zorunlulukları bulunmaktadır. Bu kurallar toplum olarak yaşama mecburiyetinden doğabileceği gibi, Devletin müdahalesiyle de ortaya çıkabilmektedir. Taksirli suç, bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirmekte, fail; dikkatli, tedbirli ve öngörülü davranmamış olduğu için cezalandırılmaktadır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme imkân ve ödevinin varlığına rağmen, sonuca iradi bir hareketle neden olmaktan kaynaklanmaktadır.

Ceza Genel Kurulunun birçok kararında vurgulandığı ve öğretide de benimsendiği üzere taksirli suçlarda aranması gereken hususlar;

1- Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması,

2- Hareketin iradi olması,

3- Sonucun istenmemesi,

4- Hareket ile sonuç arasında nedensellik bağının bulunması,

5- Sonucun öngörülebilir olmasına rağmen öngörülmemiş olması,

Şeklinde kabul edilmektedir.

Taksirle gerçekleştirilen bazı eylemlerin suç olarak tanımlanıp cezai yaptırıma bağlanmasıyla, insanların gittikçe yoğunlaşan ve karmaşık hâle gelen toplum hayatı içinde daha dikkatli davranmalarının temin edilmesi amaçlanmaktadır. Kanun ve ortak hayat tecrübesinin sonucu olarak kendisine toplum tarafından yüklenen dikkat ve özen görevini ihlal eden ve bu hareketiyle öngörülebilir zararlı neticeye sebep olan kişinin taksirle işlenen suçlara ilişkin cezai sorumluluğu benimsenmiş, fakat taksirden söz edebilmek için de kanuni tarife uygun fiilin işlenebileceğinin öngörülme imkânının mevcut olması aranmıştır.

Bilindiği üzere, failin iradesi kasten işlenen suçlarda neticeye, taksirli suçlarda ise harekete yöneliktir. Gerek kanun tarafından konulan, gerekse ortak deneyimler ürünü olan kurallara iradi olarak riayetsizlik suretiyle dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranıldığı takdirde, bir takım zararlı neticelerin doğabileceği öngörülebiliyorsa taksir söz konusu olacaktır. Yapılan hareketin neticesi ortak tecrübeye göre öngörülemiyorsa ve hukuken de böyle bir yükümlülük getirilmemişse, taksirli hareketten söz edilemeyecek, “kaza” ya da “tesadüf” olarak adlandırılan bu hâl nedeniyle cezai sorumluluk gündeme gelmeyecektir. Ancak uygulamada “trafik kazası” ya da “iş kazası” olarak adlandırılan olaylardaki “kaza” tabirinin cezai sorumluluğun gündeme gelmeyeceği “kaza” ya da “tesadüf” hâlleriyle bir ilgisinin olmadığı da gözden uzak tutulmamalıdır.

Öğretide, sonucun öngörülebilirliğinin, failin içinde bulunduğu sosyal çevre, mensup olduğu meslek, eğitim durumu, ortak tecrübe, bilgi düzeyi ve failin kişisel özellikleri dikkate alınarak saptanması gerektiği, öngörülebilir sonucun, fiilen meydana gelen sonuç olmayıp failin yaptığı iradi hareketin neden olabileceği benzer sonuçlar olduğu, fiilen oluşan sonucun sadece genel olarak öngörülebilir olması taksirin varlığı için yeterli olup sonucun bütün inceliklerinin öngörülmesine gerek bulunmadığı yönünde görüşler ileri sürülmüştür. (Timur Demirbaş, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınları, 8. Bası, İstanbul, 2012, s. 358 vd.; Hamide Zafer, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Beta Yayımcılık, 3. Bası, İstanbul, 2013, s. 277; Mahmut Koca - İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınları, 6. Bası, Ankara, 2013, s.219.)

Taksire ilişkin bu genel açıklamalardan sonra “işçi”, “işveren”, “iş ilişkisi” ve “iş kazası”na ilişkin yasal düzenlemeler ile “iş sözleşmesi (hizmet akti)”ne değinilmelidir.

4857 sayılı İş Kanunu’nun 2. maddesinin birinci fıkrasında; işçi “bir iş sözleşmesine dayanarak çalışan gerçek kişi”; işveren “işçi çalıştıran gerçek veya tüzel kişi yahut tüzel kişiliği olmayan kurum ve kuruluşlar”; iş ilişkisi “işçi ile işveren arasında kurulan ilişki” olarak tanımlanmıştır.

İş kazası ise 5510 sayılı Sosyal Sigortalar Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 13. maddesinde;

“İş kazası;

a) Sigortalının işyerinde bulunduğu sırada,

b) İşveren tarafından yürütülmekte olan iş nedeniyle sigortalı kendi adına ve hesabına bağımsız çalışıyorsa yürütmekte olduğu iş nedeniyle,

c) Bir işverene bağlı olarak çalışan sigortalının, görevli olarak işyeri dışında başka bir yere gönderilmesi nedeniyle asıl işini yapmaksızın geçen zamanlarda,

d) Bu Kanunun 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki emziren kadın sigortalının, iş mevzuatı gereğince çocuğuna süt vermek için ayrılan zamanlarda,

e) Sigortalıların, işverence sağlanan bir taşıtla işin yapıldığı yere gidiş gelişi sırasında, meydana gelen ve sigortalıyı hemen veya sonradan bedenen ya da ruhen özüre uğratan olaydır.” şeklinde tanımlanmıştır.

İş sözleşmesi (hizmet akti); Olay tarihi itibarıyla da yürürlükte bulunan 4857 sayılı İş Kanunu’nun 8. maddesinde; “İş sözleşmesi, bir tarafın (işçi) bağımlı olarak iş görmeyi, diğer tarafın (işveren) da ücret ödemeyi üstlenmesinden oluşan sözleşmedir. İş sözleşmesi, Kanunda aksi belirtilmedikçe, özel bir şekle tabi değildir.” şeklinde tanımlanarak, iş sözleşmesinin kanunda aksi belirtilmediği sürece özel bir şekle tabi olmadığı belirtilmiştir. Olay tarihinde yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 313. maddesinde ise; “Hizmet akdi, bir mukaveledir ki onunla işçi, muayyen veya gayri muayyen bir zamanda hizmet görmeği ve iş sahibi dahi ona bir ücret vermeği taahhüt eder. Ücret, zaman itibariyle olmayıp yapılan işe göre verildiği takdirde dahi işçi muayyen veya gayri muayyen bir zaman için alınmış veya çalışmış oldukça, hizmet akdi yine mevcuttur; buna parça üzerine hizmet veya götürü hizmet denir.” şeklinde tanımlanmıştır.

Taraflar arasındaki çalışma ilişkisinin iş sözleşmesine dayanması hâlinde, işçi işveren ilişkisi söz konusu olacak, bu durumda işin görülmesi sırasında meydana gelen olaylarda işçinin ölümü ya da yaralanmasıyla sonuçlanan olaylar iş kazası sayılacak, işverenin sorumluluğu ise iş ve sosyal güvenlik hukuku mevzuatından kaynaklanan iş sağlığı ve güvenliğini sağlama yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğine göre belirlenecektir.

Bu aşamada “işverenlerin yükümlülükleri”ne ilişkin iş ve sosyal güvenlik hukuku mevzuatı da gözden geçirilmelidir.

4857 sayılı İş Kanunu’nun, 30.06.2012 tarih ve 28339 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun 37. maddesi ile yürürlükten kaldırılan, fakat suç tarihi itibarıyla yürürlükte bulunan “İşverenlerin ve işçilerin yükümlülükleri” başlıklı 77. maddesi; “İşverenler işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak, işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdürler.

Şeklinde düzenlemelere yer verilmiştir.

Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;

Sanık M.Ö.’nün depo olarak kullandığı iş yerinin atermitle kaplı çatısındaki hasarları tamir ettirmek üzere arkadaşı olan ve İzmir Büyükşehir Belediyesinin temizlikle ilgili biriminden emekli olup soğuk demir işleri yapan, zaman zaman da çatı tamir işleriyle uğraşan Y.E. ile 1.000 TL götürü ücret karşılığında anlaştıkları, olay tarihi olan 21.11.2009 tarihinde saat 10.00 sıralarında sanığın ölen Y. ve tanık Y.C.A. ile birlikte sanığa ait söz konusu binanın çatısına çıktıkları, Y. ve Y.C.A.’nın çalıştığı sırada sanığın da başlarında durduğu, saat 12.30 sıralarında sanığın yemek yaptırmak için ayrıldığı, tanık Y.C. ile ölen Y.’nin ise çalışmaya devam ettikleri, Y.’nin çalıştığı sırada çatıdaki atermit kaplama levhalarından birisinin üzerine bastığı ve atermit levhanın kırılması sonucu yaklaşık 6 metrelik yükseklikten zemine düştüğü, sol 2, 3, 4, 5, 6, 7 ve 8. kaburgalarında kırıklar oluşan Y.’nin kaldırıldığı hastanede 23.11.2009 tarihinde genel beden travmasına bağlı retroperitoneal hematom sonucu vefat ettiği, çatı kaplaması üzerine çatı merdiveni veya kalas uzatılmak suretiyle güvenli yürüme yollarının yapılmadığı, çatının tepe kısmına çelik halat gerilip emniyet kemeri ile bu halata bağlanılmak suretiyle çalışılmadığı, 23.02.2011 tarihli bilirkişi raporunda, SSK emeklisi bir işçi olan ölenin işveren sıfatının mevcut olmadığı, iş buldukça işverenlerin yanında çalışan ve çalışacağı iş yerinde yevmiye ile veya götürü işçilik pazarlığı ile anlaşıp çalışan emekli statüsünde işçi olduğu yönünde kanaat bildirildiği anlaşılmakla; sanığın çatı tamir işini tümüyle ölene bırakmayıp tanık Y.C.A. ve ölen Y.E.’nin çalışmalarına nezaret etmesi, başlarında durarak işin gidişatını takip etmesi, işin basit bir tamirat kapsamında olmaması ve ölenin işi kendi ekibi ve ekipmanıyla yapmayıp daha önceden sanığın yanında çalışan tanık Y.C. ile birlikte yapması hususları da dikkate alındığında, iş bulduğu zamanlarda işverenlerin yanında yevmiye ile veya götürü ücret karşılığında çalışan ölenin sanıkla 1.000 TL götürü ücret karşılığı yaptığı anlaşmanın götürü bir iş (hizmet) sözleşmesi, ölen ile sanık arasındaki ilişkinin 23.02.2011 tarihli bilirkişi raporunda da belirtildiği üzere işçi işveren ilişkisi, ölenin sanığa ait depoda çalıştığı sırada meydana gelen ve ölümle neticelenen olayın 5510 sayılı Kanun’un 13. maddesi kapsamında bir iş kazası olduğu, işveren sıfatı bulunan sanığın, çatı kaplaması üzerine çatı merdiveni veya kalas uzatılıp yürüme yollarının yapılmasını, çatının tepe kısmına çelik halat gerilerek ölenin bu halata bağlanacak bir emniyet kemeri ile çalışmasını sağlamadığı, iş sağlığı ve güvenliğine yönelik mevzuatta öngörülen yükümlülüklerini yerine getirmemek suretiyle dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranarak öngörülebilecek neticeyi öngörmediği ve söz konusu olayın meydana geldiği, bu nedenle sanığın meydana gelen ölüm olayında kusurunun bulunduğu kabul edilmelidir.


Ceza Genel Kurulu - Karar: 2018/527

  • TCK 22
  • Taksir Suç
  • Taksirli suçlarda NEDENSELLİK BAĞI

Uyuşmazlığa konu olay özelinde, dördüncü bentte yer alan “hareket ile sonuç arasında nedensellik bağının bulunması” ve beşinci bentte yer alan “neticenin öngörülebilir olmasına rağmen öngörülememiş olması” şartları üzerinde ayrıntılı olarak durulmasında fayda vardır.

Taksirli hareket ile meydana gelen netice arasında illiyet bağı bulunmaması hâlinde fail bu sonuçtan sorumlu tutulamayacaktır Neticenin gerçekleşmesinde, mağdur veya başka bir kişinin taksirli davranışının da etkili olması durumunda, diğer taksirli davranış nedensellik bağını kesmediği sürece bu durum failin sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağı gibi, taksirin vasfını da değiştirmeyecektir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda taksirle işlenebilen suçlarda kusurun derecelendirilmesi suretiyle herhangi bir ceza indirimi söz konusu olmadığından, bu hâl ancak temel cezanın belirlenmesinde dikkate alınabilecektir. Taksirle gerçekleştirilen bazı fiillerin kanunda suç olarak tanımlanıp cezai yaptırıma bağlanmasıyla, insanların gittikçe yoğunlaşan ve karmaşık hâle gelen toplum hayatı içerisinde daha dikkatli davranmalarının temini amaçlanmaktadır. Kanun ve ortak hayat tecrübelerinin sonucu olarak kendisine toplum tarafından yüklenen dikkat ve özen mükellefiyetini ihlal eden ve bu hareketiyle öngörülebilir zararlı bir neticeye sebep olan kişinin taksirle işlenen suçlara ilişkin cezai sorumluluğu benimsenmiş, fakat taksirden söz edilebilmesi için failin hareketi ile meydana gelen zararlı netice arasında illiyet bağının varlığı aranmıştır. Diğer bir ifade ile tüm suçlarda olduğu gibi, taksirli suçlarda da fiil ile netice arasında nedensellik bağının bulunması cezalandırmanın şartını teşkil edecektir.

Uyuşmazlığa konu olayın özellikleri nazara alınarak; önce genel anlamda, sonrasında ise taksirli suçlar açısından nedensellik bağı üzerinde durulmalıdır.

“Neden” Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğünde; “bir olayı ya da durumu gerektiren, doğuran başka olay veya durum, sebep” biçiminde, “neden olmak” ise; “bir şeyin olmasına ya da ortaya çıkmasına yol açmak, sebep olmak” şeklinde tanımlanmaktadır. Buradan hareketle “nedensellik” kavramı; “neden-sonuç ilişkisi ya da sonuç ile bu sonuca neden olan olgu veya durum arasındaki bağlantı” olarak açıklanabilir. Türk Ceza Kanunu’nun hazırlanmasında esas alınan suç teorisinde nedensellik bağı, “kanunda tanımlanmış bir haksızlık” olarak öngörülen suçtan failin sorumlu tutulabilmesi için gerekli olan “maddi, manevi ve hukuka aykırılık” unsurlarından “maddi unsur” içerisinde yer almaktadır. Neticeli bütün suçlar bakımından araştırılması gerekli olan “nedensellik bağı” ceza hukukunda bu kavramın mahiyeti gereği, suçun yasal tanımında neticeye yer verilmiş olması hâlinde failin fiili ile netice arasında sebep-sonuç ilişkisini kuran bağ anlamına gelmektedir. Failin yapmak veya yapmamak şeklinde gerçekleştirdiği eylemi neticesinde dış dünyada zarar ya da tehlikenin meydana gelmiş olması hâlinde nedensellik söz konusu olacaktır. Doğaldır ki, yapılan her hareket, dış dünyada bir veya birden fazla neticeye sebebiyet verebilir; ancak dış dünyada vuku bulan her sonuç değil, suçun kanuni tanımında belirtilmiş olan netice nazara alınacaktır. Türk Ceza Kanunu’nda nedensellik bağı ile ilgili olarak genel bir düzenlemeye yer verilmemiş olup konu öğreti ve uygulamaya bırakılmıştır. Öğretide nedensellik bağı çeşitli teorilerle açıklanmaktadır. Şartların eşitliği ya da doğal nedensellik teorisinde; netice birçok şartın bir bütün oluşturarak meydana gelmesiyle oluştuğundan ve bunlardan birinin olmaması neticenin gerçekleşmesini engelleyeceğinden, bu şartlardan birini gerçekleştiren failin eylemi ile gerçekleşen netice arasında nedensellik bağı vardır. Uygun sebep ya da kuralcı nedensellik teorisinde; hareket ile netice arasında nedensellik bağı bulunduğunun kabul edilebilmesi için, hareketin o neticeyi meydana getirmeye uygun olması gerekir. Objektif isnadiyet teorisinde ise; şart teorisi anlamında hareketinin verdiği netice, ancak hareketin suçun konusu üzerinde hukuken tasvip edilmeyen bir tehlike veya risk yaratması ve kendini tipik neticeye yansıtması hâlinde objektif olarak faile yükletilebilir. (Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 7. Baskı, s. 123-131; Nur Centel-Hamide Zafer-Özlem Çakmut, Türk Ceza Hukukuna Giriş, Beta Yayınevi, İstanbul 2014, 8. Baskı, s. 256-268; Mehmet Emin Artuk-Ahmet Gökcen-Ahmet Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 8. Baskı, s. 250-258, 262-267; Berrin Akbulut, Tıp Ceza Hukukunda Nedensellik Bağı, Tıp Ceza Hukukunun Güncel Sorunları Türk-Alman Tıp Hukuku Sempozyumu, Türkiye Barolar Birliği Yayınları, 2008, s. 222-234.) Bununla birlikte öğretide, objektif isnadiyet teorisinin nedensellik teorisi olmayıp, bir değerlendirme teorisi olduğu da ileri sürülmektedir. (Veli Özer Özbek, Türk Ceza Kanunu İzmir Şerhi, Yeni Türk Ceza . Anlamı, Seçkin Yayınevi, Ankara 2006, 3. Baskı, s. 321.)

Uyuşmazlığa konu somut olayın özellikleri itibarıyla objektif isnadiyet kavramına ayrıca yer verilmesi gerekmektedir. Günümüz modern ceza hukuku anlayışında nedensellik bağının belirlenmiş olması tek başına failin cezalandırılması için yeterli bulunmayıp, ayrıca gerçekleşen neticenin failin eseri olup olmadığının, diğer bir ifadeyle ortaya çıkan neticenin belli bir kişiye objektif olarak isnadının mümkün olup olmadığının tespit edilmesi de gerekir. Olayda öncelikle şart teorisine göre nedensellik bağı ortaya konulmalı, ardından gerçekleşen neticenin faile isnat edilip edilemeyeceği araştırılmalıdır. Objektif isnadiyet, neticenin belirli bir kimsenin eseri olarak görülüp görülemeyeceği anlamına gelmektedir. Eğer meydana gelen netice, üçüncü kişinin veya bir rastlantının eseri ise faile isnat edilemeyecektir. Bu nedenle netice, insanın hükmedebileceği alanın dışında kalıyorsa hukuken önemli olan bir tehlike ya da risk bulunmamaktadır. Hükmedilebilirlik, neticenin önemli derecede idare edilebilirliği anlamına gelmekte olup, gerçekleştirilen fiil, hukuken önemli bir tehlike ya da risk oluştursa bile, olayın tamamen hayatın olağan akışının ve genel hayat tecrübelerinin dışarısında kalması nedeniyle beklenebilir değilse, netice faile yüklenemeyecektir. Keza gerçekleşen netice, failin hareketi ile tesadüfen birleşen başka sebeplerden meydana gelmişse, bu durumda da neticenin faile isnat edilmesinden söz edilemeyecektir. Bunun gibi sonradan işlenen fiilin daha önceden gerçekleştirilmiş fiilin neticeye ulaşmasını engellemesi hâlinde de önceki fiili gerçekleştiren faile neticenin isnat edilmesi mümkün bulunmayacaktır. (Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 7. Baskı, s. 128- 131.; Mehmet Emin Artuk-Ahmet Gökcen-A. Caner Yenidünya, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 8. Baskı, s. 262-267.; Berrin Akbulut, Türk Ceza Kanunu İle Kabahatler .un Genel Hükümlerinin Yaptırım Hükümleri Dışında Karşılaştırmalı Olarak İncelenmesi, Adalet Yayınevi, Ankara 2010, s. 237.; Nebahat Kayaer, Ceza Hukukunda Hekimin Tıbbi Müdahalesi Çerçevesinde İşlenen Taksirle Öldürme Suçu, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Kamu Hukuku Anabilim Dalı, İzmir 2012, s. 111-112.) Nedensellik bağı, öğretideki görüşlere göre hukuki bir kavram değil mantıksal ya da doğal bir olgudur. (Nur Centel-Hamide Zafer-Özlem Çakmut, Türk Ceza Hukukuna Giriş, Beta Yayınevi, İstanbul 2014, 8. Baskı, s. 255.; İzzet Özgenç, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, Ankara 2014, 10. Baskı, s. 171- 173.) Bu anlamda, dış dünyada gerçekleşen netice ile bu neticeyi doğuran sebep arasındaki nedensellik bağı, doğa bilimleri bağlamında değerlendirilmeli ve hayat tecrübeleriyle mantığa göre belirlenmelidir. İlliyet bağının doğal olarak belirlenmesi yalnızca icrai suçlar bakımından geçerlidir, zira ihmali suçlarda farklılık söz konusudur.

Nedensellik bağının tespiti, tabiatıyla genellikle neticeli suçlar şeklinde düzenlenmiş bulunan taksirli suçlar bakımından da gereklidir. Taksirle işlenen suçtan kaynaklanan netice failin hareketi olmasaydı gerçekleşmeyecek denilebiliyorsa bu durumda nedensellik bağının varlığı kabul edilir. Örneğin ölüm neticesi failin taksirli hareketine bağlı olarak gerçekleşmiş ise, diğer bir deyişle failin taksirli hareketi olmasaydı ölümün gerçekleşmeyeceği sonucuna varılıyorsa, başka bir ifadeyle ölüm failin eseriyse bu takdirde failin eylemi ile netice arasında bir nedensellik bağının var olduğu kabul edilecektir. Taksirli suçlarda aranacak olan objektif isnat edilebilirlik, dikkat ve özen yükümlülüğünün yerine getirilmemesi sonucunda neticeye sebebiyet verilmesidir. “Fail gerekli dikkat ve özen yükümlülüğünü yerine getirmiş olsaydı netice gerçekleşmeyecekti” denebilir ise, bu takdirde netice faile isnat edilebilecektir. Öğretide; «Dış dünyada meydana gelen değişikliğin bir kimseye yüklenebilmesi ve dolayısıyla onun sorumlu olabilmesi, söz konusu neticenin o kimsenin hareketinden meydana gelmesine bağlıdır. Diğer bir deyişle hareketle netice arasında nedensellik bağı, sebep-sonuç ilişkisi olmalıdır. Nedensellik bağlantısı yoksa neticenin faile yüklenmesi mümkün değildir. Tipiklikte hareketten ayrı neticenin arandığı suçlarda neticenin gerçekleştiğinin tespiti yeterli olmayıp ona sebebiyet veren fiilin de tespiti gerekir. Tipe uygun hukuka aykırı fiilin icrasının, failin gerçekleştirilmesi için yeterli bulunduğu sırf hareket suçlarında nedensellik bağının araştırılması gerekmez. Ceza hukuku sadece suç tipinde yer alan neticeyi göz önüne alır.” (Mehmet Emin Artuk-Ahmet Gökcen-A. Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, 8. Baskı, Ankara 2014, s. 249.) şeklinde görüşler mevcuttur.

Öte yandan, nedensellik bağı hâkimlik mesleğinin gerektirdiği genel bilgi ve tecrübe ile çözümlenebiliyorsa bu bağlantı hâkim tarafından ortaya konulmalı, uzmanlık veya teknik ve özel bilgi gerektiren bir hususta ise söz konusu bağ, bilirkişilerden görüş alınarak tespit edilmelidir.

TCK’nın 22. maddesinin dördüncü ve beşinci fıkraları da;

“4) Taksirle işlenen suçtan dolayı verilecek olan ceza failin kusuruna göre belirlenir.

5) Birden fazla kişinin taksirle işlediği suçlarda, herkes kendi kusurundan dolayı sorumlu olur. Her failin cezası kusuruna göre ayrı ayrı belirlenir.” şeklinde düzenlenmiştir.

Madde gerekçesinde de; “Birden fazla kişinin taksirle işlediği suçlarda herkes kendi kusuru göz önünde bulundurulmak suretiyle sorumlu tutulur. Taksirli suçun kanuni tanımında belirlenen netice birden fazla kişinin karşılıklı olarak işledikleri taksirli fiiller sonucunda gerçekleşmiş olabilir. Örneğin bir trafik kazasında sürücü ile yaya veya her iki sürücü de taksirle hareket etmiş olabilir. Bu gibi durumlarda neticenin oluşumu açısından her kişinin taksirli fiili dolayısıyla kusurluluğu bir diğerinden bağımsız olarak belirlenmelidir. Aynı şekilde birden fazla kişinin katılımıyla gerçekleştirilen bir ameliyatın ölüm veya sakatlıkla sonuçlanması durumunda, ameliyata katılan kişiler müştereken hareket etmektedirler. Ancak tıbbın gereklerine aykırılık dolayısıyla ölüm veya sakatlıkla sonuçlanan bu ameliyatta işlenen taksirli suçun işlenişi açısından suça iştirak kuralları uygulanamaz. Kanunun suça iştirake ilişkin hükümleri, kasten işlenen suçlarda suçun işlenişine iştirak eden kişilerin sorumluluk statülerini belirlemektedir. Birden fazla kişinin katılımıyla yapılan ameliyat sırasında meydana gelen ölüm veya sakatlık neticeleri bakımından her bir kişinin sorumluluğu kendi kusuru göz önünde bulundurulmak suretiyle belirlenmelidir. Bu tespitte diğer kişilerin kusurlu olup olmadığı hususu dikkate alınamaz.” açıklamalarına yer verilmiştir.

Zararlı neticenin, failin hareketlerinin mağdurun ya da üçüncü bir kişinin hareketi ile birleşmesi sonucu meydana geldiği durumlarda, failin taksirli sorumluluk şartlarının bulunup bulunmadığının belirlenmesi açısından, neticeye kimin sebebiyet verdiği, failin iradi hareketi ile netice arasındaki nedensellik bağının kesilip kesilmediğinin tespit edilmesi gerekmektedir. Mağdur ya da üçüncü kişinin hareketinin ya da bir başka nedenin neticenin tek sebebi olduğu veya zararlı neticenin yalnızca bu kişilerin kusurlu hareketlerinden kaynaklandığı durumlarda, failin hareketi ile netice arasındaki nedensellik bağının ortadan kalktığı kabul edilmelidir. Buna karşılık failin kusurlu hareketine mağdur ya da üçüncü bir kişinin kusurlu hareketinin eklendiği ve neticenin çeşitli kusurlu hareketlerin birleşmesinden meydana geldiği hallerde, nedensellik bağı kesilmeyip; TCK’nın 40. maddesine göre taksirli suçlarda iştirak ilişkisi de mümkün olmadığından, anılan Kanun’un 22. maddesinin dört ve beşinci fıkralarına göre herkes kendi kusurundan dolayı ve kusuruna göre sorumlu olacaktır.

Öğretide; «Üçüncü bir kişinin veya mağdurun hareketinin failin taksirli hareketine eklenmesi durumunda nedensellik ilişkisinin ortadan kalkıp kalkmadığı araştırılmalıdır. Eklenen hareketler kusurlu değilse, neticenin failin taksirli hareketinden kaynaklandığı kabul edilir. Diğer hareketler kusurlu ise bunların taksirin varlığını tamamen veya kısmen kaldırıp kaldırmadığına bakılmalıdır.” (Nur Centel- Hamide Zafer-Özlem Çakmut, Ceza Hukukuna Giriş, Beta Yayınevi, 8. Baskı, İstanbul, 2014, s. 366.);

“Birden fazla kişinin birleşen fiilleri ile bir neticeye neden oldukları hâllerde, bu faillerin hareketi ile netice arasındaki nedensellik ilişkisi özel önem taşır. Belirtelim ki bu hâllerde her bir kişinin hareketi ile netice arasında nedensellik ilişkisinin bulunması ön koşuldur. Ekip hâlinde faaliyet gösterenlerden birisine diğerlerini denetleme ve kişiler arasında koordinasyonu sağlama yükümlülüğü yüklenmiş ise kişi bu yükümlülüğe uygun davranmadığı için neticeye sebebiyet vermiş olabilir. Bu hâlde bu kişi neticeden sorumlu olur.” (Hamide Zafer, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Beta Yayınevi, 4. Baskı, İstanbul, 2015, s. 254.); “Failin kusurlu hareketine mağdurun kusurlu hareketi de eklenmiş ve netice bu iki kusurlu hareketin birleşmesinden meydana gelmişse (ortak kusur) failin sorumluluğu ortadan kalmış olmaz. Nitekim bu ihtimalde taksirler arasında takas söz

konusu olmayıp, fail kusuru oranında taksirli suçtan cezalandırılır.” (Mehmet Emin Artuk-Ahmet Gökçen- Ahmet Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, 8. Baskı, Ankara, 2014, s. 341.); “Birden çok kişinin davranışı birlikte neticeye sebebiyet vermiş ve tüm katılanlar özen yükümlülüğüne aykırı hareket etmişse netice objektif olarak isnad edilebilir, herkes kendi taksirli fiilinden dolayı kusuruna göre sorumlu olur. Bu gibi hâllerde önceki taksirli hareket ile netice arasında illiyet bağı bulunmamasından veya kesilmesinden söz edilmesi doğru değildir.” (Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, 7. Baskı, Ankara, 2014, s. 214.); “Fail zaten taksirli hareket ediyor ve bir başkasının taksirli hareketi buna ekleniyorsa, failin hareketi ile netice arasındaki nedensellik bağı mevcut olmaya devam eder. Bu durumda mesele artık nedensellik bağı meselesi değil, failin ve üçüncü kişinin kusurunun tespiti meselesidir. Bir inşaatın yıkımı sırasında yoldan gelip geçenlere zarar verilmemesi hususunda gerekli tertibatı almayan, örneğin yıkım alanını tahta perde ile çevirmeyen müteahhit, iki işçisinin binadan sökülen kalası dikkatsizce sokağa atmaları sonucu meydana gelen neticeden her iki işçisiyle beraber taksirinden dolayı sorumludur.” (Hakan Hakeri, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, 17. Baskı, Ankara, 2014, s. 249.) şeklinde görüşler ileri sürülmüştür.

Taksirle gerçekleştirilen bazı eylemlerin suç olarak tanımlanıp cezai yaptırıma bağlanmasıyla, insanların gittikçe yoğunlaşan ve karmaşık hâle gelen toplum hayatı içinde daha dikkatli davranmalarının temin edilmesi amaçlanmaktadır. Kanun ve ortak hayat tecrübesinin sonucu olarak kendisine toplum tarafından yüklenen dikkat ve özen görevini ihlal eden ve bu hareketiyle öngörülebilir zararlı neticeye sebep olan kişinin taksirle işlenen suçlara ilişkin cezai sorumluluğu benimsenmiş, fakat taksirden söz edebilmek için de kanuni tarife uygun fiilin işlenebileceğinin öngörülme imkânının mevcut olması aranmıştır.

Bilindiği üzere, failin iradesi kasten işlenen suçlarda neticeye, taksirli suçlarda ise harekete yöneliktir. Gerek kanun tarafından konulan, gerekse ortak deneyimler ürünü olan kurallara iradi olarak riayetsizlik suretiyle dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranıldığı takdirde, bir takım zararlı neticelerin doğabileceği öngörülebiliyorsa taksir söz konusu olacaktır. Yapılan hareketin neticesi ortak tecrübeye göre öngörülemiyorsa ve hukuken de böyle bir yükümlülük getirilmemişse, taksirli hareketten söz edilemeyecek, “kaza” ya da “tesadüf” olarak adlandırılan bu hâl nedeniyle cezai sorumluluk gündeme gelmeyecektir.

Diğer bir anlatımla; taksirli suçlarda da, gerek icrai hareketin gerekse ihmali hareketin iradi olması ve meydana gelen neticenin öngörülebilir olması gerekmektedir. İradi bir davranış bulunmadığı takdirde taksirden bahsedilemeyeceği gibi, öngörülemeyecek bir sonucun gerçekleşmesi hâlinde de failin taksirli suçtan sorumluluğuna gidilemeyecektir.

Öğretide, sonucun öngörülebilirliğinin, failin içinde bulunduğu sosyal çevre, mensup olduğu meslek, eğitim durumu, ortak tecrübe, bilgi düzeyi ve failin kişisel özellikleri dikkate alınarak saptanması gerektiği, öngörülebilir sonucun, fiilen meydana gelen sonuç olmayıp failin yaptığı iradi hareketin neden olabileceği benzer sonuçlar olduğu, fiilen oluşan sonucun sadece genel olarak öngörülebilir olması taksirin varlığı için yeterli olup sonucun bütün inceliklerinin öngörülmesine gerek bulunmadığı yönünde görüşler ileri sürülmüştür. (Timur Demirbaş, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınları, 8. Bası, İstanbul, 2012, s. 358 vd.; Hamide Zafer, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Beta Yayımcılık, 3. Bası, İstanbul, 2013, s. 277; Mahmut Koca - İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınları, 6. Bası, Ankara, 2013, s.219.)

Suç tarihi itibarıyla yürürlükte bulunan; 4857 sayılı İş Kanunu’nun “İşverenlerin ve işçilerin yükümlülükleri” başlıklı 77. maddesi; “İşverenler işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak, işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdürler.

İşverenler işyerinde alınan iş sağlığı ve güvenliği önlemlerine uyulup uyulmadığını denetlemek, işçileri karşı karşıya bulundukları mesleki riskler, alınması gerekli tedbirler, yasal hak ve sorumlulukları konusunda bilgilendirmek ve gerekli iş sağlığı ve güvenliği eğitimini vermek zorundadırlar. Yapılacak eğitimin usul ve esasları Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.”, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tüzüğü’nün “Elektrik Tesisatında Alınacak Güvenlik Tedbirleri” başlıklı beşinci bölümünde yer alan 348. maddesi; “Binalarda yapılacak ek inşaat, onarım veya boya işleri ile benzeri çalışmalara başlamadan önce, gerilim altındaki iletkenlere yaklaşması gereken kimselerin korunması sağlanacaktır.”, Yapı İşlerinde Sağlık ve Güvenlik Yönetmeliği’nin “Yapı Alanları İçin Asgari Sağlık ve Güvenlik Koşulları” başlıklı EK-IV. Kısmının “Açık Alanlardaki Çalışma Yerleri” başlıklı II. Bölümünde yer alan “Enerji dağıtım tesisleri” başlıklı 2. maddesinin 3. fıkrası; “Yapı alanında elektrik hava hatları geçiyorsa, mümkünse bunların güzergahı değiştirilerek yapı alanından uzaklaştırılacak veya hattın gerilimi kestirilecektir.

Bu mümkün değilse, bariyerler veya ikaz levhalarıyla araçların ve tesislerin elektrik hattından uzak tutulması sağlanacaktır.”,

Çalışanların İş Sağlığı Ve Güvenliği Eğitimlerinin Usul Ve Esasları Hakkında Yönetmelik’in “İşverenin Yükümlülükleri” başlıklı 4. maddesi; “İşverenler, işyerlerinde sağlıklı ve güvenli çalışma ortamının tesis edilmesi için gerekli önlemleri almakla yükümlüdürler. Bu amaçla, işverenler, çalışanları, yasal hak ve sorumlulukları konusunda bilgilendirmek, onların karşı karşıya bulundukları mesleki riskler ve bunlarla ilgili alınması gerekli tedbirler konusunda işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliği eğitim programlarını hazırlamak, eğitimlerin düzenlenmesini, çalışanların bu programlara katılmasını sağlamak ve verilecek eğitim için uygun yer, araç ve gereç temin etmekle yükümlüdürler.”,

Kişisel Koruyucu Donanımların İşyerlerinde Kullanılması Hakkında Yönetmelik’in “Kullanım Kuralları” başlıklı 8. maddesi; “Her işveren, Ek-III’de belirtilen işlerde ve benzeri işlerde, toplu koruma yöntemleri ile risklerin önlenemediği veya tam olarak sınırlandırılamadığı durumlarda, Ek-II’de belirtilen kişisel koruyucu donanımlardan işçilerin sağlık ve güvenlikleri için gerekli olanları Ek-I’de örneği verilen tabloya göre değerlendirecek ve işçilere verecektir.”,

Şeklinde düzenlemeler içermekte olup;

Yine suç tarihi itibarıyla yürürlükte bulunan Ağır ve Tehlikeli İşler Yönetmeliği’nin “Ağır ve Tehlikeli İşlerde Çalıştırılacak İşçiler” başlıklı 4. maddesinde; “16 yaşını doldurmamış genç işçilerin ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılması yasaktır. EK-1 deki çizelgede, karşısında (K) harfi bulunmayan işlerde kadınlar ve (Gİ) harfleri bulunmayan işlerde de 16 yaşını doldurmuş fakat 18 yaşını bitirmemiş genç işçiler çalıştırılamaz.” düzenlemesi yer almakta olup ekteki çizelgede de soğuk demircilik ve her çeşit kaynak işleri (Oksijen, elektrik, punta ve dikiş kaynağı işleri gibi) 16 yaşını doldurmuş fakat 18 yaşını bitirmemiş genç işçilerin çalışamayacağı işler arasında sayılmıştır.

Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;

Ağır ve tehlikeli işler sınıfındaki soğuk demircilik ve kaynak işlerini yapan, aynı zamanda söz konusu işler açısından işveren konumunda olan sanığın, komşusu olan tanık H.G. ye ait iki katlı binanın teras katına yapılacak yapı için yine H.G. tarafından temin edilen ve her biri yaklaşık 5 metre uzunluğunda olan üç adet profil demir direği teras katına çıkarma ve bahse konu direklerin kaynak yapma işlerini üstlendiği, sanığın 01.09.2009 tarihinde, olay tarihi itibarıyla 16 yaşını ikmal eden ancak henüz 18 yaşını bitirmeyen oğlu ve aynı zamanda işçisi olan N.E. ve diğer işçisi İr.A. ile birlikte tanık H.G.’ye ait teras katına çıktıkları, sanığın teras katına yaklaşık 2 metre mesafeden geçen üç adet yüksek gerilim hattına karşı herhangi bir koruyucu önlem almadan bahse konu demir direklerden bir tanesini İ. ve N. ile birlikte halat yardımıyla yukarı çekmeye başladıkları, sanığın bu esnada iş sağlığı ve güvenliği yönünden herhangi bir eğitimleri olmayan işçileri N. ve İ.’ye işi bırakarak yan tarafta bulunan kendisine ait iş yerine gittiği, yaşı itibarıyla söz konusu işte çalışamayacak olan oğlu N. ile diğer işçisi İ.’nin, demir direkleri çıkarmaya çalıştıkları sırada yine sanığın komşularından olan A.A.’nın oğlu İ.A.’nın gelerek N. ve İ.’ye yardım etmeye başladığı, N.,İ. ve İ.’nin ellerindeki halatlarla demir direklerden birisini zeminden çekerek teras katına çıkardıkları sırada direğin ucunun teras katının en yakınından geçen yüksek gerilim hattına ait tele temas etmesi sonucu her üç kişinin de elektrik akımına kapıldıkları, N.’nin olay yerinde, İ.’nin de kaldırıldığı hastanede yapılan müdahalelere rağmen kurtarılamayarak 04.09.2009 tarihinde vefat ettikleri, İ.’nin ise basit bir tıbbi müdahale ile giderilebilecek ölçüde hafif şekilde yaralandığı ve şikâyetçi olmadığı olayda; iş güvenliği ve teknik konularda uzman elektrik, kimya ve makine mühendislerinden oluşan üç kişilik bilirkişi heyetinden alınan ve hükme esas alınacak yeterlilikte olan 31.01.2011 tarihli raporda da belirtildiği üzere, sanığın iş yapılacak olan yerin yakınında bulunan yüksek gerilim hattından geçen elektriği kestirmek, hatta yaklaşılmasını engellemek için ikaz levhaları asmak ya da yüksek gerilim hattına karşı koruyucu perde (bariyer) çekmek gibi herhangi bir koruyucu önlem almaması, bunun yanında başkalarının sağlığı için de tehlike oluşturabilecek işin yapılmasına nezaret etmeyip işi, iş sağlığı ve güvenliği yönünden herhangi bir eğitimleri olmayan işçileri N. ve İ.’ye bırakması, işçilerini de başka kimselerin iş yapılan yere yaklaşmalarını engellemeleri yönünde uyarmaması hususları birlikte değerlendirildiğinde, sanığın gerek mevzuatta öngörülen yükümlülüklerini yerine getirmemesinden gerekse dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranmasından dolayı söz konusu olayın meydana geldiği ve sanığın oğlu N.E. ile birlikte İ.A.’nın vefat ettikleri, mağdur İ.A.’nın ise yaralandığı, ölen İ.’nin sanığın bilgisi dışında gelerek, sanığın çalışma güvenliğini sağlamak zorunda olduğu yerde yapılan ve nezaret etmesi gereken işe yardım etmesi keyfiyetinin nedensellik bağını ortadan kaldırmayacağı gibi nedensellik bağını kesen başkaca bir durum da söz konusu olmadığından İ. ‘nin ölümünün sanığa isnat edilmesinin gerektiği, diğer taraftan ağır ve tehlikeli işler sınıfındaki soğuk demircilik ve kaynak işlerini yapan ve işveren konumunda olan sanığın mensup olduğu meslek ve yaşam tecrübesi ile ortak tecrübeler de dikkate alındığında, çalışma sahasına başka kimselerin de gelebileceğinin ve zarar görebileceğinin öngörülebilir olduğu, sanığın ise öngörülebilir neticeyi öngöremediği, sonuç olarak sanığın İ.A.’nın ölümünde taksire dayalı kusurunun bulunduğu kabul edilmelidir.

2- Sanığın İ.A.’nın ölümünde taksire dayalı kusurunun olduğu sonucuna ulaşılmakla; taksirle, oğlunun ve akrabalık bağının olmadığı İ.A.’nın ölümüne, şikâyetçi olmayan bir kişinin de yaralanmasına neden olan sanık hakkında 5237 sayılı TCK’nın 22. maddesinin altıncı fıkrasının uygulanma şartlarının bulunup bulunmadığı;

5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 22. maddesinin 6. fıkrasında; “Taksirli hareket sonucu neden olunan netice, münhasıran failin kişisel ve ailevî durumu bakımından, artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olmasına yol açmışsa ceza verilmez; bilinçli taksir hâlinde verilecek ceza yarıdan altıda bire kadar indirilebilir.” hükmü yer almaktadır.

Fıkranın gerekçesinde de; “…Söz konusu fıkraya göre, hâkim suçlunun durumunu takdir ile ceza vermeyebilecektir. Elbette hâkim bu hususta takdirini kullanırken suçlunun ekonomik durumunu, aile yükümlerini, söz gelimi diğer çocukların bakımını göz önünde bulunduracak, ona göre hüküm kuracaktır. Ancak dikkat edilmelidir ki, bu fıkranın uygulanabilmesi için fiilden dolayı münhasıran failin kişisel ve ailevî durumu itibarıyla zararlı netice meydana gelmiş bulunmalıdır. Böyle bir netice ile birlikte söz konusu durumlara ilişkin bulunmayan başka bir netice de meydana gelmişse fıkra uygulanmayacaktır.” şeklinde açıklamalara yer verilmiştir.

Buna göre, taksirli hareketi sonucu meydana gelen neticenin, münhasıran failin şahsi ve ailevi durumu bakımından artık bir cezaya hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olmasına yol açması hâlinde faile ceza verilmeyecektir.

TCK’nın 22. maddesinin altıncı fıkrasında taksirli suçlar bakımından kendine özgü bir “şahsi cezasızlık hâli” düzenlenmiştir. Şahsi cezasızlık hâlinin bulunduğu durumlarda aslında ortada bir suç vardır, ancak kanun koyucu izlediği suç siyaseti gereği bu durumu cezasızlık sebebi saymış, buna bağlı olarak da 5271 sayılı CMK’nın 223. maddesinin 4. fıkrasının (a) bendinde; “ceza verilmesine yer olmadığına” karar verileceğini hüküm altına almıştır.

Kanuni düzenlemeye bakıldığında, bu şahsi cezasızlık nedeninin uygulanabilmesi için iki temel şartın varlığı aranmaktadır:

1- Taksirle işlenmiş bir suç bulunmalıdır. 22. maddenin altıncı fıkrasının ilk cümlesinde; “Taksirli hareket sonucu neden olunan netice”den bahsediliyor olması, anılan şahsi cezasızlık sebebinin yalnızca taksirle işlenen suçlarda uygulanabileceğini göstermektedir. Doğrudan kast, olası kast ile işlenen suçlarda bu hüküm uygulanamayacaktır. Bilinçli taksirin varlığı durumunda ise aynı fıkranın “bilinçli taksir hâlinde verilecek ceza yarıdan altıda bire kadar indirilebilir.” şeklindeki son cümlesi uyarınca bu şahsi cezasızlık hâli değil, “cezada indirim yapılmasını gerektiren şahsi sebep” söz konusu olabilecektir.

2- Meydana gelen netice “münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından” etkili olmalıdır. Buna göre, failin taksirli hareketiyle neden olduğu netice hem kendisine acı ve ızdırap vermeli, hem de cezalandırılmasına karar verilmesi kendisi ve ailesi bakımından artık bir cezaya hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağduriyete yol açmalıdır. Görüldüğü gibi bu şart, kendi içerisinde üç ayrı hususu barındırmaktadır.

Öğretide de benimsendiği üzere bunlardan ilki; «failin taksirli eyleminden ağır düzeyde etkilenmiş olması», başka bir deyişle failin kendi fiilinin mağduru durumuna düşmesidir. Failin uğradığı mağduriyet, maddi olabileceği gibi manevi de olabilir. Hangi mağduriyetin bir cezaya hükmedilmesini gereksiz kılacağı ise her somut olaya göre belirlenmelidir. (Veli Özer Özbek, Türk Ceza Kanunu İzmir Şerhi, Türk Ceza Kanunu’nun Anlamı, Seçkin Yayınevi, Ankara, c. 1, 4. Baskı, s. 284.)

İkincisi, failin taksirli eyleminden «ailevi durumu» itibarıyla etkilenmesidir. Bu şart, fail ile taksirli suçun mağduru arasında belli derecedeki yakınlığı ifade etmektedir. Bu anlamda, üzerinde durulması gereken husus akrabalığın derecesinden çok «aile» kavramıdır. Çünkü kanun koyucu belli derecede akrabalığı ifade eden herhangi bir kavramı değil özellikle «aile» ibaresini tercih etmiş ve bir manada faille mağdur arasında «aynı aileden olma ilişkisini» aramıştır. Aile ise kanunlarımızda tüm yönleriyle tanımlanmış bir kavram değildir. Bu konuyla ilgili olarak öğreti; bir yandan aile kavramının üst soy, alt soy ve evlilik ilişkisini kapsayacak bir şekilde yorumlanması gerektiğini savunurken, diğer yandan ortada bir aile bulunup bulunmadığı değerlendirirken biyolojik gerçekten çok, toplumsal gerçekliğe ağırlık veren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarını göz önünde bulundurmaktadır. (Zeki Hafızoğulları, Türk Ceza Kanununda Taksir, Polis Dergisi Yıl:11, S. 44, Nisan-Mayıs-Haziran 2005, s. 87.; Ursula Kilkelly, Özel Hayata ve Aile Hayatına Saygı Gösterilmesi Hakkı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 8. Maddesinin Uygulanmasına İlişkin Kılavuz İnsan Hakları El Kitapları, No: 1, Avrupa Konseyi İnsan Hakları ve Hukuk İşleri Genel Müdürlüğü, Eylül 2007, s. 15.)

Üçüncü husus ise, taksirli suçtan «münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu»nun etkilenmiş olması yani taksirli hareket sonucunda ailesinden birisinin zarar görmesi nedeniyle failin ziyadesiyle etkilendiği olayda, fail ile ailevi ilişkisi bulunmayan başka bir kişinin daha zarar görmemesidir. Fail ve ailesi dışında bir kişinin de zarar gördüğü olaylarda ise anılan fıkra hükmü uygulanmayacaktır. Başkalarının zarar görmesinden maksat, fail ve ailesi dışındaki üçüncü kişilerin dolaylı olarak etkilenmesi değil, olaydan bizzat zarar görmesidir. Örneğin, olay sırasında eşinin yanında, akrabası olmayan bir kişinin de öldüğü ya da yaralandığı hâllerde fail bu fıkradan yararlanamayacak, buna karşılık sadece eşinin öldüğü hâllerde, eşinin akrabalarının olay nedeniyle üzülecek olmaları failin altıncı fıkradan yararlanmasına engel teşkil etmeyecektir.

Kanun koyucunun; “münhasıran failin kişisel ve ailevî durumu”ndan söz ederek, “kişisel” ile “ailevi” kelimeleri arasına “ve” bağlacını koymuş olması, ikinci şartın gerçekleşebilmesi için, her üç hususun da birlikte bulunmasının zorunlu olduğunu göstermektedir. TCK’nın 22. maddesinin 6. fıkrasında “münhasıran failin kişisel ve ailevî durumu” ibaresinin kullanılmış olması karşısında, taksirli fiili sonucunda failin kendisi veya ailesinden birisi dışında başkalarının da zarar görmüş olması durumunda; örneğin failin bir yakınının ölmesi veya yaralanması ile birlikte başkalarının da mağduriyeti veya zarar görmesine neden olunmuşsa altıncı fıkra hükmü uygulanamayacaktır. Bu husus madde gerekçesinde de “Böyle bir netice ile birlikte söz konusu durumlara ilişkin bulunmayan başka bir netice de meydana gelmişse fıkra uygulanmayacaktır.” denilmek suretiyle açıklanmıştır. Nitekim öğretideki görüşler de bu doğrultudadır. (Mehmet Emin Artuk- Ahmet Gökcen-Ahmet Caner Yenidünya, Türk Ceza Kanunu Genel Hükümler, 8. Baskı, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, s. 357.; Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Kanunu Genel Hükümler, 6. Baskı, Seçkin Yayınevi, Ankara 2013, s. 230.; Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Kanunu Özel Hükümler, Seçkin Yayınevi, Ankara 2013, s. 154.; Veli Özer Özbek-Mehmet Nihat Kanbur- Koray Doğan-Pınar Bacaksız-İlker Tepe, Türk Ceza Kanunu Genel Hükümler, 4. Baskı, Seçkin Yayınevi, Ankara 2013, s. 511.; Veli Özer Özbek- Mehmet Nihat Kanbur-Koray Doğan-Pınar Bacaksız-İlker Tepe, Türk Ceza Kanunu Özel Hükümler, 5. Baskı, Seçkin Yayınevi, Ankara 2013, s. 188.; Aytekin Özanlı, Failin Ailevi ve Kişisel Durumunun Taksirli Suçlar Bakımından Değerlendirilmesi, Terazi Hukuk Dergisi, Nisan 2009, s. 32.; Mustafa Özen, Ceza Hukukunda Taksir, Adalet Yayınevi, Ankara 2011, s. 215.)

Öte yandan, TCK’nın 85. maddesinin ikinci fıkrasında birden ziyade kişinin ölümü ya da bir kişinin ölümüyle birlikte bir veya birden fazla kişinin yaralanmasına sebebiyet verilmesi, taksirle ölüme neden olma suçunun daha fazla cezayı gerektiren nitelikli hâli olarak düzenlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında düzenlenen suçta, taksirli fiil tek olmakla birlikte, birden fazla kişinin ölümü ya da bir kişinin ölümüyle, en az biri şikâyetçi olmak koşuluyla bir veya daha fazla kişinin yaralanması şeklinde meydana gelen iki sonuç cezalandırılmaktadır. TCK’nın 85. maddesinin ikinci fıkrasında düzenlenen suç açısından, neticelerin ikiye bölünmesi suretiyle ölenin ya da ölenlerden birinin veya bir kısmının faille ailevi yakınlığı nedeniyle fail hakkında TCK’nın 22. maddesinin altıncı fıkrası gereğince uygulama yapılması, faille ailevi yakınlığı olmayan kişi ya da kişilerin ölümü veya şikâyetin olduğu yaralanmalar yönünden ise mahkûmiyet, beraat ya da hükmün açıklanmasının geri bırakılması gibi ayrı bir karar verilmesi mümkün değildir. Ancak, ölen ya da ölenlerden biri veya bir kısmı ile failin ailevi yakınlığı temel cezanın belirlenmesinde dikkate alınabilecektir.

Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;

Yukarıda (1) numaralı uyuşmazlık konusunda ayrıntılı olarak anlatıldığı şekilde, sanığın tanık H.G.’nin teras katında yapmayı üstlendiği işi, aynı zamanda işçisi olan oğlu N.E. ve diğer işçisi İ.A. ile birlikte yaptıkları sırada, teras katına yaklaşık 2 metre mesafeden geçen üç adet yüksek gerilim hattına karşı herhangi bir koruyucu önlem almadığı, daha sonra iş sağlığı ve güvenliği yönünden herhangi bir eğitimleri olmayan işçileri N. ve İ.’ye işi bırakarak yan tarafta bulunan kendisine ait iş yerine gittiği, yaşı itibarıyla söz konusu işte çalışamayacak olan 16 yaşını ikmal etmiş bulunan oğlu N. ile diğer işçisi İ.’nin, demir direkleri teras kata çıkarmaya çalıştıkları esnada İ.A.’nın sanığın bilgisi dışında çalışma alanına geldiği, N.İ. ve İ.’nin ellerindeki halatlarla demir direklerden birisini zeminden çekerek teras katına çıkardıkları sırada direğin ucunun teras katının en yakınından geçen yüksek gerilim hattına ait tele temas etmesi sonucu her üçünün de elektrik akımına kapıldıkları, N. ve İ. ‘nin vefat ettikleri, İ.’nin ise yaralandığı ve şikâyetçi olmadığı olayda; asli kusurlu olarak oğlu N. ile birlikte ailevi yakınlığı bulunmayan İ.A.’nın ölümlerine, şikâyetçi olmayan bir kişinin de yaralanmasına sebebiyet veren sanığın, oğlunun ölümü nedeniyle kişisel ve ailevi durumu bakımından ağır düzeyde etkilenip zarar gördüğünde ve mağdur olduğunda bir tereddüt yok ise de, sanığın aralarında ailevi bağı bulunmayan İ. A.’nın ölümünde de taksire dayalı kusurunun bulunması, buna bağlı olarak sanığın taksirli hareketi sonucu münhasıran kendisinin kişisel ve ailevi durumunun etkilenmiş olmayıp sanık ile ailevi ilişkisi bulunmayan İ.A.’nın ölümü nedeniyle başkalarının da zarar görmesi karşısında; eylemin neticelerinin faille ailevi yakınlığı olan ve olmayan kişilerin ölümlerine göre iki ayrı taksirle ölüme neden olma şeklinde bölünemeyeceği de gözetildiğinde, münhasıran sanığın kişisel ve ailevi bakımından, artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olduğundan söz edilemeyeceğinden, hakkında TCK’nın 22. maddesinin altıncı fıkrasında düzenlenmiş olan şahsi cezasızlık sebebinin uygulanmasına yasal imkân bulunmamaktadır.


YARGITAY 12. CEZA DAİRESİ Esas : 2017/4484 Karar : 2018/5428 Tarih : 14.05.2018

  • TCK 22. Madde

  • Taksir

1-Sanık … hakkında kurulan mahkumiyet hükmünün temyiz isteminin incelenmesinde;

Bozma ilamına uyularak yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, sanığın sabıkası olmamasına rağmen lehine olan hükümlerin uygulanmadığına ilişkin temyiz itirazlarının reddine, ancak;

Sanık …’in sevk ve idaresindeki araçla gece vakti, meskun mahal dışında seyir halindeyken kavşaklarda geçiş üstünlüğü kuralına riayet etmeyerek sola dönmek için kavşağa kontrolsüz girmesi sonucu karşı yönden alkollü bir şekilde seyreden sanık …’ın kullandığı araç ile çarpıştığı, çarpışma sonrası sanık …’in kullandığı araçta bulunan Güldeste ve Bahattin ile sanık …’ın aracında bulunan … ve …’nın basit tıbbi müdahale ile giderilemeyecek, vücutlarında kemik kırığı oluşacak şekilde; sanık …’in aracındaki diğer kişiler Güldeste, Bahattin, Gülengül ve Tuğçe ile diğer araç sürücüsü sanık …’in BTM ile giderilebilir şekilde yaralandıkları, sanık …’in aracında bulunan Güldeste, Bahattin, Gülengül ve Tuğçe ile diğer araçta bulunan Ferdi’nin sanıktan şikayetçi olmadıkları, sanık …’ın ise soruşturma aşamasında şikayetçi olmayıp, kovuşturmada şikayetçi olduğunu belirttiği, şikayetten vazgeçmeden vazgeçme olamayacağı, katılan sanık …’in yaralanması ile ilgili şikayetinin devam ettiğini beyan etmesi karşısında, bilinçli taksir koşullarının bulunmadığı anlaşılan olayda sanığın sadece …’ın yaralanmasından sorumlu tutulup, 5237 sayılı TCK`nın 89/1. maddesi gereğince cezalandırılması yerine, suçun niteliğinde yanılgıya düşülerek, yazılı şekilde hüküm kurulması,

Kanuna aykırı olup, sanığın temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden, sair yönleri incelenmeyen hükmün bu sebeplerden dolayı 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca halen uygulanmakta olan 1412 sayılı CMUK`un 321. maddesi gereğince isteme aykırı olarak BOZULMASINA,

2-Sanık … hakkında kurulan mahkumiyet hükmünün temyiz isteminin incelenmesinde;

Bozma ilamına uyularak yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, sanığın verilen cezanın mağduriyetine yol açacağına ilişkin temyiz itirazlarının reddine, ancak;

a-Duruşmadan vareste tutulmasını istemeyen ve duruşmadan vareste tutulmasına karar verilmeyen sanığın, kararın verildiği duruşmanın yapıldığı 17.01.2017 tarihinde başka bir suçtan mahkemenin yargı çevresindeki Erciş Açık Ceza İnfaz Kurumunda hükümlü bulunması nedeniyle duruşmalarda hazır edilmesi gerektiği gözetilmeden, sanığın yokluğunda yargılamaya devamla mahkumiyetine karar verilerek CMK`nın 193/1 ve 196/5. maddelerine aykırı davranılmak suretiyle savunma hakkının kısıtlanması,

b-Sanığa ek savunma hakkı tanınmadan TCK’nın 22/3. maddesinin uygulanması suretiyle CMK`nın 226. maddesine aykırı davranılarak savunma hakkının kısıtlanması,

Kanuna aykırı olup, sanığın temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden, sair yönleri incelenmeyen hükmün bu sebeplerden dolayı 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca halen uygulanmakta olan 1412 sayılı CMUK`un 321. maddesi gereğince isteme aykırı olarak BOZULMASINA, 14/05/2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 3. CEZA DAİRESİ Esas : 2017/4598 Karar : 2018/641 Tarih : 22.01.2018

  • TCK 22. Madde

  • Taksir

Sanığın adli sicil kaydında tekerrüre esas mahkumiyet hükmü olduğu halde, sanık hakkında 5237 sayılı TCK’nin 58/6. maddesi gereğince tayin olunan cezanın mükerrirlere özgü infaz rejimine göre çektirilmesine karar verilmesi gerektiğinin gözetilmemesi, aleyhe temyiz olmadığından bozma nedeni yapılmamıştır.

1)Katılan …‘in, sanığın işletmeciliğini yaptığı lokantaya müşteri olarak gidip çorba içtikten sonra, gelen hesaba itiraz etmesi üzerine sanık ile katılan arasındatartışma çıktığı, birbirlerine hakaret ettikleri, tartışmanın kavgaya dönüştüğü, sanığın katılanın göğsüne ve yüzüne yumrukla vurduğu, olay yerinden iş yeri çalışanlarıtarafından uzaklaştırılan katılanın hastanede yatan oğlunu ziyarete gittiği, yaşadığı olayıhastanede bulunan kızı olan tanık S…… anlattığı, bunun üzerine tanık Sultan ile birlikte tekrar sanığa ait iş yerine gittikleri ve polisi çağırdıkları, sonrasında katılanın kalp krizi geçirdiği, katılan hakkında düzenlenen Adli Tıp Kurumu 2. İhtisas Kurulu’nun 15.05.2013 tarihli raporuna göre, katılanın yumuşak doku lezyonuna neden olan yaralanmasının basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek ölçüde hafif nitelikte olduğu,ancak olayın efor ve stresiyle katılanda mevcut kalp damar hastalığının akut hale geçerek akut miyokard enfarktüsü (kalp krizi) geliştiği, dolayısıyla dava konusu olayla geçirdiği kalp krizi arasında illiyet bağı bulunduğu ve geçirdiği kalp krizinin kişinin yaşamını tehlikeye sokan bir duruma neden olduğunun belirtildiği olayda; katılanı basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek şekilde yaralayan sanığın katılanın kalp rahatsızlığını önceden bilip bilmediği araştırılıp, bildiğinin tespit edilmesi halinde sanığın eyleminin bilinçli taksirle yaralama suçunu, bilmediğinin tespit edilmesi halinde ise taksirle yaralama suçunu oluşturup oluşturmayacağının karar yerinde tartışılmaması,

2)Sanığın eyleminin taksirle yaralama suçu olarak kabul edilmesi halinde, hakaret suçu ile birlikte her iki suçun uzlaştırmaya tabi olması karşısında, sanığın hukuki durumunun yeniden değerlendirilmesinde zorunluluk bulunması,

Kabule göre de;

3)Sanığın katılanı yaralamasında netice sebebiyle ağırlaşmış yaralama niteliğindeki “yaşamını tehlikeye sokan bir duruma neden olma” nın adli tıp kriterleri ve Dairemiz uygulamalarına göre basit tıbbi müdahale ile giderilmesi mümkün bulunmadığı gözetilip, temel cezanın 5237 sayılı TCK’nin 86/1. maddesi uyarınca tayin olunması gerekirken, TCK’nin 86/2. maddesi uyarınca tayin edilmesi suretiyle ve sanık hakkında TCK’nin 87/1-son maddesinin uygulanmaması suretiyle eksik ceza tayini,

4)Anayasa Mahkemesi’nin 24.11.2015 tarih ve 29542 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 08.10.2015 tarih ve 2014/140 esas-2015/85 karar sayılı kararı ile 5237 sayılı TCK’nin 53. maddesindeki bazı hükümlerin iptal edilmesi nedeniyle hak yoksunlukları yönünden sanığın hukuki durumunun yeniden değerlendirilmesinde zorunluluk bulunması,

Bozmayı gerektirmiş, sanığın temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden, hükümlerin bu sebeplerden dolayı 6723 sayılı Kanunun 33. maddesiyle değişik 5320 sayılı Kanunun 8/1. maddesi ile yürürlükte bulunan 1412 sayılı CMUK’un 321. maddesi uyarınc istem gibi BOZULMASINA, CMUK’un 326/son maddesi uyarınca kazanılmış hakkının saklı tutulmasına, 22.01.2018 gününde oyçokluğuyla karar verildi.

(Muhalif)

MUHALEFET ŞERHİ

Sanığın katılanın göğsüne ve yüzüne yumrukla vurduğu, olay yerinden iş yeri çalışanları tarafından uzaklaştırılan katılanın hastanede yatan oğlunu ziyarete gittiği, yaşadığı olayı hastanede bulunan kızı olan tanık Sultan Kayaer’e anlattığı, bunun üzerine tanık Sultan ile birlikte tekrar sanığa ait iş yerine gittikleri ve polisi çağırdıkları, sonrasında katılanın kalp krizi geçirdiği, katılan hakkında düzenlenen Adli Tıp Kurumu 2. İhtisas Kurulu’nun 15.05.2013 tarihli raporuna göre, katılanın yumuşak doku lezyonuna neden olan yaralanmasının basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek ölçüde hafif nitelikte olduğu, ancak olayın efor ve stresiyle katılanda mevcut kalp damar hastalığının akut hale geçerek akut miyokard enfarktüsü (kalp krizi) geliştiği, dolayısıyla dava konusu olayla geçirdiği kalp krizi arasında illiyet bağı bulunduğu ve geçirdiği kalp krizinin kişinin yaşamını tehlikeye sokan bir duruma neden olduğunun belirtildiği olayda; katılanı basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek şekilde yaralayan sanığın katılanın kalp rahatsızlığını önceden bilip bilmediği araştırılıp, bildiğinin tespit edilmesi halinde sanığın eyleminin bilinçli taksirle yaralama suçunu, bilmediğinin tespit edilmesi halinde ise taksirli yaralama suçunu oluşturup oluşturmayacağının karar yerinde tartışılmaması hususu bozma sebebi yapılmış ise de;

Sanığın mağdurda göğüs ağrısı sol şakakta 2 cm sıyrık EKG de V5 te minimal st depresyonuna neden olacak şekilde yaralama eyleminin TCK’nin 86/2 ve 86/3-e maddeleri kapsamında olması ,ancak katılanın yumuşak doku lezyonuna neden olan yaralanmasının basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek ölçüde hafif nitelikte olmasına rağmen olayın efor ve stresiyle katılanda mevcut kalp damar hastalığının akut hale geçerek akut miyokard enfarktüsü (kalp krizi) geliştiği, dolayısıyla dava konusu olayla geçirdiği kalp krizi arasında illiyet bağı bulunduğu ve geçirdiği kalp krizinin katılanın hayati tehlikeye neden olduğu gözönüne alındığında ; katılandaki kalp rahatsızlığının önceden sanık tarafından bilinmemesi durumunda sanığın TCK’nin 61. maddesinde belirtilen mağdurda meydana gelen zarar ve tehlikenin ağırlığına göre TCK’nin 86/2. maddesi uyarınca alt sınırdan ayrılmak suretiyle teşdiden ceza verilmesi gerektiği (olayımıza uygun olarak takdiren teşdiden 8 ay hapis , şikayete ve uzlaşmaya bağlı olup, şikayetten vazgeçmeyle veya uzlaşmayla düşme kararı verileceği, eylem kasti suç oluşturduğundan verilecek cezanın tekerrüre esas olacağı,

Sanığın; katılanın kalp rahatsızlığını bilmesi halinde katılana karşı yapacağı eylem sebebiyle mağdurun kalbinin altında bulunduğu göğsüne vurduğu darbenin kalp krizi geçirerek hayati tehlike geçirebileceğini öngörebilecek durumda bulunması nedeniyle yine de olursa olsun yani olası kastla hareket ettiğinin kabul edilmesi gerektiği, bu itibarlaTCK’nin 86/2 ve 87/1-d-son maddeleri uyarınca en az verilmesi gereken 3 yıl hapiscezasından TCK’nin 21/2 maddesi uyarınca takdiren ½ oranında indirim yapılması halinde 1 yıl 6 ay hapis cezası verilmesi gerektiği, yine bu durumda da eylem kasti suç oluşturduğundan şikayete bağlı olmayıp, şikayetten vazgeçmeyle düşme kararı verilemeyeceği, verilecek cezanın tekerrüre esas olacağı,

Dairemizce benimsenen çoğunluk görüşüne göre sanığın mağdurun kalp rahatsızlığı olduğunu bilmediğinin anlaşılması durumunda sanığın basit taksirle yaralama suçundan TCK’nin 89/1-2,son maddeleriyle cezalandırılması durumunda TCK’nin 89/1 maddesi uyarınca alt sınırdan (mağdurun hayati tehlike geçirmesi TCK’nin 89/2 -e maddesi uyarınca ayrıca cezanın artırım sebebi olarak düzenlenmesi nedeniyle ayrıca ceza bu sebeple ceza alt sınırdan ayrılma sebebi olarak değerlendirilemez) 3 ay hapis ve hayati tehlike nedeniyle TCK’nin 89/2 -e maddesi uyarınca cezası yarı oranında artırılarak 4 ay 15 gün hapis cezası verilmesi gerektiği,

Eylemin kasten yaralama suçunu oluşturması sebebiyle TCK’nin 86/2 maddesi uyarınca 8 ay hapis cezasından daha az ceza verilmesinin söz konusu olması yanında eylem kasten yaralama suçunu oluşturmasına rağmen şikayete ve uzlaşmaya bağlı olup, şikayetten vazgeçmeyle veya uzlaşmayla düşme kararı verileceği, şikayetin devam etmesi ve uzlaşmanın gerçekleşmemesi hallerinde ise verilecek cezanın kasti suçlar açısından tekerrüre esas olmayacağı, ancak taksirli suçlar açısından tekerrüre esas olacağı,

Yine Dairemizce benimsenen çoğunluk görüşüne göre sanığın mağdurun kalp rahatsızlığı olduğunu bildiğinin anlaşılması durumunda sanığın bilinçli taksirle yaralama suçundan TCK’nin 89/1-2, son, 22/3 maddeleriyle cezalandırılması durumunda TCK’nin 89/1 maddesi uyarınca alt sınırdan (mağdurun hayati tehlike geçirmesi TCK’nin 89/2 -e maddesi uyarınca ayrıca cezanın artırım sebebi olarak düzenlenmesi nedeniyle ayrıca ceza bu sebeple ceza alt sınırdan ayrılma sebebi olarak değerlendirilemez) 3 ay hapis ve hayati tehlike nedeniyle TCK’nin 89/2 -e maddesi uyarınca cezası yarı oranında artırılarak 4 ay 15 gün hapis ve bilinçli taksir nedeniyle TCK’nin 22/3. maddesi uyarınca cezası takdiren yarı oranında artırılması halinde dahi 6 ay 22 gün hapis cezası verilmesi gerektiği, olası kastla hayati tehlike geçirecek şekilde silahla yaralama suçundan TCK’nin 86/2, 87/1-d-son ve 21/2. maddeleri uyarınca verilebilecek 1 yıl 6 ay hapis cezasından daha az ceza verilmesinin söz konusu olması yanında şikayete ve uzlaşmaya tabi olmamasına rağmen verilecek cezanın kasti suçlar açısından tekerrüre esas olmayacağı, ancak taksirli suçlar açısından tekerrüre esas olacağı dikkate alındığında, sanığın mağdurun kalp rahatsızlığı olduğunu bilmediğinin anlaşılması durumunda TCK’nin 86/2. maddesi uyarınca teşdiden cezalandırılması gerektiği, sanığın mağdurun kalp rahatsızlığı olduğunu bildiğinin anlaşılması durumunda ise TCK’nin 86/2, 87/1-d-son ve 21/2. maddeleri uyarınca cezalandırılması gerektiği görüşündeyim.


YARGITAY 18. CEZA DAİRESİ Esas : 2015/42905 Karar : 2017/10522 Tarih : 9.10.2017

  • TCK 22. Madde

  • Taksir

Temyiz isteğinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi.

Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede;

I - Genel İlkeler:

Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 56/1. maddesine göre herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Aynı maddenin ikinci fıkrasında getirilen düzenleme ile de çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek gerek Devlete gerekse vatandaşlara ödev olarak yüklenmiştir. Anayasada yer alan bu ilkeler 2872 sayılı Çevre Kanunu`nun 3/a maddesinde de benzer biçimde düzenlenmiştir. Buna göre; gerçek ya da tüzel kişi olarak herkes, çevrenin korunması ve kirliliğin önlenmesi ile görevli olup, alınacak tedbirlere ve belirlenen esaslara uymakla yükümlüdür. Bu bağlamda, “kamu sağlığını ve çevreyi koruma” prensibi Türk Ceza Kanunu’nun birinci maddesinde, Kanun’un amaçlarından birisi olarak öngörülmüş, ayrıca “sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı” başta bu Kanunun 181 ilâ 184. maddeleri olmak üzere, 2872 sayılı Çevre Kanunu’nda ve diğer bir kısım mevzuatta koruma altına alınmış, çevreyi kirletme eylemi farklı suç ve kabahat türleri ile yaptırıma bağlanmıştır.

Türk Ceza Kanununun 181. maddesinin birinci fıkrasında suç olarak düzenlenen atık veya artıklarla çevrenin kasten kirletilmesi fiili, kanunlarda belirtilen teknik usullere aykırı olarak, çevreye zarar verecek şekilde atık veya artıkların alıcı ortamlar olan toprak, su ve havaya kasten verilmesidir. Buna göre suç, atık veya artıkların teknik usullere aykırı olarak bir defa alıcı ortama verilmesiyle oluşacaktır.

Türk Ceza Kanunun 182. maddesinde suç olarak düzenlenen çevrenin taksirle kirletilmesi eylemi ise çevreye zarar verecek şekilde atık veya artıkların alıcı ortama taksirle verilmesidir.

Bu kapsamda bir kusurluluk türü olan taksir, hukuki anlamda failin suç işlemek istememesi, buna rağmen hukuk düzeninin gereklerine de aldırmaması halini ifade eder. Türk Ceza Kanunu, taksiri, bilinçli ve bilinçsiz taksir olarak ikili şekilde düzenlemiştir. Buna göre “bilinçsiz taksir” Türk Ceza Kanununun 22/2. maddesinde, “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi” biçiminde tanımlanmış; bilinçli taksir ise aynı maddenin üçüncü fıkrasında “kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi” şeklinde açıklanmıştır. Bu düzenleme uyarınca bilinçli taksir ile bilinçsiz taksir arasındaki temel farklılık, bilinçli taksirde istenmeyen neticenin öngörülmesiyken, bilinçsiz taksirde ise öngörülmemesidir. Başka bir deyişle, bilinçsiz taksirde fail özen yükümlülüğünün ihlali dolayısıyla kanuni tanıma uygun bir fiilin gerçekleşeceği ihtimalini düşünmemektedir. Bilinçli taksirde ise fail, suçun konusu bakımından somut bir tehlikenin varlığını öngörmesine rağmen bu tehlikenin derecesini önemsememesi veya şahsi yeteneğini abartması ya da şansına güvenmesi nedeniyle kanuni tanıma uygun bir fiilin gerçekleşmeyeceğine güven beslemektedir. Bu açıklamalar ışığı altında dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla kirlenme neticesi öngörülmeden atık veya artıkların alıcı ortama verilmesiyle bilinçsiz taksir, kirlenme neticesi öngörülmesine karşın meydana gelmeyeceği düşüncesiyle hareket edilmesi halinde ise bilinçli taksirle çevrenin kirletilmesi suçu oluşacaktır.

TCK’nın 181/1. maddesinde sözü edilen “ilgili kanunlarla belirlenen teknik usullere aykırılık” hali; 2872 sayılı Çevre Kanunu, 2690 sayılı Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Kanunu, 5977 sayılı Biyogüvenlik Kanunu, 3213 sayılı Maden Kanunu gibi kanunların, kapsadıkları alanlarla ilgili olarak “çevreyi kirletmeme” ilkesi gereğince çerçeve olarak benimsedikleri düzenlemelere dayanılarak oluşturulan yönetmeliklerde açıklanan ve somut olayın özelliklerine göre değerlendirilecek olan, arıtma, depolama, imha etme, taşıma, koruma, alıcı ortama verme, uzaklaştırma gibi hususlar bakımından öngörülen yükümlülüklere aykırı davranmayı ifade etmektedir.

“Çevreyi kirletmeme” prensibi ise genel olarak 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun “Kirletme Yasağı” kenar başlıklı 8. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre; “Her türlü atık ve artığı çevreye zarar verecek şekilde, ilgili yönetmeliklerde belirlenen standartlara ve yöntemlere aykırı olarak doğrudan ve dolaylı biçimde alıcı ortama vermek, depolamak, taşımak, uzaklaştırmak ve benzeri faaliyetlerde bulunmak yasaktır.

Kirlenme ihtimalinin bulunduğu durumlarda ilgililer kirlenmeyi önlemekle, kirlenmenin meydana geldiği hallerde ise kirleten, kirlenmeyi durdurmak, kirlenmenin etkilerini gidermek veya azaltmak için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür.”

Yine aynı Kanunun “Tanımlar” kenar başlıklı 2. maddesine göre atık, herhangi bir faaliyet sonucunda oluşan, çevreye atılan veya bırakılan her türlü madde, alıcı ortam ise hava, su, toprak ortamları ve bu ortamlarla ilişkili ekosistemlerdir. Mevzuatımızda tanımı bulunmayan artık ise; öğretideki düşüncelerden de yararlanılarak, bir maddenin tüketimi, kullanımı ya da harcanmasından sonra artan, geriye kalan kısım olarak tanımlanabilir.

Türk Ceza Kanununun “çevreyi kasten kirletme” suçunu düzenleyen 181/1, “taksirle kirletme” suçunu düzenleyen 182/1 ve 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 8. maddelerinde suçun unsuru olarak kabul edilen “çevreye zarar verecek şekilde” kavramı ise, “gerçekleşen somut bir zararı” değil, “zarar vermeye elverişliliği, zarar ihtimalini” anlatmaktadır. Madde gerekçesinde de açıklandığı üzere atık veya artığın; suç tipine göre kasten veya taksirle, su, hava ve toprak şeklinde gruplandırılan alıcı ortama ya da bu ortamlarla ilişkili ekosistemlerden birine verilmesi ile suç oluşacaktır. Çevrenin kasten veya taksirle kirletilmesi, kanunda tehlike suçları olarak düzenlenmiştir. Zararın gerçekleşmesi, bu suçlarda unsur olmadığı gibi cezalandırma şartı da değildir.

Öte yandan atık veya artıkların toprakta, suda veya havada kalıcı özellik göstermesi hali TCK`nın 181. maddesinin 3. fıkrası ile 182/1. maddesinin ikinci cümlesinde, bunların insan veya hayvanlar açısından tedavisi zor hastalıkların ortaya çıkmasına, üreme yeteneğinin körelmesine, hayvanların veya bitkilerin doğal özelliklerini değiştirmeye neden olabilecek etkilerinin olması ise 184/1. maddesi ile 182/2. maddelerinde, çevreyi kasten veya taksirle kirletmek suçlarında cezanın artırılmasını gerektiren nitelikli haller olarak düzenlenmiştir.

II – Yargılamaya Konu Olayda Uygulanacak Mevzuat ve Düzenleyici İşlemler:

2872 sayılı Çevre Kanunu’nun ek 6. maddesi gereğince; hava kalitesinin korunması ve hava kirliliğinin önlenmesi için, ulusal enerji kaynakları öncelikli olmak üzere, Bakanlıkça belirlenen standartlara uygun temiz ve kaliteli yakıtların ve yakma sistemlerinin üretilmesi ve kullanılması zorunludur. Hava kalitesinin belirlenmesi, izlenmesi ve ölçülmesine yönelik yöntemler, hava kalitesi sınır değerleri ve bu sınır değerlerin aşılmaması için alınması gerekli önlemler Bakanlıkça yürütülür. Bu çalışmalara ilişkin usûl ve esaslar ise Bakanlıkça çıkarılacak yönetmeliklerle belirlenir.

Aynı Kanunun 20/b-c maddesinde, hava kirliliği yönünden önemli etkileri nedeniyle bazı tesislerin kurulması, işletilmesi gibi faaliyetleri izne tâbi tutulmuş, hem bu tesislere hem de hava kirliliği yönünden kurulması ve işletilmesi izne tâbi olmayan tesislere, toplu ya da ferdi ısıtılan konutlara yönetmelikle belirlenen emisyon miktarlarının sınırlarını aşmama yükümlülüğü getirilmiştir. Kanun’un 20/d bendinde ise hava kirliliği yönünden özel önem taşıyan bölgelerde veya kirliliğin ciddi boyutlara ulaştığı zamanlarda ve yerlerde veya kritik meteorolojik şartlarda, yönetmeliklerle öngörülen önlemleri almayan, yasaklara aykırı davranan ya da mahallî çevre kurullarınca bu konuda alınan kararlara uymayanlara yönelik yaptırımların artırılacağı hükme bağlanmıştır.

Yine bu Kanunun 8. 9, 11 ve ek 6. maddelerinde yer verilen çerçeve hükümler gereğince, hava kalitesinin korunması, kirlenmesinin önlenmesi, atmosfere yayılan kirleticilerin kontrol altına alınması, hava kirliliğinin çevre ve insan sağlığı üzerindeki zararlı etkilerinin engellenmesi ya da azaltılması şeklinde özetlenebilecek ortak amaçlarla aşağıda belirtilen yönetmelikler kabul edilmiştir.

a) 02.11.1986 tarihli Hava Kalitesinin Korunması Yönetmeliği;

3.maddesindeki düzenlemeye göre bu Yönetmelik, tesisler ve motorlu vasıtaları kapsamaktadır. Yönetmeliğin 5/d maddesinde tesis, “kurum, kuruluş, işletmeler ve diğer sabit düzenekler, makineler, aletler ve diğer yer değiştirebilen teknik düzenekler ile motorlu vasıtalar, üzerinde madde depolanan, boşaltılan ve iş yapılan mülkler” şeklinde tanımlanmıştır. Yönetmeliğin 6. maddesinde hava kalitesinin sınır değerleri gösterilmiş, 7. maddede izne tabi tesislerin emisyon sınırları, maddelerde ise diğer tesislerle ilgili emisyon tanımları ve uygulanacak kurallar belirlenmiştir. Bu yönetmelik, aşağıda (c) bendinde bahsedilen Yönetmeliğin 16. maddesi ile yürürlükten kaldırılmıştır.

b) 22.07.2006 tarihli Endüstri Tesislerinden Kaynaklanan Hava Kirliliğinin Kontrolü Yönetmeliği;

2.maddesindeki düzenlemeye göre bu Yönetmelik tesisleri kapsamaktadır. Tesis ise Yönetmeliğin 4/d maddesinde, atmosfere emisyon veren her bir üniteyi, makineler, aletler ve diğer sabit düzenekleri, üzerinde madde depolanan, boşaltılan ve iş yapılan mülkleri ifade etmektedir. Tesislerin bütünü işletme olarak adlandırılmaktadır. Yönetmelikte tesislerin tabi olduğu yükümlülükler ve uymaları gereken emisyon sınırları belirlenmiştir. Yönetmelik, 42. maddesi ile 07.10.2004 tarihli Endüstriyel Kaynaklı Hava Kirliliğinin Kontrolü Yönetmeliği yürürlükten kaldırmış, kendisi de aşağıda (d) bendinde bahsedilen Yönetmeliğin 37. maddesi ile yürürlükten kaldırılmıştır.

c) 06.06.2008 tarihli Hava Kalitesi Değerlendirme ve Yönetimi Yönetmeliği;

2.maddesinde ifade edildiği üzere hava kalitesi standartlarını ve hava kalitesinin değerlendirilmesini, “bölge”ler ve “alt bölge”lerin oluşturulmasını ve tüm bölgelerde iyi hava kalitesinin sağlanması için alınması gerekli önlemleri kapsamaktadır.

d) 03.07.2009 tarihli Sanayi Kaynaklı Hava Kirliliğinin Kontrolü Yönetmeliği;

Sanayi ve enerji üretim tesislerinin faaliyetleri sonucunda atmosfere yayılan emisyonları kontrol altına almayı amaçlamış, bu nedenle 2/a maddesindeki düzenleme doğrultusunda işletmeleri kapsamına almıştır. Yönetmeliğin 5. maddesine göre hava emisyonu olan ve “Çevre Kanununca Alınması Gereken İzin ve Lisanslar Hakkında Yönetmelik” kapsamında yer alan işletmelerden kaynaklanan hava emisyonlarının değerlendirilmesinde bu Yönetmelik hükümlerine göre işlem yapılmalıdır. Yönetmelik maddelerinde ve eklerinde, işletmeler ve tesislerin uyması gereken yükümlülükler ile emisyon sınırları belirlenmiştir.

e) 13.01.2005 tarihli Isınmadan Kaynaklanan Hava Kirliliğinin Kontrolü Yönetmeliği;

1.maddesinde açıklandığı üzere konut, toplu konut, kooperatif, site, okul, üniversite, hastane, resmi daireler, işyerleri, sosyal dinlenme tesisleri, sanayide ve benzeri yerlerde ısınma amaçlı kullanılan yakma tesislerinden kaynaklanan is, duman, toz, gaz, buhar ve aerosol halinde dış havaya atılan kirleticilerin hava kalitesi üzerindeki olumsuz etkilerini azaltmak ve denetlemek amacıyla kabul edilmiştir. Yönetmeliğin çeşitli maddelerinde, ısınma amaçlı yakıtlara ilişkin yükümlülükler ve sınır değerler kabul edilmiştir.

f) 04.04.2009 tarihli Egzoz Gazı Emisyonu Kontrolü Yönetmeliği;

12.maddesinde motorlu kara taşıtı sahiplerinin yükümlülükleri belirlenmiş, bu yükümlülükler açısından Çevre Kanununun Ek-4.maddesine atıf yapılmış, motorlu taşıt sahiplerinin bu suretle egzoz gazı emisyon ölçümlerini düzenli olarak yaptırması ve egzoz emisyon değerlerinin sınır değerlere uygun olması sağlanmaya çalışılmıştır. Bu yönetmelik, aşağıda (g) bendinde bahsedilen Yönetmeliğin 22. maddesi ile yürürlükten kaldırılmıştır.

g) 30.11.2013 tarihli Egzoz Gazı Emisyonu Kontrolü İle Benzin Ve Motorin Kalitesi Yönetmeliği;

14.maddesinde, mülga olan 2009 tarihli Egzoz Gazı Emisyonu Yönetmeliğinin 12.maddesinde belirtilen yükümlülükleri tekrarlayarak sıralamış, bu suretle motorlu kara taşıtı sahiplerinin yükümlülükleri belirlenmiş, bu yükümlülükler açısından Çevre Kanununun Ek-4.maddesine atıf yapılmış, motorlu taşıt sahiplerinin bu suretle egzoz gazı emisyon ölçümlerini düzenli olarak yaptırması ve egzoz emisyon değerlerinin sınır değerlere uygun olması sağlanmaya çalışılmıştır.

Görüldüğü üzere 2872 sayılı Çevre Kanunu uyarınca hava kalitesinin korunması ve kirlenmesinin önlenmesi gibi amaçlarla kabul edilen bu yönetmeliklerin tamamı, tesisler, işletmeler, motorlu taşıtlar, makineler ve konutlar gibi nitelikleri ve faaliyetleri gereği sürekli ya da dönemsel emisyon üreten yerlerle ilgilidir. Bahsedilen yerler ve faaliyetler dışında, örneğin açık havada atık yakma eyleminde olduğu gibi bireylere, herhangi bir yükümlülük yüklenmemiş, yakma faaliyetiyle oluşacak emisyonun sınır değeri belirlenmemiş ve eylem hakkında yaptırım da öngörülmemiştir.

Yönetmeliklerde bahsedilen konut, işletme, tesis ve makineler gibi nitelikleri ve faaliyetleri gereği sürekli ya da dönemsel emisyon üreten yerler için kabul edilmiş emisyon sınır değerlerinden birinin, bireyler hakkında da geçerli olduğunu kabul etmek, Kanunun çerçeve hükümleri doğrultusunda çıkarılmış olan yönetmeliklerde yer almayan bir yükümlülüğün varlığını kıyasen kabul etmek anlamına gelir. TCK’nın 2/3. maddesi ise ceza hukukunda kıyası yasaklamıştır.

Bu açıklamalar ışığında önemle vurgulanması gereken husus şudur; hava alıcı ortamının, dolayısıyla çevrenin kirlendiği ya da kirlenme ihtimali bulunduğunun kabul edilebilmesi için, öncelikle kirlilik kaynağının tespit edilmesi, daha sonra da ilgili yönetmeliklerde kirletici kaynaklar bakımından öngörülen emisyon sınır değerinin aşılmış olması gerekir.

Farklı tarihlerde farklı yönetmelikler kabul edilmiş olması karşısında, zaman bakımından uygulama ilkesinin zorunlu sonucu olarak işletme/tesis için suç tarihinde yürürlükte bulunan yönetmelikte havayı kirlettiği yahut kirletme ihtimali taşıdığı kabul edilen emisyon sınır değerinin, sonradan yürürlüğe giren yönetmelikte de kabul edilmiş olması gerekir.

04.04.2009 tarihli mülga olan Egzoz Gazı Emisyonu Kontrolü Yönetmeliği 12.maddesinde;

“(1) Çevre Kanunu`nun Ek 4 üncü maddesi uyarınca, motorlu kara taşıt sahibi, taşıtının egzoz gazı emisyon ölçümlerini 6 ncı maddede belirtilen periyotlarda yaptırmak ve taşıtının egzoz gazı emisyonlarının 7 nci maddede belirtilen sınır değerlere uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür.

(2) Ölçüm yaptırması gereken periyota ait egzoz gazı emisyon ölçümü yaptırmayan motorlu taşıt sahibine soruşturma zamanaşımı da dikkate alınarak, Çevre Kanunu`nun 20 nci maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde belirlenen idari para cezası uygulanır.

(3) Egzoz gazı emisyon ölçümü sonucu sınır değerlere uygun çıkmayan taşıt sahibi,taşıtının gerekli bakımını yaptırmak ve bu Yönetmelikle belirlenen standartları sağlamakla yükümlüdür.

(4) Taşıt sahibi egzoz gazı emisyon ölçüm pulunun ilgili bölüme yapıştırıldığı motorlu taşıt egzoz gazı emisyon ruhsatını taşıtında bulundurmak ve istenildiğinde ölçüm sonucunu belgeleyen çıktıyla birlikte denetim yetkilisine ibraz etmek zorundadır. Egzoz gazı emisyon ölçümlerinin devamının takibi amacıyla, ruhsatın üzerinde egzoz gazı emisyon ölçüm pulu yapıştırma yeri dolana kadar tahrifat olmaksızın saklanması ve denetimlerde ibraz edilmesi zorunludur.” şeklinde düzenlemeler bulunmaktadır.

30.11.2013 tarihli Egzoz Gazı Emisyonu Kontrolü İle Benzin Ve Motorin Kalitesi Yönetmeliği 14.maddesinde; “ (1) Çevre Kanununun Ek-4 üncü maddesi uyarınca, motorlu taşıt sahibi, taşıtının egzoz gazı emisyon ölçümlerini bu Yönetmeliğin 7 nci maddesinde belirtilen periyotlarda yaptırmak ve taşıtının egzoz gazı emisyonlarının bu Yönetmeliğin 8 inci maddesinde belirtilen sınır değerlere uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür.

(2) Egzoz gazı emisyon ölçüm sonucu, sınır değerlere uygun çıkmayan taşıt sahibi, taşıtının gerekli bakımını ve egzoz gazı emisyon ölçümünü otuz gün içerisinde yaptırmakla ve bu Yönetmelikle belirlenen standartları sağlamakla yükümlüdür. Taşıt sahibi otuz gün içerisinde aynı istasyonda ilk ölçümden sonra yapılacak en fazla 2 ölçüm için ücret ödemez. 3 üncü ölçümden sonra ölçüm ücreti tam olarak alınır.

(3) Taşıt sahibi, egzoz gazı emisyon ölçüm pulunun ilgili bölüme yapıştırıldığı motorlu taşıt egzoz emisyon ruhsatını taşıtında bulundurmak ve istenildiğinde denetim yetkilisine ibraz etmek zorundadır. Egzoz gazı emisyon ölçümlerinin devamının takibi amacıyla, ruhsatın üzerinde egzoz gazı emisyon ölçüm pulu yapıştırma yeri dolana kadar tahrifat olmaksızın saklanması ve denetimlerde ibraz edilmesi zorunludur.” şeklinde düzenlemelere yer verilmiştir.

2872 sayılı Çevre Kanunu’nun Ek-4.maddesinde ise; “Motorlu taşıt sahipleri, egzoz emisyonlarının yönetmelikle belirlenen standartlara uygunluğunu belgelemek üzere egzoz emisyon ölçümü yaptırmak zorundadırlar. Trafikte seyreden taşıtların egzoz emisyon ölçümleri ve standartları ile ilgili usûl ve esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir.

Motorlu taşıt üreticileri de üretim aşamasında yönetmelikle belirlenen emisyon standartlarını sağlamakla yükümlüdür.” düzenlemeleri yer almaktadır.

III - Yargılamaya Konu Olay

… tarafından 10/04/2013 tarihli ve 3629 sayılı yazı ile Çevre ve Orman Bakanlığı`nda görevli personelce tutulan 19/03/2013 tarihli ve 124738 seri numaralı tutanağa atfen … yönetimindeki 38 TL 389 plakalı aracın egzoz gazı emisyon sınır değerlerini sağlamadığı iddiasıyla çevrenin kasten kirletilmesi suçundan dava açılmıştır.

19.03.2013 tarihli çevre denetim raporunda özetle; egzoz emsiyon ölçüm değerlerinin sınır değerlerin üzerinde çıktığı, sanığın bahse konu araca ait 05.09.2013 tarihine kadar geçerli egzoz emisyon pulunun mevcut olduğu belirtilmiştir.

Sanık savunmasında özetle; “Ben aracımın egzoz muayenesini 05/09/2012 tarihinde yaptırmıştım, ben aynı zamanda …Halı A.Ş`de işçi olarak çalışmaktayım, ben işte olduğu zamanlarda aracı amcam Şükrü Kapu kullanmaktadır, yine işte olduğum bir zaman Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü görevlileri aracımı durdurarak egzoz muayenesi yaptırmış, egzoz emisyon değeri sınırın üzerinde olduğundan ceza kesmişler, ancak yakın bir zamanda aracımın egzoz muayenesi yapıldığı için emisyon değerlerinin yüksek çıkacağını öngöremezdim, ayrıca 10 numara yağ da hiç kullanmadım, suçsuzum” şeklinde beyanda bulunmuştur.

Yukarıda belirtildiği üzere, motorlu kara taşıtı sahiplerine, egzoz emisyon değerlerinin sınır değerlere uygun olmasının sağlanması yükümlülüğü getirilmiştir.

Ancak dosya kapsamında yapılan değerlendirmede, sanığın suç tarihinden yaklaşık 6 ay önce egzoz emisyon pulu aldığı, egzoz emisyon puluna ait belgenin geçerlilik süresinin 05.09.2013 tarihine kadar olduğunun çevre denetim tutanağında belirtildiği, bu suretle dosyadaki belge ve bilgilere göre suça konu eylem açısından, sanığın kast veya taksir derecesinde kusuru bulunduğuna dair delil bulunmadığı görülmektedir.

Açıklanan gerekçelerle kurulan hüküm hukuka uygun bulunmuştur.

IV – Sonuç ve Karar

Eyleme ve yükletilen suça yönelik katılan Kayseri Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü vekilinin temyiz iddiaları yerinde görülmediğinden tebliğnameye uygun olarak, ( TEMYİZ DAVASININ ESASTAN REDDİYLE HÜKMÜN ONANMASINA ), oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 12. CEZA DAİRESİ Esas : 2016/1174 Karar : 2017/4807 Tarih : 6.06.2017

  • TCK 22. Madde

  • Taksir

Taksirle yaralama suçundan sanığın mahkumiyetine ilişkin hüküm, mahalli Cumhuriyet Savcısı tarafından temyiz edilmekle dosya incelenerek gereği düşünüldü:

Olay gecesi, sanığın sevk ve idaresindeki araç ile meskun mahal içinde, bölünmüş, iki şeritli, asfalt yolun kendi gidiş istikametine göre sol şeridi üzerinde katılana çarparak basit tıbbi müdahale ile giderilemez ve 6. dereceden kemik kırığı oluşacak şekilde yaralanmasına neden olduğu olayda, kazadan 12 saat sonra yapılan alkol muayenesinde alkolsüz olduğu tespit edilen sanığın kaza esnasında alkollü olduğuna ilişkin kesin ve inandırıcı delil elde edilememesi nedeniyle şüpheden sanık yararlanır ilkesi gereğince sanık hakkında takdir olunan cezada TCK`nın 22/3. maddesi ile bilinçli taksir hükümlerinin uygulanmamasında bir isabetsizlik görülmediğinden, tebliğnamede bu hususta bozma öneren görüşe iştirak edilmemiştir.

Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, mahalli cumhuriyet savcısının sair temyiz itirazlarının reddine, ancak;

Sanık hakkında taksirle yaralama suçundan hükmolunan hapis cezasında, katılanın vücudunda meydana gelen kemik kırığı nedeniyle artırım yapılmasına ilişkin hükmün 2. maddesinde, ceza artırımına dayanak kanun maddesinin TCK`nın 89/2-b maddesi yerine yazılı şekilde 89/3-b olarak gösterilmesi,

Kanuna aykırı olup, hükmün bu nedenle 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi gereğince halen uygulanmakta olan 1412 sayılı CMUK`un 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA; ancak, yeniden yargılamayı gerektirmeyen bu hususlarda, aynı Kanunun 322. maddesi gereğince karar verilmesi mümkün bulunduğundan, aynı maddenin verdiği yetkiye istinaden, hüküm fıkrasının 2. maddesinden “5237 sayılı TCK’nın 89/3-b maddesi” ibaresinin çıkarılıp, yerine “5237 sayılı TCK’nın 89/2-b maddesi” ibaresinin eklenmesi suretiyle, sair yönleri usul ve kanuna uygun olan hükmün DÜZELTİLEREK ONANMASINA, 06/06/2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 3. CEZA DAİRESİ Esas : 2016/13034 Karar : 2017/6208 Tarih : 10.05.2017

  • TCK 22. Madde

  • Taksir

Gereği görüşülüp düşünüldü;

Sanığın aşamalardaki savunmaları ve bu savunmaları doğrulayan tanık anlatımları birlikte değerlendirildiğinde, katılan ile sanık arasında telefonla rahatsız etme meselesinden çıkan tartışma esnasında, katılanın elinde bulunan bastonla vurmak için elini kaldırdığı esnada sanığın bastonun diğer ucundan tuttuğu, bu çekişme sonrasında katılanın düşerek vücudunda kemik kırığı oluşacak şekilde yaralandığı anlaşılmakla, katılanın yaralanmasının sanığın eyleminden kaynaklı olduğu gözetilmeden sanığın atılı suçtan TCK’nin 21/2. maddesinde düzenlenen olası kast hükümleri ve TCK’nin 22 ve 22/3. maddesinde belirtilen taksir ve bilinçli taksir de tartışılmak suretiyle mahkumiyeti yerine yetersiz gerekçe ile yazılı şekilde beraatine karar verilmesi,

Bozmayı gerektirmiş, katılan vekili ve o yer Cumhuriyet savcısının temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan, hükmün bu nedenlerle 6723 sayılı Kanunun 33. maddesiyle değişik 5320 sayılı Yasanın 8/1. maddesi ile yürürlükte bulunan 1412 sayılı CMUK`un 321. maddesi uyarınca istem gibi BOZULMASINA, 10.05.2017 gününde oyçokluğuyla karar verildi.

MUHALEFET ŞERHİ; Sanık savunması ve bu savunmayı doğrulayan tanık beyanı ile katılanın adli raporundaki bulgulara göre katılanın delillerle uyumlu olmayan beyanlarına itibar edilmeyeceğinden, kendini katılanın baston ile saldırısından kurtarmak amacıyla katılanın bastonunu tutan sanığın bu çekiştirme ve sonrasında tanığın araya girdiği sırada bastonun sanığın elinde kalması veya sanığın bastonu bırakması sebebiyle katılanın elinde kalması nedeniyle katılanın dengesini kaybedip arkaya doğru giderek düşmesinin etkisiyle yaralanması durumlarında sanığın katılanın dengesini kaybederek düşmesini amaçladığı hususunda mahkumiyetine yeterli deliller elde edilemediği gibi, sanığın olay tarihinde 80 yaşında olan ve kendisine bastonla saldıran katılanın saldırısını defetme çabası sırasında katılanın düşerek yaralanmasını engelleme görevi de bulunmadığı için TCKnin 87. maddesinin de uygulanma koşulları oluşmadığından yapılan yargılamaya, toplanan ve karar yerinde açıklanan delillere, mahkemenin kovuşturma sonucunda oluşan inanç ve takdirine, gösterilen gerekçeye ve uygulamaya göre katılan vekili ve O yer Cumhuriyet Savcısının yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddiyle hükmün onanması gerekirken bozmaya dair karara katılmıyoruz.15.05.2017


YARGITAY 12. CEZA DAİRESİ Esas : 2016/632 Karar : 2017/3352 Tarih : 25.04.2017

  • TCK 22. Madde

  • Taksir

Taksirle birden fazla kişiyi yaralama suçundan sanık …‘in mahkumiyetine ilişkin hüküm, sanık müdafii tarafından temyiz edilmekle dosya incelenerek gereği düşünüldü:

228 promil alkollü olduğu halde sevk ve idaresindeki aracı ile seyreden sanığın olay mahallinde bulunan kavşağa geldiğinde kendisine hitaben kırmızı ışık yanmasına karşın seyrini sürdürüp, katılanların içerisinde bulunduğu araca çarpması şeklinde meydana gelen olayda, sanığın eylemini bilinçli taksirle gerçekleştirdiği, bu kapsamda hakkında tayin edilen ceza üzerinde TCK’nın 22/3. maddesi gereğince artırım yapılması gerektiği gözetilmemesi, aleyhe temyiz bulunmadığından bozma nedeni yapılmamıştır.

Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, sanık müdafiinin eksik inceleme yapıldığına, sanık aleyhine mahkumiyet kararı verilmesi için delil bulunmadığına, hükmün sanığın yokluğunda verildiğine ve sanığın beraatine karar verilmesi gerektiğine ilişkin temyiz itirazlarının reddiyle, hükmün isteme uygun olarak ONANMASINA, 25/04/2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 12. CEZA DAİRESİ Esas : 2012/7086 Karar : 2013/1106 Tarih : 15.01.2013

  • TCK 22. Madde

  • Taksir

a- Sanık hakkında trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçundan açılan davayla ilgili olarak TCK.’nun 44 ve CMK.`nun 223/7. maddeleri gereğince karar verilmesine yer olmadığına dair hükme yönelik temyiz itirazlarının incelenmesinde: Yapılan yargılamaya toplanıp karar yerinde gösterilen delillere ve incelenen dosya kapsamına göre üst Cumhuriyet savcısının yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddiyle hükmün isteme uygun olarak ( ONANMASINA ),

b-Sanığın yönetimindeki araçla olay anı itibariyle 110 promil alkollü olarak sola virajlı yolda direksiyon hakimiyetini kaybedip şerit ihlaliyle karşıdan gelen mağdurların aracına çarpması şeklinde gerçekleşen olayda, mağdur H… G…‘un patella kırığı oluşacak şekilde, diğer mağdur A… D…‘nin ise basit tıbbi müdahaleyle giderilebilir şekilde yaralandıkları, mağdurların yargılama sırasında şikayetlerinden vazgeçtiklerini beyan ettikleri ancak, mağdur H… G…‘nin nitelikli yaralanmış olması karşısında: suçun bilinçli taksirle işlendiği ve TCK’nun 89/5. maddesi gereğince nitelikli yaralamanın takibinin şikayete bağlı bulunmadığı nazara alınıp sanığın TCK.`nun 89/1, 2-b, 22/3. maddeleri gereğince cezalandırılması yerine yazılı şekilde davanın düşmesine karar verilmesi,

Yasaya aykırı olup, üst Cumhuriyet Savcısının itirazları bu sebeple yerinde görüldüğünden, hükmün istem gibi ( BOZULMASINA ), oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 9. CEZA DAİRESİ Esas : 2011/3371 Karar : 2011/3461 Tarih : 21.06.2011

  • TCK 22. Madde

  • Taksir

Bozmaya uyularak yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre sanık müdafii ile katılanlar H. P. ve F. P. vekilinin yerinde görülmeyen diğer temyiz itirazlarının reddine,

Ancak;

1- ) Kendilerini farklı vekille temsil ettiren her bir grup katılanlar için ayrı vekalet ücretine hükmedilmesi gerektiğinin gözetilmemesi,

2- ) Taksirli suçlar açısından temel cezanın belirlenmesinde T.C.K.nın 61/1 ve 22/4. madde ve fıkralarında yer alan ölçütlerden olan failin kusuru ölü-yaralı sayısı ve yaralanma derecesi, suçun işleniş biçimi ile suçun işlendiği yer ve zaman nazara alınmak suretiyle T.C.K.nın 3/1. maddesi uyarınca işlenen fiilin ağırlığıyla orantılı olacak şekilde maddede öngörülen alt ve üst sınırlar arasında hakkaniyete uygun bir cezaya hükmolunacaktır.

Bu ilkeler ışığında; sanığın tamamen kusurlu olduğu mahkemece de kabul edildiği somut olayda, üç kişinin ölüp bir kişinin de basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek şekilde yaralanmış olması karşısında; alt sınır ile üst sınır arasında uygun bir cezaya hükmedilmesi gerektiği gözetilmeden, en üst sınırdan ceza tayin edilerek teşdidin derecesinde yanılgıya düşülmek suretiyle temel cezanın fazla belirlenmesi,

Kanuna aykırı, sanık müdafii ile katılanlar H. P. ve F. P. vekilinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan, hükümün bu sebeplerden dolayı ( BOZULMASINA ), oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 1. CEZA DAİRESİ Esas : 2007/2898 Karar : 2008/3015 Tarih : 15.04.2008

  • TCK 22. Madde

  • Taksir

N.Ç’yi kasten öldürmekten, E.A.’nu da yaralamaktan sanık N.Ç.’nin yapılan yargılanması sonunda, hükümlülüğüne ilişkin Uşak Ağır Ceza Mahkemesinden verilen 18.07.2006 gün ve 64/281 sayılı hükmün Yargıtay`ca incelenmesi sanık müdafii tarafından istenilmiş olduğundan dava dosyası C. Başsavcılığından tebliğname ile Dairemize gönderilmekle: incelendi ve aşağıdaki karar tespit edildi:

1 ) Suçun işlendiği yer ve zaman diliminin karar başlığında gösterilmemesi, mahallinde tamamlanması mümkün noksanlık olarak değerlendirilmiş, bu hususta bozma öneren tebliğnamedeki düşünceye iştirak edilmemiştir.

2 ) 5271 sayılı CMK’nın 23/2. maddesindeki Aynı işte soruşturma evresinde görev yapmış bulunan hakim, kovuşturma evresinde görev yapamaz kuralı, 5320 sayılı CMK’nın Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunun 11. maddesi gereğince, CMK`nın 163. maddesinde sayılı ( suç üstü hali ile gecikmesinde sakıncalı bulunan hallerde, Cumhuriyet Savcısına erişilemiyorsa veya olay genişliği itibarıyla Cumhuriyet Savcısının iş gücünü aşıyorsa ), soruşturmanın sulh ceza hakimince yapıldığı durumlara ilişkindir. Bu nedenle, soruşturma aşamasında tutuklama kararı veren hakimin durumu CMK. 23/2. maddesi kapsamında bulunmadığından, tebliğnamedeki ( 3 )no.lu bozma düşüncesine iştirak edilmemiştir.

3 ) Oluşa, dosya içeriğine göre; sanığın yakın mesafedeki maktule ateş etmek isterken, tüfeğin namlusundan tutarak kendisine engel olmaya çalışan mağdurenin de isabet alarak yaralanabileceğim öngörebilecek durumda bulunduğu ve sanığın atışından mağdure E.`nun isabet alarak yaralandığı olayda; sanığın eyleminin olası kastla yaralama suçunu oluşturduğunu kabul eden mahkemenin takdir ve uygulamasında isabetsizlik bulunmadığı anlaşıldığından, tebliğnamedeki (4) no .lu bozma düşüncesine iştirak edilmemiştir.

4 ) Toplanan deliller karar yerinde incelenip, sanığın adam öldürme ve olası kastla yaralama suçlarının sübutu kabul, oluşa ve soruşturma sonuçlarına uygun şekilde suçların niteliği tayin, öldürme suçundan kurulan hükümde takdire ve tahrike, olası kastla yaralama suçundan kurulan hükümde takdire ilişen cezayı azaltıcı sebeplerin nitelik ve derecesi takdir kılınmış, savunması inandırıcı gerekçelerle kısmen kabul kısmen reddedilmiş, incelenen dosyaya göre verilen hükümlerde bozma ve düzeltme sebepleri dışında isabetsizlik görülmemiş olduğundan, sanık müdafiinin öldürme suçundan kurulan hükümde 5237 sayılı TCK`nın 25, 27/2, 22/6 maddelerinin uygulanması gerektiğine, Yaralama suçundan kurulan hükümde eylemin Taksirle Yaralama suçunu oluşturduğuna yönelen ve yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddiyle;

A ) Adam öldürme suçundan kurulan hükümde, 5237 sayılı TCK’nın 53. maddesi uyarınca belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılan sanık hakkında velayet, vesayet ve kayyımlık yetkileri açısından getirilen kısıtlamanın, 53. maddenin 3. fıkrası uyarınca şartla salıverilme tarihine kadar geçerli olduğunun hüküm fıkrasının ilgili bölümüne eklenmesine, karar verilmek suretiyle CMUK 322. maddesinin tanıdığı yetkiye dayanılarak Düzeltilen ve sair yönleri usul ve yasaya uygun olan ve re`sen de temyize tabi bulunan hükmün tebliğnamedeki düşünce hilafına ( ONANMASINA ),

B ) Olası kastla yaralama suçundan kurulan hükmün incelenmesinde, Gerekçede sanığın eyleminin olası kastla yaralama suçunu oluşturduğu kabul edildiği halde, taksirle yaralama suçunu düzenleyen 5237 sayılı TCK`nın 22/1 maddesi ile uygulama yapılmak suretiyle çelişkiye düşülmesi,

Yasaya aykırı olup, sanık müdafiinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden hükmün tebliğnamedeki düşünce gibi ( BOZULMASINA ), oybirliği ile karar verildi.


YARGITAY 9. CEZA DAİRESİ Esas : 2006/9230 Karar : 2007/3423 Tarih : 18.04.2007

  • TCK 22. Madde

  • Taksir

Yangının sanığın kendi evi dışında komşusu olan kardeşinin oğluna ait ev ve samanlığa da sirayet ettiğinin anlaşılması karşısında 5237 sayılı TCK.nun 22/6.maddesindeki koşulların gerçekleşmediği ve eylemin aynı Yasanın 171/a maddesinde belirtilen suçu oluşturduğu, sanığın hukuki durumunun buna göre takdir ve tayini gerektiği gözetilmeden olaya uygun düşmeyen şekilde ceza tayinine yer olmadığına karar verilmesi,

Kanuna aykırı, C.Savcısının temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükmün bu sebepten dolayı ( BOZULMASINA ), oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 12. CEZA DAİRESİ Esas: 2016/1019 Karar: 2017/7931 Tarih: 25.10.2017

  • TCK 22. Madde

  • Taksir

Sanığın olay sebebiyle bir yaralanması bulunmadığı, dosyada sanığın diğer sanık hakkında açılan kamu davasına katılmasına karar verilmediği gibi katılma hakkının da bulunmadığı anlaşılmakla, sanık müdafiinin, diğer sanık hakkında bilinçli taksir hükümlerinin uygulanması gerektiğine dair temyiz itirazlarının 5320 Sayılı Kanun’un 8. maddesi uyarınca halen uygulanmakta olan 1412 Sayılı un 317. maddesi uyarınca reddine karar verilerek yapılan incelemede:

Olay günü saat 02:50 sıralarında sanığın idaresindeki çekici ve çekiciye bağlı yarı römork ile meskun mahalde 13.8 metre genişliğinde, tek yönlü, bölünmüş, asfalt kaplı yolda, gece vakti D-100 karayolunu takiben İstanbul istikametinden Kocaeli istikametine doğru seyir halindeyken Kirazyalı Köprüsü üzerine geldiğinde, aracın sağ ön kısımları ile, köprü üzerinde 1.4 metre genişliğindeki emniyet şeridi üzerinde sağa çekip durmuş bulunan ve arızasının giderilmesini müteakip harekete geçen diğer sanığın idaresindeki yolcu otobüsüne sol arka kısımlarına çarptığı, çarpma ile hareket eden otobüsün ön tarafında park halinde bulunan …‘e ait otomobile çarpıp sonrasında bariyerleri aşıp yan yola düşmesi sonucu 2 kişinin öldüğü, şikayetçi olan 10 kişinin nitelikli şekilde yaralandığı ve 21 kişinin de basit tıbbi müdahale ile giderilir şekilde yaralandığı olayda, temel cezanın belirlenirken TCK’nın 61/1, 22/4. madde ve fıkralarında yer alan ölçütlerden olan failin kusuru, meydana gelen zararın ağırlığı, suçun işleniş biçimi ile suçun işlendiği yer ve zaman nazara alınmak suretiyle TCK’nın 3/1. maddesi uyarınca işlenen fiilin ağırlığıyla orantılı olacak şekilde maddede öngörülen cezanın alt ve üst sınırları arasında hakkaniyete uygun bir cezaya hükmolunması gerekirken; sanığın asli; diğer sanığın ise tali kusurlu olarak kabul edilmesi karşısında; sanıkların meydana getirdiği zararın ağırlığı gözetilerek, kusurları oranında alt sınırdan daha fazla uzaklaşılıp, hak ve nasafete uygun bir ceza tayini yerine, teşdidin derecesinde yanılgıya düşülerek eksik ceza tayini,

SONUÇ : Kanuna aykırı olup, katılan vekilinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden, hükümlerin bu sebepden dolayı 5320 Sayılı Kanun’un 8. maddesi uyarınca halen uygulanmakta olan 1412 Sayılı 321. maddesi gereğince isteme uygun olarak BOZULMASINA, 25.10.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 19. CEZA DAİRESİ Esas: 2015/36080 Karar: 2017/7049 Tarih: 20.09.2017

  • TCK 22. Madde

  • Taksir

Temyiz isteğinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi.

Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede;

1- ) Sanık hakkında ağaç kesmek eylemi sebebiyle verilen karara dair yapılan incelemede,

Bilirkişi raporuna göre sanığın, ağaçların dal ve çubuklarını kesmiş olduğu ve ağaçların hayatını devam ettirdiğinin belirtilmesi karşısında, sanığın eyleminin 6831 Sayılı Kanun’un 91/5. maddesi kapsamında olduğu ve 5326 Sayılı Kabahatler Kanunu gereğince kabahat nevinde olup eylem tarihi ile inceleme tarihi arasında 5326 Sayılı Kanun’un 20/2-c maddesinde öngörülen zamanaşımı süresinin gerçekleştiğinin gözetilmemesi,

Kanuna aykırı ve sanığın ve katılan vekilinin temyiz nedenleri bu itibarla yerinde görüldüğünden, HÜKMÜN BOZULMASINA, gerçekleşen zamanaşımı sebebiyle 5326 Sayılı Kanun’un 20. maddesi gereğince sanığa İDARİ PARA CEZASI VERİLMESİNE YER OLMADIĞINA, eyleme konu orman emvalinin mülkiyetinin kamuya geçirilmesine,

2- ) Sanık hakkında taksirle orman yangınına neden olma suçundan kurulan mahkumiyet hükmüne dair yapılan incelemede,

a- ) Kural olarak suç; ancak kastla, kanunda açıkça gösterilen hallerde ise taksirle işlenir. İstisnai bir kusurluluk şekli olan taksirde, failin cezalandırılabilmesi için mutlaka kanunda açık bir düzenleme bulunması gerekmektedir. TCK’nın 22/2. maddesinde taksir; “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla bir davranışın, suçun yasal tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir” şeklinde tanımlanmıştır.

Öğretide de benimsendiği üzere, Ceza Genel Kurulunun birçok kararında taksirin unsurları;

1- ) Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması,

2- ) Hareketin iradi olması,

3- ) Neticenin iradi olmaması,

4- ) Hareket ile netice arasında nedensellik bağının bulunması,

5- ) Neticenin öngörülebilir olmasına rağmen öngörülememiş olması, Şeklinde kabul edilmektedir.

Bilindiği üzere, failin iradesi kasten işlenen suçlarda neticeye, taksirli suçlarda ise harekete yöneliktir. Gerek kanun tarafından konulan, gerekse ortak deneyimler ürünü olan kurallara iradi olarak riayetsizlik suretiyle dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranıldığı takdirde, bir takım zararlı neticelerin doğabileceği öngörülebiliyorsa taksir söz konusu olacaktır. Yapılan hareketin neticesi ortak tecrübeye göre öngörülemiyorsa ve hukuken de böyle bir yükümlülük getirilmemişse, taksirli hareketten söz edilemeyecek, “kaza” ya da “tesadüf” olarak adlandırılan bu hal sebebiyle cezai sorumluluk gündeme gelmeyecektir.

Diğer bir anlatımla; taksirle işlenen suçlarda icrai ya da ihmali hareketin iradi olması ve meydana gelen neticenin öngörülebilir olması gerekmekte olup, iradi bir davranış bulunmadığı takdirde taksirden bahsedilemeyeceği gibi, öngörülemeyecek bir sonucun gerçekleşmesi halinde de kaza ya da tesadüf söz konusu olacağından, failin taksirli suçtan sorumluluğuna gidilemeye- cektir. Öngörülebilme, belirli niteliklere sahip olan failin gerçekleştireceği hareketinin zararlı neticelerini tahmin edebilmesi imkanı olarak açıklanabilecek olup, öngörülebilme imkansız ise, kaza ve tesadüf söz konusu olacaktır.

Taksirle işlenen suçlarda “neticenin öngörülebilirliği” şartı ile ilgili olarak Ceza Genel Kurulunun 12.10.2004 gün ve 163-194 Sayılı kararında; “Neticenin istenmemiş olması ( iradi olmaması ), taksirin önemli bir özelliğini oluşturmakta ve onu kasttan ayırmaktadır. Yine, neticenin öngörülebilir olması, taksirin başlıca şartını hatta sınırını oluşturur. Netice öngörülebilir değilse, bu gibi neticeleri doğurabilecek hareketlerde bulunmaktan çekinmesi kimseden doğal olarak istenemeyeceği için, ortada kusurluluk kalmaz ve artık bir kaza veya tesadüfün bulunduğundan söz edilir”; 11.05.2004 gün ve 97-115 Sayılı kararında da; “Neticenin öngörülebilmesi ( tahmin edilebilmesi ) ise failin hareketlerinin sonuçlarını tahmin edebilme yeteneğini ifade eder. Bu bakımdan failce neticenin öngörülebilir olup olmadığının belirlenmesi bakımından failin yaş, görgü, meslek vs. gibi niteliklerinin nazara alınmasını zorunlu kılar. Zira öngörülebilmenin imkansız olması durumunda taksirden değil, kaza ve tesadüflerden söz edilebilir.

Somut olayımızda sevk ve idaresindeki araç ile orman alanında seyir halinde iken toprak kütleye çarpan sanığın, aracın alev alması sonucu yangının ormanlık alana sıçrayarak ormanlık alanın yanması şeklinde gelişen olayda; yeterli dikkat ve özeni göstermeden sevk ve idaresindeki aracın devrilmesine neden olan sanığın, aracın devrilebileceğini ve bunun sonucunda zararlı bazı sonuçların doğabileceğini öngörmesi gerekirken, aracın yanması sonucunda alevlerin ormanlık alana sıçrayarak ağaçların yanması şeklinde gerçekleşen neticeyi öngörmesinin mümkün olmadığı gibi böyle bir neticenin öngörülmesi de mümkün değildir. Zira meydana gelen neticenin , insanın hükmedebileceği alanın dışında kaldığı hususunda herhangi bir duraksama bulunmamaktadır. Hükmedilebilirlik neticenin önemli oranda sevk ve idare edilebilirliği anlamına gelir. Bu itibarla fail hukuken önemli bir tehlike oluştursa bile, şayet tamamen atipik bir netice söz konusu ise yani olayın gelişimi hayatın olağan akışının ve genel hayat tecrübelerinin tamamen dışında olması sebebiyle netice kimse tarafından beklenebilir değilse, netice faile yüklenemez. Çünkü netice artık failin bir eseri değil, aksine tesadüfün bir sonucudur. Aracın devrilmesi sonucunda yanmasının ve ayrıca çıkan yangının ormana sirayet etmesinin günlük hayat tecrübelerine göre beklenen bir sonuç olmadığı tartışmayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Aksine düşünce; hukuk sistemimizde hukuken önemli bir tehlikenin bulunmadığı hallerde kabul edilmeyen objektif isnadiyet teorisinin kabulü anlamına gelir ki Böyle bir kabulün, ceza hukukunun vazgeçilmez ilkelerinden olan kanunilik ve hakkaniyet ilkelerine aykırı olacağı gibi yerleşik içtihatlara da aykırı olacağı açıktır.

Yukarıdaki açıklamalar ışığında; aracın devrilmesi sonucundan çıkan yangının ormana sirayet ederek ağaçlık alanın yanması ile sonuçlanan olayda neticenin sanık tarafından öngörülmediği gibi öngörülebilir nitelikte de olmaması sebebiyle unsurları bakımından oluşmayan suçtan dolayı sanık hakkında beraat kararı verilmesi gerekirken, meydana gelen neticenin öngörülmesi gerektiği bilgisine nasıl ulaşıldığı karar yerinde denetime olanak sağlayacak şekilde açıklanmadan yazılı şekilde mahkumiyet kararı verilmesi,

Kabule göre de;

aa ) TCK’nın 53/1. maddesinin taksirli suçlarda uygulanamayacağının gözetilmemesi,

ab ) Davada kendisini vekil ile temsil ettiren katılan lehine karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca maktu vekalet ücretine hükmedilmesi gerektiğinin gözetilmemesi,

SONUÇ : Kanuna aykırı ve katılan vekili ile sanığın temyiz nedenleri bu itibarla yerinde görüldüğünden, hükmün 5320 Sayılı Kanun’un 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 Sayılı CMUK’nın 321. maddesi uyarınca tebliğnameye uygun olarak BOZULMASINA, yargılamanın bozma öncesi aşamadan başlayarak sürdürülüp sonuçlandırılmak üzere dosyanın mahkemesine gönderilmesine, 20.09.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 18. CEZA DAİRESİ Esas: 2015/25325 Karar: 2017/1571 Tarih: 13.02.2017

  • TCK 22. Madde

  • Taksir

Temyiz isteğinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi.

Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede;

I- ) Genel İlkeler:

Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının göre herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Aynı maddenin ikinci fıkrasında getirilen düzenleme ile de çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek gerek Devlete gerekse vatandaşlara ödev olarak yüklenmiştir. Anayasada yer alan bu ilkeler 2872 Sayılı Çevre Kanunu’nun 3/a maddesinde de benzer biçimde düzenlenmiştir. Buna göre; gerçek ya da tüzel kişi olarak herkes, çevrenin korunması ve kirliliğin önlenmesi ile görevli olup, alınacak tedbirlere ve belirlenen esaslara uymakla yükümlüdür. Bu bağlamda, “kamu sağlığını ve çevreyi koruma” prensibi Türk Ceza Kanunu’nun birinci maddesinde, Kanun’un amaçlarından birisi olarak öngörülmüş, ayrıca “sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı” başta bu Kanunun 181 ilâ 184. maddeleri olmak üzere, 2872 Sayılı Çevre Kanunu’nda ve diğer bir kısım mevzuatta koruma altına alınmış, çevreyi kirletme eylemi farklı suç ve kabahat türleri ile yaptırıma bağlanmıştır.

Türk Ceza Kanununun 181. maddesinin birinci fıkrasında suç olarak düzenlenen atık veya artıklarla çevrenin kasten kirletilmesi fiili, kanunlarda belirtilen teknik usullere aykırı olarak, çevreye zarar verecek şekilde atık veya artıkların alıcı ortamlar olan toprak, su ve havaya kasten verilmesidir. Buna göre suç, atık veya artıkların teknik usullere aykırı olarak bir defa alıcı ortama verilmesiyle oluşacaktır.

Türk Ceza Kanunun 182. maddesinde suç olarak düzenlenen çevrenin taksirle kirletilmesi eylemi ise çevreye zarar verecek şekilde atık veya artıkların alıcı ortama taksirle verilmesidir.

Bu kapsamda bir kusurluluk türü olan taksir, hukuki anlamda failin suç işlemek istememesi, buna rağmen hukuk düzeninin gereklerine de aldırmaması halini ifade eder. Türk Ceza Kanunu, taksiri, bilinçli ve bilinçsiz taksir olarak ikili şekilde düzenlemiştir. Buna göre “bilinçsiz taksir” Türk Ceza Kanununun 22/2. maddesinde, “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi” biçiminde tanımlanmış; bilinçli taksir ise aynı maddenin üçüncü fıkrasında “kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi” şeklinde açıklanmıştır. Bu düzenleme uyarınca bilinçli taksir ile bilinçsiz taksir arasındaki temel farklılık, bilinçli taksirde istenmeyen neticenin öngörülmesiyken, bilinçsiz taksirde ise öngörülmemesidir. Başka bir deyişle, bilinçsiz taksirde fail özen yükümlülüğünün ihlali dolayısıyla kanuni tanıma uygun bir fiilin gerçekleşeceği ihtimalini düşünmemektedir. Bilinçli taksirde ise fail, suçun konusu bakımından somut bir tehlikenin varlığını öngörmesine rağmen bu tehlikenin derecesini önemsememesi veya şahsi yeteneğini abartması ya da şansına güvenmesi sebebiyle kanuni tanıma uygun bir fiilin gerçekleşmeyeceğine güven beslemektedir. Bu açıklamalar ışığı altında dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla kirlenme neticesi öngörülmeden atık veya artıkların alıcı ortama verilmesiyle bilinçsiz taksir, kirlenme neticesi öngörülmesine karşın meydana gelmeyeceği düşüncesiyle hareket edilmesi halinde ise bilinçli taksirle çevrenin kirletilmesi suçu oluşacaktır.

TCK’nın 181/1. maddesindeTCK’nın 181/1. maddesinde sözü edilen “ilgili kanunlarla belirlenen teknik usullere aykırılık” hali; 2872 Sayılı Çevre Kanunu, 2690 Sayılı Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Kanunu, 5977 Sayılı Biyogüvenlik Kanunu, 3213 Sayılı Maden Kanunu gibi kanunların, kapsadıkları alanlarla ilgili olarak “çevreyi kirletmeme” ilkesi gereğince çerçeve olarak benimsedikleri düzenlemelere dayanılarak oluşturulan yönetmeliklerde açıklanan ve somut olayın özelliklerine göre değerlendirilecek olan, arıtma, depolama, imha etme, taşıma, koruma, alıcı ortama verme, uzaklaştırma gibi hususlar bakımından öngörülen yükümlülüklere aykırı davranmayı ifade etmektedir.

“Çevreyi kirletmeme” prensibi ise genel olarak 2872 Sayılı Çevre Kanunu’nun “Kirletme Yasağı” kenar başlıklı 8. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre;

“Her türlü atık ve artığı çevreye zarar verecek şekilde, ilgili yönetmeliklerde belirlenen standartlara ve yöntemlere aykırı olarak doğrudan ve dolaylı biçimde alıcı ortama vermek, depolamak, taşımak, uzaklaştırmak ve benzeri faaliyetlerde bulunmak yasaktır.

Kirlenme ihtimalinin bulunduğu durumlarda ilgililer kirlenmeyi önlemekle, kirlenmenin meydana geldiği hallerde ise kirleten, kirlenmeyi durdurmak, kirlenmenin etkilerini gidermek veya azaltmak için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür.”

Yine aynı Kanunun “Tanımlar” kenar başlıklı 2. maddesine göre atık, herhangi bir faaliyet sonucunda oluşan, çevreye atılan veya bırakılan her türlü madde, alıcı ortam ise hava, su, toprak ortamları ve bu ortamlarla ilişkili ekosistemlerdir. Mevzuatımızda tanımı bulunmayan artık ise; öğretideki düşüncelerden de yararlanılarak, bir maddenin tüketimi, kullanımı ya da harcanmasından sonra artan, geriye kalan kısım olarak tanımlanabilir.

Türk Ceza Kanununun “çevreyi kasten kirletme” suçunu düzenleyen 181/1, “taksirle kirletme” suçunu düzenleyen 182/1 ve 2872 Sayılı Çevre Kanunu’nun 8. maddelerinde suçun unsuru olarak kabul edilen “çevreye zarar verecek şekilde” kavramı ise, “gerçekleşen somut bir zararı” değil, “zarar vermeye elverişliliği, zarar ihtimalini” anlatmaktadır. Madde gerekçesinde de açıklandığı üzere atık veya artığın; suç tipine göre kasten veya taksirle, su, hava ve toprak şeklinde gruplandırılan alıcı ortama ya da bu ortamlarla ilişkili ekosistemlerden birine verilmesi ile suç oluşacaktır. Çevrenin kasten veya taksirle kirletilmesi, kanunda tehlike suçları olarak düzenlenmiştir. Zararın gerçekleşmesi, bu suçlarda unsur olmadığı gibi cezalandırma şartı da değildir.

Öte yandan atık veya artıkların toprakta, suda veya havada kalıcı özellik göstermesi hali TCK’nın 181. maddesinin 3. fıkras 3. fıkrası ile 182/1. maddesinin ikinci cümlesinde, bunların insan veya hayvanlar açısından tedavisi zor hastalıkların ortaya çıkmasına, üreme yeteneğinin körelmesine, hayvanların veya bitkilerin doğal özelliklerini değiştirmeye neden olabilecek etkilerinin olması ise 184/1. maddesiyle 182/2. maddelerinde 182/2. maddelerinde, çevreyi kasten veya taksirle kirletmek suçlarında cezanın artırılmasını gerektiren nitelikli haller olarak düzenlenmiştir.

II- ) Yargılamaya Konu Olayda Uygulanacak Mevzuat ve Düzenleyici İşlemler:

2872 Sayılı Kanun’un 20. maddesinin2872 Sayılı Kanun’un 20. maddesinin ( ı ) ve ( n ) bentleri, denizler, içme ve kullanma suları ( yapay ya da tabii göller, barajlar, akarsular, yer altı suları vs ) ile içme ve kullanma suyu sağlama amacı dışındaki sular şeklinde üç grup su kaynağı belirlemiş, tanker, gemi ve diğer deniz araçlarının kirletme faaliyetleri ayrıca düzenlenerek, sular her türlü kirlenmeye karşı koruma altına alınmıştır.

Öte yandan Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği, 2872 Sayılı Çevre Kanunu’nun 8,, 9,, 11,, 12,, 15, 20. maddelerine dayanılarak “Ülkenin yeraltı ve yerüstü su kaynakları potansiyelinin korunması ve en iyi bir biçimde kullanımının sağlanması için, su kirlenmesinin önlenmesini sürdürülebilir kalkınma hedefleriyle uyumlu bir şekilde gerçekleştirmek üzere gerekli olan hukuki ve teknik esasları belirleme” amacıyla kabul edilmiştir.

Bu yönetmeliğin 16 ilâ 21. maddelerinde içme ve kullanma suyu temin edilen yüzeysel sularla ilgili kirletme yasaklarına, 23. maddesinde denizlerle ilgili kirletme yasaklarına yer verilmiş, 25 ilâ 36. maddelerinde ise atıksuların boşaltım ilkeleri açıklanmıştır.

Yine Yönetmeliğin 6. maddesinde alıcı su ortamını kirleten en önemli kaynaklar ve etkenler dokuz bent halinde örnekleme yoluyla sayılmış, sınırlayıcı bir belirleme yapılmamıştır. Buna göre; fekal atıklar, organik atıklar, kimyasal atıklar, aşırı üretim artışına neden olan besin maddelerinin alıcı ortamın dengesini bozacak şekilde aşırı boşaltımı, atık ısı, radyoaktif atıklar, deniz dibinden taranan malzeme, çamur, çöp ve hafriyat artıklarının ve benzeri atıkların boşaltımı, gemilerden kaynaklanan petrol türevli katı ve sıvı atıklar ( sintine suyu, kirli balast, slaç, slop, yağ ve benzeri atıklar ), Tehlikeli Maddelerin Su ve Çevresinde Neden Olduğu Kirliliğin Kontrolü Yönetmeliğinin eklerinde belirtilen maddeler, örnekleme yoluyla sayılmış kirletici unsurlardır.

Yönetmeliğin tanımlar kenar başlıklı 3. maddesinde alıcı ortam; “Atıksuların deşarj edildiği veya dolaylı olarak karıştığı göl, akarsu, kıyı ve deniz suları ile yeraltı suları gibi yakın veya uzak çevre” şeklinde tüm su kaynaklarını kapsayacak şekilde tanımlanmıştır. Aynı maddede atık “Her türlü üretim ve tüketim faaliyetleri sonunda, fiziksel, kimyasal ve bakteriyolojik özellikleriyle karıştıkları alıcı ortamların doğal bileşim ve özelliklerinin değişmesine yol açarak dolaylı veya doğrudan zararlara yol açabilen ve ortamın kullanım potansiyelini etkileyen katı, sıvı veya gaz halindeki maddelerle atık enerji”, atıksu ise “Evsel, endüstriyel, tarımsal ve diğer kullanımlar sonucunda kirlenmiş veya özellikleri kısmen veya tamamen değişmiş sular ile maden ocakları ve cevher hazırlama tesislerinden kaynaklanan sular ve yapılaşmış kaplamalı ve kaplamasız şehir bölgelerinden cadde, otopark ve benzeri alanlardan yağışların yüzey veya yüzeyaltı akışa dönüşmesi sonucunda gelen sular” şeklinde tarif edilmiştir.

Suların korunması ile ilgili esasları düzenleyen Yönetmeliğin 4/j maddesinde belirtilen genel ilke, atıksuların arıtılmadan doğrudan alıcı ortama verilmemesidir. Keza “Alıcı Ortama Doğrudan Boşaltım Esasları” kenar başlıklı 26. maddenin ( d ) bendine göre “her türlü katı atık ve artıklarla, arıtma çamurları ve fosseptik çamurlarının alıcı su ortamlarına boşaltılması” da yasaktır.

Alıcı ortam olan denizlerin korunması ile ilgili düzenlemelere gelince;

Anılan Yönetmeliğin “Denizlerle İlgili Kirletme Yasakları” kenar başlıklı 23. maddesinde özetle; 6. maddede bahsedilen kirletici etkileri doğuran her türlü deniz ve kıyı suyu kullanımı ile boşaltımlar tamamen yasaklanmış veya izne bağlanmıştır. Hiç kimse gerekli izni almadıkça denizlere yasaklanmış veya izne tabi kılınmış maddeleri atamaz ve boşaltamaz. Gemilerden çöp, petrol ve petrol türevleri ile bunlarla bulaşık sintine suları, kirli balast suları, slaç, slop, yağ ve benzeri katı ve sıvı atıklar ile her türlü kargo artık ve atıklarının boşaltılması yasaktır. Öte yandan gemilerden evsel nitelikli atıksu boşaltımı, tüm gemiler için Denizlerin Gemiler Tarafından Kirletilmesinin Önlenmesine Ait Uluslararası Sözleşmenin ( Marpol 73/78 ) Ek-IV hükümlerine tabidir. Hassas alan niteliğindeki koy ve körfezlerde, gemide arıtma cihazı olsa dahi gemilerden evsel nitelikli atıksu boşaltımı yapılamaz. Yüzme ve rekreasyon amacıyla kullanılan kıyı sularının kirlenmesinin önlenmesi için sahillerin kum bandı üzerinde veya burayı etkileyecek yakınlıkta inşa edilen fosseptiklerin sızdırmasız olması ve oluşan atıksuyun arıtma tesisi ya da kanalizasyon sistemine verilmesi gereklidir. Hafriyat artıkları, moloz, arıtma ve proses artığı çamurlar ve benzeri atıkların bertaraf amacıyla deniz ve kıyı sularına boşaltımı yasaktır.

Yukarıda belirtildiği üzere denizlere deşarj izni bazı durumlarda atıksuyun arıtılmış olması koşuluna bağlanmıştır. Öte yandan atıksuyun arıtılmış su olduğunun kabul edilebilmesi için de, bunların Yönetmeliğin 31. maddesinde belirtilen 16 sektör bakımından Yönetmeliğin ekindeki tabloda gruplar halinde öngörülen limit deşarj değerlerine uygun olması gerekir. Aksi durumda atıksuyun tam olarak arıtıldığından, dolayısıyla deşarj edilme koşulunun gerçekleştiğinden bahsedilemez.

Görüleceği üzere; açıklanan mevzuatla, çevrenin kirletilmesinin önlenmesi amaçlanmış, kişilere, temiz, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı sağlanması hedeflenmiştir.

III- ) Yargılamaya Konu Olay

07.01.2014 tarihinde … balıkçı barınağında 1 numaralı rıhtımda bulunan … isimli teknenin tekne tanklarında bulunan yakıtı satmak maksatlı transfer etmesi ile ilgili olarak ihbar alan kolluk kuvvetlerince bahse konu yere gidildiğinde ekip araçlarından korkan sanığın menşei belli olmayan yakıtı denize boşaltmaya çalıştığı, yapılan incelemeler neticesinde … isimli sanığa ait olan … isimli teknenin hortum pompa ve 60 LT ( altmış litre ) lik bidonlar vasıtası ile teknedeki yakıtı denize boşaltmaya çalıştığının tespit edildiği, bu suretle çevreyi kasten kirlettiği iddiasıyla dava açıldığı anlaşılmıştır.

Sanık mahkeme aşamasında alınan savunmasında; “Üzerime atılı suçlamayı kesinlikle kabul etmiyorum, ben denize herhangi bir yakıt boşaltmadım, denizi de kirletmedim, pompadaki benzini bidonlara dolduruyordum, benim yaptığım tek eylem budur, bundan dolayı da 1. ASCM de beraat ettim, söz konusu yakıt kaçak ta değildir, suçsuzum, beraatimi istiyorum” şeklinde beyanda bulunmuştur.

Tanık … ise beyanında; ‘‘Olay tarihinde motorin kaçakcılığı ihbarı üzerine … Balıkçı barınağına intikal ettik, … İsimli tekneyi tespit ettik, … ekip araçlarını görünce panikleyerek teknenin içerisine saklandı. Bu esna da teknedeki pompa ve hortum vasıtası ile tekne tanklarında bulunan motorini bidonlara boşaltığı ve hortumun tekne üzerine düşerek 5-10 litre civarında yakıtın denize döküldüğünü tespit ettik ve müdahale ettik, motorinin EPDK denetimini yaptık, ve markerli olduğunu gördük, benim bilgi ve görgüm bundan ibarettir.’’ şeklinde beyanda bulunmuştur.

Dosya kapsamına göre denize dökülen atığın mahiyetinin motorin olarak tespit edildiği, yukarıda açıklanan yönetmelikler ve ekleri bağlamında yapılan değerlendirmede, suça konu atığın çevre kirliliğine neden olacak mahiyette olduğu değerlendirilmiştir.

Yerel Mahkemece de kabul edilen gerekçeye göre, sanığın akaryakıt dolumu yaptığı sırada kolluk kuvvetlerini görmesi üzerine heyecanlandığı, bu esnada akaryakıt hortumunun tekne güvertesine düştüğü ve hortumdan boşalan bir miktar akaryakıtın denize döküldüğü göz önüne alındığında, sanığın, yüklenen eylemden kast ya da taksir şeklindeki kusurluluk türlerinden hangisinden sorumlu olduğu tartışılarak sonucuna göre hukuki durumunun belirlenmesi gerekirken eksik inceleme ve yetersiz gerekçe ile hüküm kurulması kanuna aykırıdır.

SONUÇ : Açıklanan gerekçelerle katılan Büyükşehir Belediye Başkanlığı vekilinin temyiz nedenleri yerinde görüldüğünden, tebliğnameye aykırı olarak HÜKMÜN BOZULMASINA, yargılamanın bozma öncesi aşamadan başlayarak sürdürülüp sonuçlandırılmak üzere dosyanın esas/hüküm mahkemesine gönderilmesine, 13.02.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 4. CEZA DAİRESİ Esas: 2013/18987 Karar: 2014/35405 Tarih: 08.12.2014

  • TCK 22. Madde

  • Taksir

1- Sanık K. E. hakkında verilen kararın niteliğine göre yalnızca itiraz yolu açık ve dolayısıyla yapılan başvurunun bu doğrultuda değerlendirilmesinin gerekli bulunduğu,

Anlaşıldığından, O Yer Cumhuriyet Savcısının tebliğnameye uygun olarak, temyiz davası isteği hakkında bir KARAR VERMEYE YER OLMADIĞINA,

2- Sanık U. S. Y. hakkındaki kararın temyizine gelince,

Temyiz isteğinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi.

Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede;

I- Genel İlkeler: Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının göre herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Aynı maddenin ikinci fıkrasında getirilen düzenleme ile de çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek gerek Devlete gerekse vatandaşlara ödev olarak yüklenmiştir. Anayasada yer alan bu ilkeler 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 3/a maddesinde de benzer biçimde düzenlenmiştir. Buna göre; gerçek ya da tüzel kişi olarak herkes, çevrenin korunması ve kirliliğin önlenmesi ile görevli olup, alınacak tedbirlere ve belirlenen esaslara uymakla yükümlüdür. Bu bağlamda, “kamu sağlığını ve çevreyi koruma” prensibi Türk Ceza Kanunu’nun birinci maddesinde, Kanun’un amaçlarından birisi olarak öngörülmüş, ayrıca “sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı” başta bu Kanunun 181 ila 184. maddeleri olmak üzere, 2872 sayılı Çevre Kanunu’nda ve diğer bir kısım mevzuatta koruma altına alınmış, çevreyi kirletme eylemi farklı suç ve kabahat türleri ile yaptırıma bağlanmıştır.

Türk Ceza Kanununun 181. maddesinin birinci fıkrasında suç olarak düzenlenen atık veya artıklarla çevrenin kasten kirletilmesi fiili, kanunlarda belirtilen teknik usullere aykırı olarak, çevreye zarar verecek şekilde atık veya artıkların alıcı ortamlar olan toprak, su ve havaya kasten verilmesidir. Buna göre suç, atık veya artıkların teknik usullere aykırı olarak bir defa alıcı ortama verilmesiyle oluşacaktır.

Türk Ceza Kanunun 182. maddesinde suç olarak düzenlenen çevrenin taksirle kirletilmesi eylemi ise çevreye zarar verecek şekilde atık veya artıkların alıcı ortama taksirle verilmesidir.

Bu kapsamda bir kusurluluk türü olan taksir, hukuki anlamda failin suç işlemek istememesi, buna rağmen hukuk düzeninin gereklerine de aldırmaması halini ifade eder. Türk Ceza Kanunu, taksiri, bilinçli ve bilinçsiz taksir olarak ikili şekilde düzenlemiştir. Buna göre “bilinçsiz taksir” TürkCeza Kanununun 22/2. maddesinde, “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi” biçiminde tanımlanmış; bilinçli taksir ise aynı maddenin üçüncü fıkrasında “kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi” şeklinde açıklanmıştır. Bu düzenleme uyarınca bilinçli taksir ile bilinçsiz taksir arasındaki temel farklılık, bilinçli taksirde istenmeyen neticenin öngörülmesiyken, bilinçsiz taksirde ise öngörülmemesidir. Başka bir deyişle, bilinçsiz taksirde fail özen yükümlülüğünün ihlali dolayısıyla kanuni tanıma uygun bir fiilin gerçekleşeceği ihtimalini düşünmemektedir. Bilinçli taksirde ise fail, suçun konusu bakımından somut bir tehlikenin varlığını öngörmesine rağmen bu tehlikenin derecesini önemsememesi veya şahsi yeteneğini abartması ya da şansına güvenmesi nedeniyle kanuni tanıma uygun bir fiilin gerçekleşmeyeceğine güven beslemektedir. Bu açıklamalar ışığı altında dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla kirlenme neticesi öngörülmeden atık veya artıkların alıcı ortama verilmesiyle bilinçsiz taksir, kirlenme neticesi öngörülmesine karşın meydana gelmeyeceği düşüncesiyle hareket edilmesi halinde ise bilinçli taksirle çevrenin kirletilmesi suçu oluşacaktır.

TCK’nın 181/1. maddesinde sözü edilen “ilgili kanunlarla belirlenen teknik usullere aykırılık” hali; 2872 sayılı Çevre Kanunu, 2690 sayılı Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Kanunu, 5977 sayılı Biyogüvenlik Kanunu, 3213 sayılı Maden Kanunu gibi kanunların, kapsadıkları alanlarla ilgili olarak “çevreyi kirletmeme” ilkesi gereğince çerçeve olarak benimsedikleri düzenlemelere dayanılarak oluşturulan yönetmeliklerde açıklanan ve somut olayın özelliklerine göre değerlendirilecek olan, arıtma, depolama, imha etme, taşıma, koruma, alıcı ortama verme, uzaklaştırma gibi hususlar bakımından öngörülen yükümlülüklere aykırı davranmayı ifade etmektedir.

“Çevreyi kirletmeme” prensibi ise genel olarak 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun “Kirletme Yasağı” kenar başlıklı 8. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre;

“Her türlü atık ve artığı çevreye zarar verecek şekilde, ilgili yönetmeliklerde belirlenen standartlara ve yöntemlere aykırı olarak doğrudan ve dolaylı biçimde alıcı ortama vermek, depolamak, taşımak, uzaklaştırmak ve benzeri faaliyetlerde bulunmak yasaktır.

Kirlenme ihtimalinin bulunduğu durumlarda ilgililer kirlenmeyi önlemekle, kirlenmenin meydana geldiği hallerde ise kirleten, kirlenmeyi durdurmak, kirlenmenin etkilerini gidermek veya azaltmak için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür.”

Yine aynı Kanunun “Tanımlar” kenar başlıklı 2. maddesine göre atık, herhangi bir faaliyet sonucunda oluşan, çevreye atılan veya bırakılan her türlü madde, alıcı ortam ise hava, su, toprak ortamları ve bu ortamlarla ilişkili ekosistemlerdir. Mevzuatımızda tanımı bulunmayan artık ise; öğretideki düşüncelerden de yararlanılarak, bir maddenin tüketimi, kullanımı ya da harcanmasından sonra artan, geriye kalan kısım olarak tanımlanabilir.

Türk Ceza Kanununun “çevreyi kasten kirletme” suçunu düzenleyen 181/1, “taksirle kirletme” suçunu düzenleyen 182/1 ve 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 8. maddelerinde suçun unsuru olarak kabul edilen “çevreye zarar verecek şekilde” kavramı ise, “gerçekleşen somut bir zararı” değil, “zarar vermeye elverişliliği, zarar ihtimalini” anlatmaktadır. Madde gerekçesinde de açıklandığı üzere atık veya artığın; suç tipine göre kasten veya taksirle, su, hava ve toprak şeklinde gruplandırılan alıcı ortama ya da bu ortamlarla ilişkili ekosistemlerden birine verilmesi ile suç oluşacaktır. Çevrenin kasten veya taksirle kirletilmesi, kanunda tehlike suçları olarak düzenlenmiştir. Zararın gerçekleşmesi, bu suçlarda unsur olmadığı gibi cezalandırma şartı da değildir.

Öte yandan atık veya artıkların toprakta, suda veya havada kalıcı özellik göstermesi hali TCK’nın 181. maddesinin 3. fıkras 3. fıkrası ile 182/1. maddesinin ikinci cümlesinde, bunların insan veya hayvanlar açısından tedavisi zor hastalıkların ortaya çıkmasına, üreme yeteneğinin körelmesine, hayvanların veya bitkilerin doğal özelliklerini değiştirmeye neden olabilecek etkilerinin olması ise 184/1. maddesi ile 182/2. maddelerinde, çevreyi kasten veya taksirle kirletmek suçlarında cezanın artırılmasını gerektiren nitelikli haller olarak düzenlenmiştir.

II - Yargılamaya Konu Olayda Uygulanacak Mevzuat ve Düzenleyici İşlemler:2872 sayılı Kanun’un 20. maddesinin (ı) ve (n) bentleri, denizler, içme ve kullanma suları (yapay ya da tabii göller, barajlar, akarsular, yer altı suları vs) ile içme ve kullanma suyu sağlama amacı dışındaki sular şeklinde üç grup su kaynağı belirlemiş, tanker, gemi ve diğer deniz araçlarının kirletme faaliyetleri ayrıca düzenlenerek, sular her türlü kirlenmeye karşı koruma altına alınmıştır.

Öte yandan Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği, 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 8,, 9,, 11,, 12,, 15, 20. maddelerine dayanılarak “Ülkenin yeraltı ve yerüstü su kaynakları potansiyelinin korunması ve en iyi bir biçimde kullanımının sağlanması için, su kirlenmesinin önlenmesini sürdürülebilir kalkınma hedefleriyle uyumlu bir şekilde gerçekleştirmek üzere gerekli olan hukuki ve teknik esasları belirleme” amacıyla kabul edilmiştir.

Bu Yönetmeliğin 16 ila 21. maddelerinde içme ve kullanma suyu temin edilen yüzeysel sularla ilgili kirletme yasaklarına, 23. maddesinde denizlerle ilgili kirletme yasaklarına yer verilmiş, 25 ila 36. maddelerinde ise atıksuların boşaltım ilkeleri açıklanmıştır.

Yine Yönetmeliğin 6. maddesinde alıcı su ortamını kirleten en önemli kaynaklar ve etkenler dokuz bent halinde örnekleme yoluyla sayılmış, sınırlayıcı bir belirleme yapılmamıştır. Buna göre; fekal atıklar, organik atıklar, kimyasal atıklar, aşırı üretim artışına neden olan besin maddelerinin alıcı ortamın dengesini bozacak şekilde aşırı boşaltımı, atık ısı, radyoaktif atıklar, deniz dibinden taranan malzeme, çamur, çöp ve hafriyat artıklarının ve benzeri atıkların boşaltımı, gemilerden kaynaklanan petrol türevli katı ve sıvı atıklar (sintine suyu, kirli balast, slaç, slop, yağ ve benzeri atıklar), Tehlikeli Maddelerin Su ve Çevresinde Neden Olduğu Kirliliğin Kontrolü Yönetmeliğinin eklerinde belirtilen maddeler, örnekleme yoluyla sayılmış kirletici unsurlardır.

Yönetmeliğin “Tanımlar” kenar başlıklı 3. maddesinde alıcı ortam; “Atıksuların deşarj edildiği veya dolaylı olarak karıştığı göl, akarsu, kıyı ve deniz suları ile yeraltı suları gibi yakın veya uzak çevre” şeklinde tüm su kaynaklarını kapsayacak şekilde tanımlanmıştır. Aynı maddede atık “Her türlü üretim ve tüketim faaliyetleri sonunda, fiziksel, kimyasal ve bakteriyolojik özellikleriyle karıştıkları alıcı ortamların doğal bileşim ve özelliklerinin değişmesine yol açarak dolaylı veya doğrudan zararlara yol açabilen ve ortamın kullanım potansiyelini etkileyen katı, sıvı veya gaz halindeki maddelerle atık enerji”, atıksu ise “Evsel, endüstriyel, tarımsal ve diğer kullanımlar sonucunda kirlenmiş veya özellikleri kısmen veya tamamen değişmiş sular ile maden ocakları ve cevher hazırlama tesislerinden kaynaklanan sular ve yapılaşmış kaplamalı ve kaplamasız şehir bölgelerinden cadde, otopark ve benzeri alanlardan yağışların yüzey veya yüzeyaltı akışa dönüşmesi sonucunda gelen sular” şeklinde tarif edilmiştir.

Suların korunması ile ilgili esasları düzenleyen Yönetmeliğin 4/j maddesinde belirtilen genel ilke, atıksuların arıtılmadan doğrudan alıcı ortama verilmemesidir. Keza “Alıcı Ortama Doğrudan Boşaltım Esasları” kenar başlıklı 26. maddenin (d) bendine göre “her türlü katı atık ve artıklarla, arıtma çamurları ve fosseptik çamurlarının alıcı su ortamlarına boşaltılması” da yasaktır.

Alıcı ortam olan denizlerin korunması ile ilgili düzenlemelere gelince;

Anılan Yönetmeliğin “Denizlerle İlgili Kirletme Yasakları” kenar başlıklı 23. maddesinde özetle; 6. maddede bahsedilen kirletici etkileri doğuran her türlü deniz ve kıyı suyu kullanımı ile boşaltımlar tamamen yasaklanmış veya izne bağlanmıştır. Hiç kimse gerekli izni almadıkça denizlere yasaklanmış veya izne tabi kılınmış maddeleri atamaz ve boşaltamaz. Gemilerden çöp, petrol ve petrol türevleri ile bunlarla bulaşık sintine suları, kirli balast suları, slaç, slop, yağ ve benzeri katı ve sıvı atıklar ile her türlü kargo artık ve atıklarının boşaltılması yasaktır. Öte yandan gemilerden evsel nitelikli atıksu boşaltımı, tüm gemiler için Denizlerin Gemiler Tarafından Kirletilmesinin Önlenmesine Ait Uluslararası Sözleşmenin (Marpol 73/78) Ek-IV hükümlerine tabidir. Hassas alan niteliğindeki koy ve körfezlerde, gemide arıtma cihazı olsa dahi gemilerden evsel nitelikli atıksu boşaltımı yapılamaz. Yüzme ve rekreasyon amacıyla kullanılan kıyı sularının kirlenmesinin önlenmesi için sahillerin kum bandı üzerinde veya burayı etkileyecek yakınlıkta inşa edilen fosseptiklerin sızdırmasız olması ve oluşan atıksuyun arıtma tesisi ya da kanalizasyon sistemine verilmesi gereklidir. Hafriyat artıkları, moloz, arıtma ve proses artığı çamurlar ve benzeri atıkların bertaraf amacıyla deniz ve kıyı sularına boşaltımı yasaktır.

Yukarıda belirtildiği üzere denizlere deşarj izni bazı durumlarda atıksuyun arıtılmış olması koşuluna bağlanmıştır. Öte yandan atıksuyun arıtılmış su olduğunun kabul edilebilmesi için de, bunların Yönetmeliğin 31. maddesinde belirtilen 16 sektör bakımından Yönetmeliğin ekindeki tabloda gruplar halinde öngörülen limit deşarj değerlerine uygun olması gerekir. Aksi durumda atıksuyun tam olarak arıtıldığından, dolayısıyla deşarj edilme koşulunun gerçekleştiğinden bahsedilemez.

Görüleceği üzere; açıklanan mevzuatla, çevrenin kirletilmesinin önlenmesi amaçlanmış, kişilere, temiz, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı sağlanması hedeflenmiştir.

III - Yargılamaya Konu Olay: Sanık K. E.’nin işleteni olduğu araç tanker yıkama faaliyet konulu işletmede sanık U. S. Y.’ın yetkilisi bulunduğu Arı Arıtma İnşaat San. ve Tic. Ltd. Şti. tarafından kurulan atıksu arıtma tesisinde suç tarihinde meydana gelen teknik arıza sebebiyle işletmede faaliyet sonucu oluşan atıksuyun arıtılmadan denize deşarj edildiği, böylece sanıkların taksirle çevreyi kirlettikleri iddia edilmiştir.

Alıcı ortamdan ve deşarj noktasından alınan atıksu numuneleri üzerinde yapılan analizlerde, koi, toplam fosfor ve ph kirlilik parametrelerinin Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği’nde ilgili sektör olan Tablo 19 Karışık Endüstriyel Atıksuların Alıcı Ortama Deşarj Standartlarının üzerinde çıktığı tespit edilmiştir.

Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Çevre Koruma Şube müdürlüğü görevlilerince suç tarihinde işletmede yapılan kontrol sonucu düzenlenen denetim tutanağı ve ekindeki fotoğraflara göre, arıtma tesisi çalışmayan işletmede arıtma tesisinin çıkışı engellenerek, faaliyet sonucu oluşan atıksuyun muhafaza edilmesi yerine, arıtılmadan alıcı ortama verilmeye devam edilmesi nedeniyle çevre kasten kirletilmiştir.

Ancak dosya içeriğindeki oluşa uygun bilirkişi raporunda, “Sanık U. S. Y.’nın yetkilisi olduğu Arıtma tesisini yapan firmanın 30.10.2006 tarihinde imza altına alınarak yürürlüğe giren ve işin teslimi ile sorumluluğu biten satın alma sözleşmesi ile sadece arıtma tesisi çalışır durumda iken arıtma tesisine giren atıksu debisi ve kirlilik yükünün Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği çerçevesinde sınır değerlerini sağlayacak şekilde proje, imalat ve montajını gerçekleştirmek, tesis sahibine deşarj limitlerini sağladığına dair analiz sonuçlarını ibraz etmek ve tesisi bu şekilde iş verene teslim etmekle yükümlüdür ve firma yetkilisi ile firma çalışanları bu yükümlülüğünü yerine getirmiştir. Tesis çalışır durumda deşarj standartlarını sağlaması nedeni ile 26.07.2007 tarihinde 2007/23 sayılı deşarj iznini almıştır. Tesisin çalıştırılmasında, üretiminden sonra meydana gelebilecek arızalardan kaynaklanacak kirlilik, bakım vb. yükümlülük arıtma tesisini yapan firmanın sorumluluğu altında olmayıp mevzuat dahilinde arıtma tesisini çalıştırmak, çalışmadığı durumda gerekli tedbirleri almak, kirliliği önlemek ve arızanın giderilmesini sağlamak, arıtma tesisinin periyodik bakımlarını yaptırmak veya yapmak, deşarj standartlarını sağlayacak şekilde arıtma tesisini işletmek veya arıtma tesisini işletmesinden sorumlu olacak olan personeli sağlamak üzere, arıtma tesisi üzerine profesyonel teknik hizmet veren firmalardan teknik personel hizmeti alarak arıtma tesisinin düzgün işletilmesini sağlamak vb. yükümlülüklerin tamamı arıtma tesisi işletmecisine ait olduğunun” belirtilmesi karşısında, sanık hakkında verilen beraat kararının usul ve kanuna uygun olduğu anlaşılmıştır.

IV - Sonuç ve Karar: Eyleme ve yükletilen suça yönelik O Yer Cumhuriyet Savcısının temyiz iddiaları yerinde görülmediğinden tebliğnameye uygun olarak, TEMYİZ DAVASININ ESASTAN REDDİYLE HÜKMÜN ONANMASINA, 08.12.2014 tarihinde oybirliği ile, karar verildi.


YARGITAY 1. CEZA DAİRESİ Esas: 2011/4772 Karar: 2011/6417 Tarih: 31.10.2011

  • TCK 22. Madde

  • Taksir

Olası kastla A. Y.’ı öldürmekten ve trafik güvenliğini tehlikeye sokmaktan sanık M. U.’un yapılan yargılanması sonunda: hükümlülüğüne ilişkin Uşak Ağır Ceza Mahkemesinden verilen 17.09.2009 gün ve 278/326 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi sanık müdafii tarafından istenilmiş ve hüküm kısmen resen de temyize tabi bulunmuş olduğundan dava dosyası C. Başsavcılığından tebliğname ile Dairemize gönderilmekle: incelendi ve aşağıdaki karar tesbit edildi.

TÜRK MİLLETİ ADINA

1)5320 sayılı Yasanın 13/1. maddesi uyarınca baro tarafından sanığa atanan müdafiye ödenecek ücretin sanığa yargılama gideri olarak yüklenmesi gerektiğinin gözetilmemesi, aleyhe temyiz olmadığından bozma nedeni yapılmamıştır.

2)Toplanan deliller karar yerinde incelenip, sanık M. U.’un maktule yönelik suçunun sübutu kabul, takdire ilişen cezayı azaltıcı sebebin niteliği takdir kılınmış, savunması inandırıcı gerekçelerle değerlendirilmiş, incelenen dosyaya göre verilen hükümlerde eleştiri ve bozma nedenleri dışında bir isabetsizlik görülmediğinden, sanık ve sanık müdafiinin sanığın bilinçli taksirle öldürme suçundan cezalandırılması gerektiğine yönelen ve yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddine,

Ancak;

a) Sanığın maktule yönelik olası kastla öldürme suçu yönünden; maktul A. Y. 22.06.1998 doğumlu olup, suç tarihinde 18 yaşından küçük olduğundan, sanık hakkında 5237 sayılı TCK.nun 82/1-e maddesi uyarınca uygulama yapılması gerekirken suç niteliğinde hataya düşülerek yazılı şekilde karar verilmesi,

b) Sanığın trafik güvenliğini tehlikeye düşürme suçu yönünden;

Bir fiil ile birden fazla farklı suçun oluşmasına neden olduğu dosya kapsamıyla anlaşılan sanığın 5237 sayılı TCK.nun 44. maddesi hükmü karşısında bunlardan en ağır cezayı gerektiren olası kastla öldürme suçundan sorumlu tutulması gerektiği gözetilmeden, ayrıca trafik güvenliğini tehlikeye düşürme suçundan da mahkumiyetine karar verilmesi,

Sonuç: Bozmayı gerektirmiş olup, sanık ve sanık müdafiinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden, kısmen re’sen de temyize tabi hükümlerin 321. maddesi uyarınca kısmen tebliğnamedeki düşünce gibi BOZULMASINA, aleyhe temyiz bulunmadığından, 326/son maddesi uyarınca ceza miktarı açısından sanığın kazanılmış hakkının korunmasına, 31.10.2011 gününde Üye E. K. ve Üye M. Ş.’in, sanığın maktule yönelik suçunda suç niteliğinin bilinçli taksirle öldürme olduğu yönündeki karşı oyları ve oy çokluğu, diğer hüküm yönünden oybirliği ile karar verildi.

KARŞI OY

Sürücü belgesi bulunmayan doktor raporuna göre 280,7 promil alkollü olan sanık Mehmet Uğur’un yönetimindeki 64 …… plakalı özel oto ile Uşak, Ovademirler Yolu üzerinde, Gazene Kavşağına doğru gitmeye başladığı sırada gidiş yönüne göre yolun sağında bulunan çıkıntı biçimindeki arsanın kenarında ve yolun dışında yürümekte olan 11 yaşındaki A. Y. isimli çocuğa çarptıktan sonra aracını durduramayarak 150 metre ilerde, karşı yönden kendi şeridinde gelmekte olan mağdur G. U.’ın 64 LH 798 plakalı aracına çarparak durabildiği, meydana gelen bu olayda küçük çocuk A. Y.’ın yaralandığı, tıbbi müdahalelere rağmen kurtarılamayarak öldüğü, mağdur G. U.’ın aracında ise maddi hasara neden olduğu dosyadaki kanıtların içeriğinden sabit olduğu uyuşmazlık konusu değildir.

Olayın bu şekilde meydana geldiği, geliştiği ve sonlandığı, yerel mahkeme ile çoğunluk ve azınlık görüşü arasında bir uyum söz konusudur.

DEĞERLENDİRME: Yerel mahkeme, sanık M. U.’un sürücü belgesiz ve alkollü biçimde araç kullanarak, küçük çocuğun ölümüne neden olduğundan bahisle; olası kastla öldürme suçunun unsurlarının gerçekleştiğinden bahisle, 5237 sayılı TCK.nun 81/1,21/2,62. maddeleri gereğince cezalandırılmasına karar vermiştir.

Sanığın oluşan eyleminin olası kastla mı, yoksa bilinçli taksirle mi oluştuğunun saptanması hususunda çoğunluk görüşü ile uyuşmazlık meydana gelmiştir.

5237 sayılı TCK.nun 21. maddesinin5237 sayılı TCK.nun 21. maddesinin 2. fıkrasında; kişinin suçun kanuni tanımdaki unsurların gerçekleşebileceğini öngörmesine rağmen, fiili işlemesi halinde, olası kast vardır denilmek suretiyle olası kastın tanımına, yer vermiş bulunmaktadır. Olası kast’ın kanunun 21. maddenin 2. fıkras 2. fıkrasında kısaca; öngörmesine rağmen, fiili işlemesi biçiminde de tanımlamak mümkündür. Olası kastın tanımında Yasa başka bir ayırıcı unsura yer vermemiştir.

Bilinçli taksir ile 5237 sayılı TCK.nun 22. maddesinin 2. fıkras 2. fıkrasında; kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi halinde bilinçli taksir vardır biçiminde tanımlanmaktadır. Uygulamada olası kast ile bilinçli taksir eylemi unsurlar itibari ile karıştırılmaktadır. Nedeni ise her iki suçun tanımı, çıkış noktaları itibari ile aynı anlamları içerecek düzenleme taşımasıdır.

Olası kast durumunda, sonucun öngörülmesine rağmen eylemin gerçekleştirilmesi söz konusudur. Yani fail unsurların meydana gelmesini sonuç itibariyle kabullenmektedir; Bilinçli taksirde ise; öngörülen ve gerçekleşen sonuç istenmemektedir. Olası kastta ise sonuç istenmemesine karşın fail sonucu kabullenmektedir. Olası kastta sonuç, sanık öngördüğü sonucun meydana gelmesini kabullenip, sonucun meydana gelmemesi için herhangi bir yapıcı hareket yani tedbir almazken, bilinçli taksirde ise sanık, sonucu öngörmesine karşın, şansına veya başka etkenlere örneğin kendi beceri ve bilgisine güvenerek öngörülen sonucun gerçekleşmeyeceği düşüncesiyle eylemini meydana getirmektedir.

Oluşu hususunda bir uyuşmazlık bulunmayan somut olayda; sanık M. U.’un alkollü ve sürücü belgesiz biçimde, mahallede saat: 20.25 sularında caddede seyrederken, maktul çocuğa çarparak ölümüne neden olduğu açıktır. Olay tipik bilinçli taksir suretiyle gerçekleştirilen taksirli eylemdir. Sanığın sonucu peşinen yani öldürme olayının meydana gelmesini kabullendiğini ileri sürmek, olayın oluşu biçimi itibariyle mümkün değildir, sanık hiçbir surette maktulün ölmesini peşinen kabullenmemiştir. Ölüm olgusu olursa olsun saikiyle hareket etmemiştir. Alkollü, sürücü belgesiz araç kullanması durumunda yaralamalı veya ölümlü taksirli bir eylem olabileceğini öngörmesinin kabulü mümkün ise de, meydana gelen ölüm veya yaralanma olgusunun sanık tarafından kabulü söz konusu değildir.

Somut olayımızda, sanık M. U. sonucu öngörmesine rağmen, gerçekleşmiş olan neticeyi açıkça istediği kabullendiğini ileri sürmek mümkün olmadığından, olayda olası kastla öldürme suçunun 21/2. maddesindeki unsur olan sonucu kabullenme gerçekleşmediğinden sanığın eyleminin bilinçli taksir suretiyle ölüme neden olduğundan 5237 sayılı TCK.nun 85/1,, 22/2. maddeleri gereğince cezalandırılması oluşa uygun olduğundan, çoğunluğun olayda; olası kastla öldürme suçundan sanığın cezalandırılması gerektiği düşüncesine iştirak etmek mümkün olmadığından, sayın çoğunluğun vurgulanan biçimdeki görüşüne katılmıyoruz. 31.10.2011


YARGITAY 9. CEZA DAİRESİ Esas: 2009/5480 Karar: 2011/1631 Tarih: 09.03.2011

  • TCK 22. Madde

  • Taksir

1-) Oluşa ve tüm dosya kapsamına göre, sanığın taksirli eylemi ile sebep olduğu yangında başkalarının hayatı, sağlığı veya mal varlığı bakımından somut bir zararın meydana gelmediği, sadece kendisinin zilyetliğinde bulunan aracın zarar görüp kişisel ve ailevi durumu bakımından artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak şekilde mağdur olduğu anlaşıldığından, 5237 Sayılı T.C.K.nın 22/6. maddesi gereğince ceza verilmesine yer olmadığına karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması,

2-) Gerekçeli karar başlığına suç yerinin yazılmaması,

3-) Taksirli suçlarda 53/1. maddenin uygulanamayacağının gözetilmemesi,

4-) T.C.K.nın 58/4. maddesi gereğince kasıtlı suçlarla taksirli suçlar arasında tekerrür hükümleri uygulanamayacağının düşünülmemesi,

SONUÇ : Kanuna aykırı sanık vasisinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden hükümün bu sebeplerden dolayı BOZULMASINA, 9.3.2011 tarihinde oybirliği ile karar verildi.


YARGITAY CEZA GENEL KURULU Esas: 2017/12-545 Karar: 2017/332 Tarih: 13.06.2017

  • TCK 22. Madde

  • Taksir

Taksirle bir kişinin yaralanmasına neden olma suçundan sanığın beraatine ilişkin, Konya 2. Sulh Ceza Mahkemesince verilen 24.12.2013 gün ve 692-850 Sayılı hükmün, katılanlar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 12. Ceza Dairesince 22.05.2015 gün ve 18781-8766 sayı ile;

“… Sair temyiz itirazlarının reddine,

Ancak;

Olay günü saat 12.00 sıralarında, sürücü … idaresindeki minibüs ile meskun mahalde, sekiz metre genişliğindeki, asfalt kaplama yolda seyri sırasında olay mahalli kontrolsüz kavşağa geldiğinde, önünde yolcu almak için duraklayan sanığın idaresindeki minibüsü sollayarak yanından geçerken, bu minibüsün önünden, seyrine göre sağından soluna kavşak içinden yolun karşısına geçmek isteyen yaya …‘ya çarpması sonucu, katılanın hayati tehlike geçirecek, hayati fonksiyonlarını 4. derecede etkileyen kemik kırıkları oluşacak, yüzde sabit ize neden olacak ve sağ göz görme işlevinin sürekli zayıflamasına sebep olacak şekilde yaralanmasına neden olduğu olayın yargılaması sonunda sanığın kusuru bulunmadığı gerekçesi ile beraatına karar verilmiş ise de; oluşa ve dosya kapsamında bulunan 26.04.2010 ve 15.12.2010 tarihli bilirkişi raporlarına göre; sanığın 2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununun 60/d maddesinde düzenlenen ‘Kavşaklar, tüneller, rampalar, köprüler ve bağlantı yollarında ve buralara yerleşim birimleri içinde beş metre ve yerleşim birimleri dışında yüz metre mesafede duraklamak yasaktır’ hükmüne aykırı şekilde kavşak içerisinde yolun bir şeridini kapatacak şekilde duraklama yaparak yayanın ve solundan geçen araç sürücüsünün görüşünü kapatmak suretiyle tali kusurlu olduğunun anlaşılmasına göre, atılı suçtan mahkûmiyeti yerine, oluşa ve dosya kapsamındaki delillerle bağdaşmayan Adli Tıp Kurumu raporuna itibarla yazılı şekilde beraatine hükmedilmesi…”,

İsabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.

Konya 14. Asliye Ceza Mahkemesi ise 20.11.2015 gün ve 903-1526 sayı ile;

“… Kaza mahallinin hızlı bir kavşak olmadığı, sağ tarafta duran minibüsün sürücüsü olan sanık …‘ın yanından sollayarak geçen diğer minibüs şoförü …‘ın yol ortasında yaya olan katılana çarpması şeklinde gelişen trafik kazasındaki olay mahallinin Konya il merkezindeki şehrin göbeğinde bulunan hızlı olmayan yavaş bir kavşak olduğu, fotoğraflardan da anlaşılacağı üzere yayaların ve araçların adım adım hareket edebildiği, yoğun trafik ve yayanın olduğu bir kavşak olup kaza saati ve Konya il merkezindeki trafik karmaşası nazara alındığında; yayaların yaya gibi sürücülerin de sürücü gibi davranmadıkları, kaba tabirle trafik keşmekeşi olduğu, sürücüler ne kadar fütursuzca araç kullanıyorlarsa, yayaların da o kadar deli cesareti tabiri ile araç yolunda en kısa yerden ve yaya geçitlerinden dikine geçmek yerine yola paralel seyahat etmeyi ve bu şekilde karşıdan karşıya geçmeyi çok büyük bir ekseriyetle yaptıkları ve her an, her yerden ve her şekilde üstelik gece karanlığında kapkara kıyafetlerle yola çıktıkları, gayet fütursuzca yol üzerinde kontrolsüzce yaya olarak seyahat ettiklerinin sıklıkla ve her daim uzun yıllardır gözlemlendiği, kavşaklarda genel kurallar gereği dosya içinde tartışıldığı şekilde kusur verilmişse de; olayın geçtiği yer, zaman, hal ve şartlar ile kazanın meydana geldiği kavşağın keşif saatindeki görünümü ve her daim bu yoğunlukta olması ile Adli Tıp Kurumu raporunda da kavşağı özellikle irdeleyerek oluşa ve olay yerine uyumlu olarak kusur durumu tespitinin yapıldığı, mahkememizce Adli Tıp Kurumu Trafik İhtisas Dairesinden verilen kusur raporunun kabul gördüğü ve bu şekilde karar oluşturulduğu, verilen kusur raporunun da olay yeri ile olay yerinin hal ve şartlarına uyumlu olduğunun kabul gördüğü, halen de Adli Tıp Kurumu raporu doğrultusunda verilen kararın doğru olduğu hususunda kanaat getirildiği, Özel Dairece verilen bozma ilamının Konya trafiği, olayın olduğu yer ve özellikleri ile yaya ve sürücünün trafik anlayışına uyumlu olmadığı, dosya içerisinde bulunan Adli Tıp Kurumu Trafik İhtisas Dairesince verilen kusur raporu nazara alınmadan diğer polis bilirkişi raporları baz alınarak karar verildiği anlaşılmakla, oluşa uyumlu olan Adli Tıp Kurumu Trafik İhtisas Dairesince verilen kusur raporu sonrasında verilen beraat kararının usul ve yasaya uyumlu olup, dosya içeriğiyle de bağdaştığı, kazanın oluşumuna sanık sürücü …‘ın etken herhangi bir kusurunun söz konusu olmadığı…”,

Gerekçesiyle ilk hükümde direnmiştir.

Direnme hükmünün de katılanlar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 21.05.2016 gün ve 191661 Sayılı “bozma” istekli tebliğnamesiyle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca 07.12.2016 gün ve 838-937 sayı ile; 6763 Sayılı Kanun’un 38. maddesiyle 5320 Sayılı Kanuna eklenen geçici 10. madde uyarınca kararına direnilen daireye gönderilmiş, aynı madde uyarınca inceleme yapan Yargıtay 12. Ceza Dairesince 29.03.2017 gün ve 81-2548 sayı ile, direnme kararının yerinde görülmemesi üzerine Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

KARAR : Sanık … hakkında taksirle bir kişinin yaralanmasına neden olma suçundan verilen mahkûmiyet hükmünün açıklanmasının geri bırakılmasına dair karar yapılan itiraz üzerine kesinleşmiş olup, direnme hükmü ve temyizin kapsamına göre inceleme sanık … hakkında taksirle bir kişinin yaralanmasına neden olma suçundan kurulan beraat hükmü ile sınırlı olarak yapılmıştır.

Özel Daire ile yerel mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; taksirle bir kişinin yaralanması ile neticelenen olayda sanığın kusurunun bulunup bulunmadığının belirlenmesine ilişkindir.

İncelenen dosya kapsamından;

Olay günü saat 12.00 sıralarında meskun mahalde, kavşakta, sekiz metre genişliğindeki bölünmüş ve tek yönlü yolda sanık …‘ın idaresindeki minibüs ile yolcu almak için durakladığı sırada, karşıya geçmek üzere önünden yola giren yaya katılan …‘ya sanığı sollayarak seyrine devam eden inceleme dışı sanık …‘ın yönetimindeki minibüs ile çarptığı, kaza neticesinde yaya katılan …‘nın hayati tehlike geçirecek, hayati fonksiyonlarını 4. derecede etkileyecek kemik kırıkları oluşacak, yüzde sabit iz kalacak ve organlarından birinin işlevinin sürekli zayıflamasına neden olacak şekilde yaralandığı,

Trafik kazası tespit tutanağına göre; inceleme dışı sanık …‘ün yönetimindeki minibüs ile seyri sırasında karşıya geçmek isteyen katılan …‘yı gördüğü, sola manevra yaparak yaklaşık yedi metre fren izi bıraktıktan sonra katılan …‘ya çarptığı, katılan …‘nın yaklaşan araçlara ilk geçiş hakkını vermemek kuralını ihlal ettiği, inceleme dışı sanık …‘ün ise kural ihlali ve kusurunun bulunmadığı,

09.04.2010 tarihli keşif sonrası trafik polisi bilirkişi tarafından düzenlenen 26.04.2010 tarihli rapora göre; katılan …‘nın karşıya geçmek için kavşak içinde duraklamış olan sanık …‘in yönetimindeki minibüsün önünden aniden yola çıktığı, seyir halindeki inceleme dışı sanık …‘ün yönetimindeki minibüs ile katılan …‘ya çarptığı olayda, katılan …‘nın Karayolları Trafik Kanununun 68/b-3. maddesinde yer alan “yayalar, karşıdan karşıya geçerken ışıklı işaret veya yetkili kişilerin bulunmadığı … kavşaklarda güvenlikleri açısından yaklaşan araçların uzaklık ve hızını göz önüne almak zorundadır” kuralını, inceleme dışı sanık …‘ün aynı Kanunun 54/b-4. maddesinde hüküm altına alınan “kavşaklarda ve bunların yaklaşımında sürücülerin önlerindeki bir aracı geçmeleri yasaktır” kuralını, sanık …‘in ise aynı Kanunun 60/d maddesinde düzenlenen “kavşaklara … yerleşim birimleri içinde beş metre ve yerleşim birimleri dışında yüz metre mesafede duraklamak yasaktır” kuralını ihlal ettikleri,

13.12.2010 tarihli keşif sonrası emekli trafik polisi bilirkişi tarafından düzenlenen 15.12.2010 tarihli rapora göre; katılan …‘nın ışıklı işaret veya yetkili kişilerin bulunmadığı yerde yaklaşan aracın hız ve mesafesini dikkate almadan karşıya geçmesi, inceleme dışı sanık …‘ün kavşağa hızını azaltmadan girmesi, sanık …‘in ise “kavşaklarda duraklamak yasaktır” kuralını ihlal etmesi sebebiyle kusurlu oldukları,

Adli Tıp Kurumu Trafik İhtisas Dairesince düzenlenen raporda ise; kavşak mahallinde bir minibüsün duraklama yapmasının, yayanın bu aracın önünden yola girmesini gerektirmeyeceği cihetle kavşak mahallinde duraklama yapan sanık …‘e kusur atfetmenin oluşa uygun düşmediğinin belirtildiği,

Anlaşılmıştır.

Katılan …; olayı hatırlamadığını, şikâyetçi olduğunu,

Katılan …; kazada kızı olan katılan …‘nın yaralanması sebebiyle şikâyetçi olduğunu,

İnceleme dışı sanık …; önünde yolun sağında duraklayan minibüsü solladığı sırada katılan …‘nın soluna bakmadan aniden yola çıktığını, katılan …‘ya çarpmamak için yolun soluna kaçtığını, ancak mesafe kısa olduğu için kurtaramayıp çarptığını,

Beyan etmişlerdir.

Sanık …; telefonla konuşmak için durakladığı sırada aracının önünden katılan …‘nın aniden yola çıkması üzerine, seyir halindeki inceleme dışı sanık …‘ün yönetimindeki minibüsle katılan …‘ya çarptığını savunmuştur.

Uyuşmazlık konusunda isabetli bir hukuki çözüme ulaşılması bakımından, öncelikle taksir ve unsurları üzerinde durulması gerekmektedir.

5237 Sayılı hazırlanmasında esas alınan suç teorisinde “kanunda tanımlanmış haksızlık” olarak ifade edilen suç; kural olarak ancak kastla, kanunda açıkça gösterilen hallerde ise taksirle de işlenebilir. İstisnai bir kusurluluk şekli olan taksirde, failin cezalandırılabilmesi için mutlaka kanunda açık bir düzenleme bulunması gerekmektedir.

5237 Sayılı TCK’nun 22/2. maddesinde5237 Sayılı TCK’nun 22/2. maddesinde taksir; “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla bir davranışın, suçun yasal tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir” şeklinde tanımlanmıştır. Toplumsal yaşamda belli faaliyetlerde bulunan kimselerin başkalarına zarar vermemek için birtakım önlemler alma ve bazı davranış kurallarına uyma zorunlulukları bulunmaktadır. Bu kurallar toplum olarak yaşama mecburiyetinden doğabileceği gibi, Devletin müdahalesiyle de ortaya çıkabilmektedir. Taksirli suç, bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirmekte, fail; dikkatli, tedbirli ve öngörülü davranmamış olduğu için cezalandırılmaktadır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme imkân ve ödevinin varlığına rağmen, sonuca iradi bir hareketle neden olmaktan kaynaklanmaktadır.

Ceza Genel Kurulunun birçok kararında vurgulandığı ve öğretide de benimsendiği üzere taksirli suçlarda ayrıca aranması gereken unsurlar;

1-) Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması,

2-) Hareketin iradi olması,

3-) Sonucun istenmemesi,

4-) Hareket ile sonuç arasında nedensellik bağının bulunması,

5-) Sonucun öngörülebilir olmasına rağmen öngörülmemiş olması,

Şeklinde kabul edilmektedir.

Taksirli suçlarda da, gerek icrai hareketin gerekse ihmali hareketin iradi olması ve meydana gelen neticenin öngörülebilir olması gerekmektedir. İradi bir davranış bulunmadığı takdirde taksirden bahsedilemeyeceği gibi, öngörülemeyecek bir sonucun gerçekleşmesi halinde de failin taksirli suçtan sorumluluğuna gidilemeyecektir.

Sonucun gerçekleşmesinde, mağdurun taksirli davranışının da etkisinin bulunması halinde, diğer taksirli davranış nedensellik bağını kesmediği sürece bu durum failin taksirli sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağı gibi, taksirin niteliğini de değiştirmeyecektir. 5237 Sayılı kusurun derecelendirilmesi suretiyle herhangi bir ceza indirimi söz konusu olmadığından, bu hal ancak temel cezanın tayininde dikkate alınabilecektir.

Uyuşmazlığa dair 2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununun “Duraklamanın yasak olduğu yerler” başlıklı 60. maddesi

“Taşıt yolu üzerinde;

a-) Duraklamanın yasaklandığının bir trafik işareti ile belirtilmiş olduğu yerlerde,

b-) Sol şeritte, (raylı sistemin bulunduğu yollar hariç),

c-) Yaya ve okul geçitleri ile diğer geçitlerde,

d-) Kavşaklar, tüneller, rampalar, köprüler ve bağlantı yollarında ve buralara, yerleşim birimleri içinde beş metre ve yerleşim birimleri dışında yüz metre mesafede,

e-) Görüşün yeterli olmadığı tepelere yakın yerlerde ve dönemeçlerde,

f-) Otobüs, tramvay ve taksi duraklarında,

g-) Duraklayan veya park edilen araçların yanında,

h-) İşaret levhalarına, yaklaşım yönünde ve park izni verilen yerler dışında; yerleşim birimi içinde onbeş metre ve yerleşim birimi dışında yüz metre mesafede,

Duraklamak yasaktır…” şeklinde düzenlenmiştir.

Diğer taraftan, yargılamayı gerçekleştiren hâkim, bilirkişilerin belirledikleri kusurun varlığı ya da yokluğu ve kusur oranları ile bağlı olmayıp, bilirkişilerin yapacakları teknik belirlemeler çerçevesinde failin kusurunun bulunup bulunmadığı, varsa kusurunun ne olduğu ve bu kusurun cezanın belirlenmesinde ne derece etkin olacağını, her olayın özelliklerine göre ve kanuni gerekçelerle belirlemelidir. Olayın gerçekleşme şeklini belirleme görevi de hâkime ait olup, bilirkişi ancak bu hususta ortaya koyacağı teknik veriler ile hâkime yardımcı olacak ve tarafların taksirli davranışlarının ve kusur durumlarının nelerden ibaret olduğunu gösterecektir.

Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;

Olay günü saat 12.00 sıralarında meskun mahalde, kavşakta, sekiz metre genişliğindeki bölünmüş ve tek yönlü yolda sanık …‘in idaresindeki minibüs ile yolcu almak için durakladığı sırada, karşıya geçmek üzere önünden yola giren yaya katılan …‘ya, sanığı sollayarak seyrine devam eden inceleme dışı sanık …‘ün yönetimindeki minibüs ile çarptığı ve katılan …‘nın yaralandığı olayda; sanık …‘in 2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununun 60/d maddesinde yer alan “Kavşaklar, tüneller, rampalar, köprüler ve bağlantı yollarında ve buralara, yerleşim birimleri içinde beş metre ve yerleşim birimleri dışında yüz metre mesafede duraklamalar yasaktır” kuralını ihlal etmesi ile keşif sonrası düzenlenen oluşa ve dosya kapsamına uygun 26.04.2010 ve 15.12.2010 tarihli bilirkişi raporlarında da sanığın kavşakta durakladığı sırada katılan … ve inceleme dışı sanık …‘ün görüşünü kapatması sebebiyle kusurlu olduğunun belirtilmesi karşısında; sanığın atılı suçtan mahkûmiyeti yerine beraatine karar verilmesinde isabet bulunmamaktadır.

Bu itibarla, yerel mahkeme direnme hükmünün, somut olayda kusuru bulunan sanığın atılı suçtan mahkûmiyeti yerine beraatine karar verilmesi isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmelidir.

SONUÇ : Açıklanan nedenlerle;

1-) Konya 14. Asliye Ceza Mahkemesi’nin 20.11.2015 gün ve 903-1526 Sayılı direnme hükmünün, somut olayda kusuru bulunan sanığın atılı suçtan mahkûmiyeti yerine beraatine karar verilmesi isabetsizliğinden BOZULMASINA,

2-) Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 13.06.2017 tarihinde yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY CEZA GENEL KURULU Esas: 2014/12-67 Karar: 2016/45 Tarih: 09.02.2016

  • TCK 22. Madde

  • Taksir

Taksirle bir kişinin yaralanmasına neden olmak suçundan sanık …‘nün beraatine ilişkin, Antalya 6. Sulh Ceza Mahkemesince verilen 22.10.2010 gün ve 830-1016 Sayılı hükmün, Cumhuriyet savcısı tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 02.05.2013 gün ve 27861-12220 sayı ile;

“… 69 promil alkollü mağdur sürücü …, yönetimindeki otomobil ile gece vakti, orta refüj ile bölünmüş, tek yönlü, meskun mahal yolda seyrederek olay mahalline geldiğinde, seyir yönüne göre sağ tarafından kaplamaya, yola girip, yaya geçidini kullanarak, yolun karşısına geçmekte olan, 238 promil alkollü sanık yaya …‘ye çarpmamak için, direksiyonu kırdığında, başka bir araca çarpması sonucu, mağdur sürücünün basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek şekilde yaralandığı olayda, sanık yaya hakkında kamu davası açılmış ve yapılan yargılama sonunda sanığın beraatine karar verilmiştir.

Yayanın sebebiyet verdiği trafik kazasından dolayı sanık olup olmayacağı sorununun öncelikle çözümlenmesi gerekmektedir.

Taksir, istisnai bir kusurluluk şeklidir. Toplumsal yaşamda belli faaliyetlerde bulunan kimselerin başkalarına zarar vermemek için bir takım önlemler alma ve bazı davranış kurallarına uyma zorunlulukları bulunmaktadır. Bu kurallar toplum olarak yaşama zorunluluğundan doğabileceği gibi, Devletin müdahalesiyle de ortaya çıkabilmektedir. Taksirli suç bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirir. Fail, tedbirli ve öngörülü davranmamış olduğu için cezalandırılır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme olanak ve ödevinin varlığına rağmen sonuca iradi bir hareketle neden olmak olup Türk Ceza Kanununun ‘Taksir, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi’ olarak tanımlamaktadır.

Yargıtay Ceza Genel Kurulunun son olarak verdiği 07.06.2011 gün 54-120 Sayılı kararı başta olmak üzere birçok kararında da vurgulandığı gibi, öğretide ve uygulamada taksirin unsurları;

1- ) Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması,

2- ) Hareketin iradi olması,

3- ) Neticenin iradi olmaması,

4- ) Hareketle netice arasında nedensellik bağının bulunması,

5- ) Neticenin öngörülebilir olmasına karşın fail tarafından öngörülememesi, şeklinde kabul edilmektedir.

Yayanın karşıdan karşıya geçerken kendisine motorlu bir vasıtanın çarpacağı ve bu vasıtada bulunanların yaralanacağını öngörebilmesinin kabulü toplumda yaygın olan ortak düşünceye aykırıdır. Yayaların motorlu taşıt sürücülerine zarar vereceklerini, bu sebeple daha fazla basiretli davranmaları gerektiğini bildikleri ve cezalandırılmaları gerektiği kabul edilemez. İntihar etmek için kendisini hızla gelen otomobilin altına atan ve kazaya neden olan şahsın amacı, kendi yaşamına son vermek olup sürücünün yaralanabileceğini de önceden görebileceği söylenemez. Bu sebeple taksirin ‘neticenin öngörülebilmesi’ unsuru bu gibi olaylarda gerçekleşmemiştir.

2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununun 46-67. maddelerinde2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununun 46-67. maddelerinde sürücülerin uyacakları kurallar, 68-70. maddelerde ise yayalar, hayvanla çekilen veya elle sürülen araçlarla hayvan sürücülerinin ve yarışlar hakkında kurallar düzenlenmiştir. Yayalarla ilgili düzenlemelerde uyacakları kurallar belirtilmiş, ışıklı işaret veya yetkili kişilerin bulunmadığı geçitlerde veya kavşaklarda güvenlikleri açısından araçların uzaklık ve hızını göz önüne almaları, yolu kontrol ederek kendi güvenliklerini sağladıktan sonra, en kısa zamanda taşıt yolunu geçebilecekleri hükme bağlanmıştır. Belirtilen kurallara uymayanlar hakkında ise idari para cezasına hükmolunacaktır. Kanun koyucu tarafından da yayanın kendi can güvenliğini sağlaması için bir takım kurallar konulmuş, trafik kazaları ile ilgili 81. madde vd. maddelerinde sadece sürücülerden bahsedilmiş, yayaların motorlu taşıt sürücülerine veya başkalarına verebilecekleri zararlardan dolayı cezai sorumlulukları yönüne gidilmemiştir. Ayrıca ister kasdi, isterse taksirli olsun, bir fiilin cezalandırılabilmesi için uygunluk, elverişlilik, yeterlilik koşulları gerçekleşmelidir. Bir yayanın motorlu taşıt vasıtasına çarpmasında bu koşulların gerçekleştiği öne sürülemez. Örneğin bir yayanın otobüse çarpması halinde meydana gelen kazada otobüs içindekilerin ölmesinde veya yaralanmasında, aranılan bu yeterlilik, elverişlilik ve uygunluk koşulları yoktur. Bu sebeple trafik kazasına karışan yayanın TCK’nın 85 veya 89. maddeleri gereğince cezalandırılması, Ceza Hukukunun vurgulanan bu temel kriterlerine aykırıdır.

Bir olayda hukuki sorumluluk ile cezai sorumluluk farklı olup, taksirli cezai sorumluluk daha dar olarak düzenlenmiş ve bunun çerçevesi 22 . maddesinde çizilmiştir. Trafik kazasında yayanın hukuki sorumluluğunun bulunması, cezai yönden de sorumlu olmasını gerektirmez. Yayanın kusurlu olması, yeni Türk Ceza Kanunu uygulamasında sürücünün cezasının belirlenmesinde ve hakkında lehe hükümlerin uygulanmasında nazara alınıp adaletli bir cezalandırma sağlanmaya çalışılmaktadır.

Yayaların kusurlu olmaları tazmini sorumluluğu gerektirir. Meydana gelen kazadan dolayı cezai sorumluluğun var olduğu kabul edilemez…”,

Açıklaması ile hükmün onanmasına karar verilmiştir.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 16.07.2013 gün ve 114089 sayı ile;

“… Kanun düzenlemesinde suçun failine dair herhangi bir özellik ve nitelendirmede bulunulmadığından, olayımız taksir sorumluluğunu düzenleyen 22/2. fıkrası ve taksirle yaralama suçunu düzenleyen 89. maddesi göz önünde bulundurularak çözülmelidir. 2918 Sayılı Kanundaki düzenlemeler, taksirle yaralama suçunda kusurun tespiti ve oranı açısından önem arzeder, suçun unsurlarının oluşup oluşmadığının tespitinde esas alınacak olan düzenleme suçun düzenlendiği ilgili maddeleridir.

Dosyadaki olayı mevzuat ile birlikte irdeleyecek olursak;

TCK’nun 89/1. maddesinde ‘Taksirle başkasının vücuduna acı veren veya sağlığının ya da algılama yeteneğinin bozulmasına neden olan kişi’den bahsedilmektedir.

Taksir kavramı, 22. maddesinin 2. fıkrasında: ‘Taksir, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanunî tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir.’ şeklinde tanımlanmıştır. Bir başka deyişle, kişinin istememekle beraber kendisinden beklenen ve göstermek zorunda olduğu özeni göstermemek suretiyle suç tipinde belirtilen neticenin gerçekleşmesi hali olarak da ifade edilebilir.

Taksirle işlenen haksızlıklarda hareket iradidir. Dosyadaki olayımızda sanığın hareketinin iradi veya istem dışı olup olmamasında bir çekişme yoktur.

Suça dair kanuni tarifte belirtilen maddi unsurlardan birinin gerçekleşmesinin ‘öngörülmemiş olması’, taksirin bir özelliğidir. Buna ek olarak ‘dikkat ve özen’ unsuru da olmalıdır. Gerekli dikkat ve özen gösterilmiş olsaydı kanuni tarifte yer alan bir unsurun gerçekleşeceği öngörülecekti diyebiliyorsak, bu fiil taksirle işlenmiş demektir.

Taksirin esası, öngörebilme olanağına rağmen failin toplumsal düzeni ilgilendiren zararlı ya da tehlikeli neticeleri öngörmemesi veya öngördüğü halde neticeyi önlememesidir.

Objektif özen yükümlülüğünün kaynaklarıdan biri de toplumdaki ortak deneyim ve tecrübelerdir. Özen yükümlülüğünün ihlali olarak ortak tecrübe ve hayat deneyimlerinin gerektirdiği dikkat ve özen yükümüne aykırılık da taksirli hareketi doğurabilir.

İhlal edilen objektif özen yükümlülüğünün mutlaka belli bir hukuki değerle alakalı olması gerekir. Öngörebilme somut olayın özelliklerine göre bizzat failin şahsi niteliklerinin dikkate alınması suretiyle belirlenir. Dikkat ve özen yükümlülüğünün kaynağı, davranış normlarıdır. Ancak bunlar karşımıza pozitif hukuk metinlerine yansımış yükümlülükler şeklinde çıkabileceği gibi, müşterek hayat tecrübeleri ile de bu yükümlülükler ifade edilebilirler.

Olayımızda sanık özen yükümlülüğüne riayet etmemiştir. Zira, alkollü bir şekilde yola çıkan bir yaya, yoldan geçmekte olan bir araç sürücüsünün güvenli sürüş yeteneğini etkileyebileceği konusunda dikkat ve özen yükümlülüğünü yerine getirmesi gerekir.

Yaya olan sanığın hareketi ile şikayetçinin yaralanması arasında illiyet bağı vardır. Sanığın alkollü bir şekilde yola çıkma şeklinde gelişen davranışı ile zararlı netice arasında sebep-sonuç ilişkisi kurulmaktadır. Sanığın bu fiili olmasaydı netice meydana gelmeyecekti.

Olayımızda ‘neticenin öngörülebilir olması’ unsuru açısından da problem yoktur. Burada dikkat edilmesi gereken husus, yayanın motorlu araca çarpması ve sürücüsüne zarar vermesi değil, yayanın kusurlu hareketi ile aracını kullanmakta olan şikayetçinin sürüş yeteneğini olumsuz olarak etkilenmesi ve bunun sonucunda da araç sürücüsünün ister yaya olan sanığa çarpması, isterse yayaya çarpmadan direksiyon hakimiyetini kaybetmek suretiyle devrilmesi ve bir başka şeye çarpması ile olsun, bir şekilde zarar görmesidir. Daire kararında geçen ‘…Yayaların motorlu taşıt sürücülerine zarar vereceklerini, bu sebeple daha fazla basiretli davranmaları gerektiğini bilmeleri ve cezalandırılmaları gerektiği kabul edilemez.’ şeklindeki ifade ‘dikkat ve özen yükümlülüğü’ ve ‘öngörme’ kavramları ile çelişmektedir.

Taksirli hareket sonucunda zarar neticesinin doğması ile ilgiliği olarak örnek verecek olursak; yolda yürümemesi gereken hayvanların bir kazaya sebebiyet vermeleri durumunda hayvan sahibinin cezai sorumluluğunun bulunduğu kabul edildiğine göre, olmaması gereken bir yerde bulunup da yoldan geçmekte olan sürücüleri etkileyen, onların güvenli sürüş yeteneklerinin kaybolmasına neden olan yayaların cezai sorumluluklarının olamayacağını iddia etmek, ilamdaki kabulün aksine, toplum yaşantısındaki genel algılamaya aykırıdır.

Sonuç olarak, yayanın alkollü veya normal şekilde karşıdan karşıya geçerken, olmaması gereken bir yerde yayanın bulunması sonucunda araç sürücüsünün dikkatli sürüş yeteneğini kaybetmesine ve bir şekilde zarar görebileceğine neden olabileceğini öngörebilmesi gerekir. İradi hareket sonucunda sadece araç sürücüsünün zarar görebileceğinden ziyade, araçtaki yolcular da zarar görebilir ve yaya olan kişiden motorlu araç sürücüsü veya araçta yolcu olarak bulunan kişilere zarar vermemesi için, dikkat ve özen yükümlülüğüne riayet etmesi beklenir. Bu gibi olaylarda ‘neticenin öngörülebilmesi’ koşulunun gerçekleşmeyeceği yönündeki görüşe katılmamız mümkün değildir.

Yukarıdaki nedenlerden dolayı yerel mahkeme kararı usul ve yasaya aykırı bulunduğundan hükmün tebliğnamedeki gerekçe doğrultusunda bozulmasına karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçelerle onamasına karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olduğu…”,

Görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurmuştur.

CMK’nun 308. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 12. Ceza Dairesince 23.12.2013 gün ve 17297-30342 sayı ile, itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır:

KARAR : Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; bir kişinin yaralanması ile sonuçlanan trafik kazasında sanığın yaya olması ve herhangi bir trafik aracını kullanmaması nedeniyle, taksirle yaralama suçunun faili olup olamayacağının tespitine ilişkindir.

İncelenen dosya kapsamından;

69 promil alkollü müşteki sanık …‘ın yönetimindeki otomobil ile gece vakti, orta refüj ile bölünmüş, tek yönlü, meskun mahalde bulunan yolda seyir halinde iken seyir yönüne göre sağ tarafından yola girip, yaya geçidini kullanarak, yolun karşısına geçmekte olan, 238 promil alkollü olan sanık …‘ye çarpmamak için, direksiyonu kırdığında, başka bir araca çarpması sonucu, basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek şekilde yaralandığı,

Müşteki sanık …‘ın soruşturma aşamasında alınan beyanında yaya olan sanık …‘den şikayetçi olduğu, … hakkında taksirle yaralamaya neden olma, … hakkında ise trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçundan kamu davası açıldığı,

Anlaşılmaktadır.

Uyuşmazlığın sağlıklı bir hukuki çözüme kavuşturulabilmesi bakımından, öncelikle taksir ve unsurları üzerinde durulması gerekmektedir.

Kural olarak suç, ancak kastla, işlenebilecekken, kanunda açıkça gösterilen hallerde taksirle de işlenebilecektir. Failin cezalandırılabilmesi için kanunda açık bir düzenleme bulunmasının zorunlu olduğu istisnai bir kusurluluk şekli olan taksir, 5237 Sayılı TCK’nun 22/2. maddesinde; “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla bir davranışın, suçun yasal tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi” şeklinde tanımlanmıştır.

Ceza Genel Kurulunun 07.06.2001 gün ve 54-120 ile 06.10.2009 gün ve 189-220 Sayılı kararlarında da; “Taksir istisnai bir kusurluluk şeklidir. Toplumsal yaşamda belli faaliyetlerde bulunan kimselerin başkalarına zarar vermemek için bir takım önlemler alması ve bazı davranış kurallarına uyma zorunlulukları bulunmaktadır. Bu kurallar toplum olarak yaşama zorunluluğundan doğabileceği gibi, Devletin müdahalesiyle de ortaya çıkabilmektedir. Taksirli suç bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirir, fail tedbirli ve öngörülü davranmamış olduğu için cezalandırılır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme imkân ve ödevinin varlığına rağmen sonuca iradi bir hareketle neden olmaktan kaynaklanmaktadır” açıklamalarına yer verilmiştir.

Öğretide de benimsendiği üzere, Ceza Genel Kurulunun birçok kararında taksirin unsurları;

1- ) Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması,

2- ) Hareketin iradi olması,

3- ) Neticenin iradi olmaması,

4- ) Hareket ile netice arasında nedensellik bağının bulunması,

5- ) Neticenin öngörülebilir olmasına rağmen öngörülememiş olması,

Şeklinde kabul edilmektedir.

Uyuşmazlığa konu olayda, diğer şartların gerçekleştiği konusunda bir tereddüt bulunmaması nedeniyle, 5. bentte yer alan neticenin öngörülebilir olmasına rağmen öngörüle- memiş olması şartının gerçekleşip gerçekleşmediği üzerinde durulmalıdır.

Taksirle gerçekleştirilen bazı eylemlerin suç olarak tanımlanıp cezaî yaptırıma bağlanmasıyla, insanların gittikçe yoğunlaşan ve karmaşık hale gelen toplum hayatı içinde daha dikkatli davranmalarının temin edilmesi amaçlanmaktadır. Kanun ve ortak hayat tecrübesinin sonucu olarak kendisine toplum tarafından yüklenen dikkat ve özen görevini ihlal eden ve bu hareketiyle öngörülebilir zararlı neticeye sebep olan kişinin taksirle işlenen suçlara dair cezaî sorumluluğu benimsenmiş, fakat taksirden sözedilemek için de kanunî tarife uygun fiilin işlenebileceğinin öngörülme imkanının mevcut olması aranmıştır.

Bilindiği üzere, failin iradesi kasten işlenen suçlarda neticeye, taksirli suçlarda ise harekete yöneliktir. Gerek kanun tarafından konulan, gerekse ortak deneyimler ürünü olan kurallara iradi olarak riayetsizlik suretiyle dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranıldığı takdirde, bir takım zararlı neticelerin doğabileceği öngörülebiliyorsa taksir söz konusu olacaktır. Yapılan hareketin neticesi ortak tecrübeye göre öngörülemiyorsa ve hukuken de böyle bir yükümlülük getirilmemişse, taksirli hareketten söz edilemeyecek, “kaza” ya da “tesadüf” olarak adlandırılan bu hal sebebiyle cezai sorumluluk gündeme gelmeyecektir.

Diğer bir anlatımla; taksirle işlenen suçlarda icrai ya da ihmali hareketin iradi olması ve meydana gelen neticenin öngörülebilir olması gerekmekte olup, iradi bir davranış bulunmadığı takdirde taksirden bahsedilemeyeceği gibi, öngörülemeyecek bir sonucun gerçekleşmesi halinde de kaza ya da tesadüf söz konusu olacağından, failin taksirli suçtan sorumluluğuna gidilemeye- cektir. Öngörülebilme, belirli niteliklere sahip olan failin gerçekleştireceği hareketinin zararlı neticelerini tahmin edebilmesi imkanı olarak açıklanabilecek olup, öngörülebilme imkansız ise, kaza ve tesadüf söz konusu olacaktır.

Aslında öngörülebilirlik taksiri kaza ve tesadüften ayırdığı gibi, ayrıca bilinçli - bilinçsiz taksir ayrımında da önem arzetmektedir. 5237 Sayılı TCK’nun 22/3. fıkrasında ise bilinçli taksir; “kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi” şeklinde tanımlanmış ve bu halde taksirli suça dair cezanın üçte birden yarıya kadar arttırılacağı hüküm altına alınmıştır.

Buna göre, basit taksir ile bilinçli taksir arasındaki ayırıcı ölçüt; taksirde failin öngörülebilir nitelikteki neticeyi öngörememesi, bilinçli taksir halinde ise bu neticeyi öngörmüş olmasıdır. Bilinçli taksirde gerçekleşen sonuç, fail tarafından öngörüldüğü halde istenmemiştir. Gerçekten neticeyi öngördüğü halde, sırf şansına veya başka etkenlere, hatta kendi beceri veya bilgisine güvenerek hareket eden kimsenin hali, bunu öngörmemiş olan kimsenin hali ile bir tutulamayacağından ve neticeyi öngören kimse ne olursa olsun bu sonucu meydana getirecek harekette bulunmamakla yükümlü olduğundan, neticeyi öngöremeyen faile oranla yaptırımı ağırlaştırılarak cezasının artırılması öngörülmüştür. Özetle, öngörülebilir neticenin öngörülmemiş olması taksirin basit şekli, öngörülebilir neticenin öngörülmüş ancak istenmemiş olması hali ise bilinçli taksir olarak nitelenecek, neticenin istenmesi halinde ise kasıt gündeme gelecektir.

Taksirle işlenen suçlarda “neticenin öngörülebilirliği” şartı ile ilgili olarak Ceza Genel Kurulunun 12.10.2004 gün ve 163-194 Sayılı kararında; “Neticenin istenmemiş olması ( iradi olmaması ), taksirin önemli bir özelliğini oluşturmakta ve onu kasttan ayırmaktadır. Yine, neticenin öngörülebilir olması, taksirin başlıca şartını hatta sınırını oluşturur. Netice öngörülebilir değilse, bu gibi neticeleri doğurabilecek hareketlerde bulunmaktan çekinmesi kimseden doğal olarak istenemeyeceği için, ortada kusurluluk kalmaz ve artık bir kaza veya tesadüfün bulunduğundan söz edilir”; 11.05.2004 gün ve 97-115 Sayılı kararında da; “Neticenin öngörülebilmesi ( tahmin edilebilmesi ) ise failin hareketlerinin sonuçlarını tahmin edebilme yeteneğini ifade eder. Bu bakımdan failce neticenin öngörülebilir olup olmadığının belirlenmesi bakımından failin yaş, görgü, meslek vs. gibi niteliklerinin nazara alınmasını zorunlu kılar. Zira öngörülebilmenin imkansız olması durumunda taksirden değil, kaza ve tesadüflerden söz edilebilir.

Öngörebilme olanağının belirlenmesinde nasıl bir ölçüt uygulanacağı hususu uygulama ve öğretide de tartışılmış, failin kişisel niteliklerini gözönünde bulunduran subjektif görüş eğilim kazanmıştır. Bu görüşe göre failin görgüsü, sosyal seviyesi, yaşam tecrübesi, bedeni ve akli hali, zeka düzeyi gibi hususlar öngörme olanağının belirlenmesinde nazara alınacaktır” açıklamalarına yer verilmiştir.

Öğretide de; sonucun öngörülebilirliğinin, failin içinde bulunduğu, sosyal çevre, mensup olduğu meslek, eğitim durumu, ortak tecrübe, bilgi düzeyi ve failin kişisel özellikleri dikkate alınarak saptanması gerektiği, öngörülebilir sonucun, fiilen meydana gelen sonuç olmayıp, failin yaptığı iradi hareketin neden olabileceği benzer sonuçlar olduğu, fiilen oluşan sonucun sadece genel olarak öngörülebilir olması taksirin varlığı için yeterli olup, sonucun bütün inceliklerinin öngörülmesine gerek bulunmadığı görüşleri ileri sürülmüştür. ( Timur Demirbaş, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınları, 8. Bası, İstanbul, 2012, s. 358 vd.; Hamide Zafer, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Beta Yayımcılık, 3. Bası, İstanbul, 2013, s. 277; Mahmut Koca - İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınları, 6. Bası, Ankara, 2013, s.219; Hakan Hakeri, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, 15. Bası, Ankara, 2013, s.216 vd. )

Bu genel açıklamalardan sonra, Türk Ceza Kanununun taksirle yaralama ve taksirle öldürme suçlarına dair hükümleri ile Karayolları Trafik Kanununun konuyla ilgili düzenlemelerinin gözden geçirilmesi gerekmektedir.

5237 Sayılı TCK’nun “Taksirle yaralama” başlıklı 89. maddesi5237 Sayılı TCK’nun “Taksirle yaralama” başlıklı 89. maddesi; “ ( 1 ) Taksirle başkasının vücuduna acı veren veya sağlığının ya da algılama yeteneğinin bozulmasına neden olan kişi, üç aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır.

( 2 ) Taksirle yaralama fiili, mağdurun;

a- ) Duyularından veya organlarından birinin işlevinin sürekli zayıflamasına,

b- ) Vücudunda kemik kırılmasına,

c- ) Konuşmasında sürekli zorluğa,

d- ) Yüzünde sabit ize,

e- ) Yaşamını tehlikeye sokan bir duruma,

f- ) Gebe bir kadının çocuğunun vaktinden önce doğmasına,

Neden olmuşsa, birinci fıkraya göre belirlenen ceza, yarısı oranında artırılır.

( 3 ) Taksirle yaralama fiili, mağdurun;

a- ) İyileşmesi olanağı bulunmayan bir hastalığa veya bitkisel hayata girmesine,

b- ) Duyularından veya organlarından birinin işlevinin yitirilmesine,

c- ) Konuşma ya da çocuk yapma yeteneklerinin kaybolmasına,

d- ) Yüzünün sürekli değişikliğine,

e- ) Gebe bir kadının çocuğunun düşmesine,

Neden olmuşsa, birinci fıkraya göre belirlenen ceza, bir kat artırılır.

( 4 ) Fiilin birden fazla kişinin yaralanmasına neden olması hâlinde, altı aydan üç yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.

( 5 ) Taksirle yaralama suçunun soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlıdır. Ancak, birinci fıkra kapsamına giren yaralama hariç, suçun bilinçli taksirle işlenmesi halinde şikâyet aranmaz”,

“Taksirle öldürme” başlıklı 85. maddesi ise; “ ( 1 ) Taksirle bir insanın ölümüne neden olan kişi, iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

( 2 ) Fiil, birden fazla insanın ölümüne ya da bir veya birden fazla kişinin ölümü ile birlikte bir veya birden fazla kişinin yaralanmasına neden olmuş ise, kişi iki yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır”,

Şeklinde düzenlenmiştir.

2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununun “Tanımlar” başlıklı 3. maddesinde2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununun “Tanımlar” başlıklı 3. maddesinde trafik; yayaların, hayvanların ve araçların karayolları üzerindeki hal ve hareketleri olarak tanımlanmış, “Karayollarında trafiğin akışı” başlıklı 46. maddesinde sürücülerin, 81. maddesinde trafik kazalarına karışanların uymak zorunda olduğu kurallar hüküm altına alınmış ve anılan kurallara uymayanlar için idari para cezaları öngörülmüş, 68. maddesinde ise; “Yayaların uyacakları kurallar aşağıda belirtilmiştir.

a- ) Yayalar, aşağıda sayılan haller dışında, taşıt yolu bitişiğinde ve yakınında yaya yolu, banket veya alan varsa burada yürümek zorundadır.

1.Yönetmelikte belirtilen tedbirler alınmak şartı ile diğer yayalar için ciddi rahatsızlık verecek boyutta eşyaları iten veya taşıyan kişiler ile, taşıt yolunun en sağ şeridinden fazla kısmını işgal etmemek, gece ve gündüz görüşün az olduğu hallerde de imkan oranında tek sıra halinde yürümek şartı ile bir yetkili veya görevli yönetiminde düzenli şekilde yürüyen yaya kafileleri taşıt yolu üzerinde yürüyebilirler.

2.Yayaların yürümesine ayrılmış kısımların kullanılmasının mümkün olmaması veya bulunmaması hallerinde yayalar, bisiklet trafiğine engel olmamak şartı ile bisiklet yolunda bisiklet yolu yoksa taşıt yolu üzerinde, imkan oranında taşıt yolu kenarına yakın olmak şartı ile yürüyebilirler.

3.Her iki tarafında, yaya yolu ve banket bulunmayan veya kullanılır durumda olmayan iki yönlü trafiğin kullanıldığı karayollarında yaya kafileleri dışındaki yayalar, taşıt yolunun sol kenarını izlemek zorundadır.

b- ) Taşıt yolunun karşı tarafına geçmek isteyen yayaların taşıt yolunu, yaya ve okul geçidi ile kavşak giriş ve çıkışları dışında herhangi bir yerden geçmeleri yasaktır.

Yayalar, bu yerlerden geçerken;

1.Yaya ve okul geçitlerinin bulunduğu yerlerde, geçitte yayalar için ışıklı işaret varsa bu işaretlere uymak,

2.Geçitte yayalar için ışıklı işaret yoksa ve geçit sadece taşıt trafiği ışıklı işareti veya yetkili kişi tarafından yönetiliyorsa geçecekleri doğrultu açıldıktan sonra taşıt yoluna girmek,

3.Işıklı işaret veya yetkili kişilerin bulunmadığı geçitlerde veya kavşaklarda güvenlikleri açısından yaklaşan araçların uzaklık ve hızını göz önüne almak,

Zorundadırlar.

Ancak, yüz metre kadar mesafede yaya geçidi veya kavşak bulunmayan yerlerde yayalar, taşıt trafiği için bir engel teşkil etmemek şartı ile ve yolu kontrol ederek kendi güvenliklerini sağladıktan sonra en kısa doğrultuda ve en kısa zamanda taşıt yolunu geçebilirler.

c- ) Yaya yollarında, geçitlerde veya zorunlu hallerde taşıt yolu üzerinde bulunan yayaların, trafiği engelleyecek veya tehlikeye düşürecek şekilde davranışlarda bulunmaları veya buraları saygısızca kullanmaları yasaktır.

Bu madde hükümlerine uymayan yayalar 1.800.000 lira para cezası ile cezalandırılırlar” şeklindeki hükme yer verilerek yayaların uyacakları kurallar belirlenmiştir.

Karayolları Trafik Yönetmeliğinin “Karayollarında trafiğin akışı ve karayolunun kullanılması” başlıklı 94. maddesinde; “Karayollarında trafik sağdan akar.

Aksine bir hüküm veya işaret bulunmadıkça karayollarında;

…C ) Yayalar;

Bu Yönetmeliğin 95. maddesinde sayılan hal ve şartlar dışında;

a- ) Taşıt yolu bitişiğindeki ve yakınındaki yaya yolu, banket ve alanlarda yürümek, buralarda ve mecburi hallerde taşıt yolunda yürüme halinde bu Yönetmeliğin 138. maddesindeki şartlara uymak,

b- ) Taşıt yolunun karşı tarafına; yaya ve okul geçitleri ile kavşak giriş ve çıkışlarından, bunların bulunmadığı yerlerde ise, şartlarına uyulmak suretiyle taşıt yolunun uygun kısımlarından geçmek,

c- ) Yaya ve okul geçitlerinden geçerken, geçidin sağ bölümünden yürümek,

Zorundadırlar”,

“Trafik İşaretlerine Uyma” başlıklı 95. maddesinde; “Araç ve hayvan sürücüleri ile yayalar yolu kullanırken;

a- ) Trafiği düzenleme ve denetlemeye yetkili üniformalı veya özel işaret taşıyan görevlilerin uyarı ve işaretlerine,

b- ) Işıklı ve sesli trafik işaretlerine,

c- ) Trafik işaret levhaları, tertipleri ve yer işaretlemelerine,

d- ) Trafik güvenliği ve düzeni ile ilgili olarak Karayolları Trafik Kanununda ve Karayolları Trafik Yönetmeliğinde gösterilen diğer kural, yasak, zorunluluk ve yükümlülüklere,

Uymak zorundadırlar.

Bunlara uymadaki öncelik yukarıda yapılan sıralamaya göredir”,

“Yayalar” başlıklı 138. maddesinde; “Yayaların uyacakları kurallar aşağıda belirtilmiştir.

a- ) Yayalar taşıt yolu bitişiğinde veya yakınında yaya yolu, banket veya alan varsa buralardan yürümek, her iki tarafında banket bulunan ve kullanılabilir durumda olan yollarda kendi gidiş yönüne göre sol bankette yürümek zorundadırlar.

Ancak;

1- ) Diğer yayalar için ciddi rahatsızlık ve tehlike verecek boyut veya biçimde eşya iten veya taşıyan kişiler, taşıt yolunun en sağ şeridinde mümkün olan en az kısmı işgal etmek, araçların ilerlemelerine engel olmamak, çarpmayı önleyici ve uyarıcı tedbirleri almak şartıyla taşıt yolu üzerinde yürüyebilirler.

2- ) Bir yetkili veya görevli yönetiminde düzenli şekilde yürüyen yaya kafileleri taşıt yolunun en sağ şeridinden fazla kısmını işgal etmemek, gece ve gündüz görüşün az olduğu hallerde imkan oranında tek sıra halinde yürümek, araçların hareketlerini engellememek ve güçleştirmemek, çarpmayı önleyici ve uyarıcı tedbirleri almak şartıyla taşıt yolu üzerinde yürüyebilirler.

3- ) Yayaların yürümesine ayrılmış kısımların kullanılmasının mümkün olmaması veya mevcut bulunmaması halinde, bisiklet yolu varsa bisiklet trafiğine engel olmamak şartıyla bisiklet yolunda, bisiklet yolu yoksa imkan oranında taşıt yolu kenarına yakın olmak şartıyla taşıt yolu üzerinde yürüyebilirler.

4- ) Her iki tarafında yaya yolu ve banket bulunmayan veya kullanılır durumda olmayan iki yönlü yollarda yaya kafileleri taşıt yolunun sağ kenarında diğer yayalar gidişlerine göre taşıt yolunun sol kenarında yürümek zorundadırlar.

b- ) Karşıdan karşıya geçişler;

Taşıt yolunun karşı tarafına geçmek isteyen yayalar, taşıt yolunu yaya ve okul geçidiyle kavşak giriş ve çıkışlarından geçmek zorundadırlar.

1- ) Yaya ve okul geçitlerinin bulunduğu yerlerde yayalar için ışıklı işaret varsa bu işaretlere uymak,

2- ) Geçitte yayalar için ışıklı işaret yoksa ve geçit sadece taşıt trafiği ışıklı işareti veya yetkili kişi tarafından yönetiliyorsa, geçecekleri doğrultu açıldıktan sonra taşıt yoluna girmek,

3- ) Işıklı işaret veya yetkili kişilerin bulunmadığı geçitlerde veya kavşaklarda güvenlikleri açısından yaklaşan araçların uzaklık ve hızını göz önüne alarak uygun zamanda geçmek,

Zorundadırlar.

Ancak, 100 metre kadar mesafede yaya geçidi, okul geçidi veya kavşak bulunmayan yerlerde yayalar, taşıt trafiği için bir zorluk veya engel yaratmamak şartıyla ve yoldan gelen taşıtların uzaklık ve hızını kontrol ederek kendi güvenliklerini sağladıktan sonra en kısa doğrultuda ve en kısa zamanda taşıt yolunu geçebilirler.

Yollarda güvenli geçiş, önce sola sonra sağa bakılarak sakınca yoksa taşıt yoluna girmek, geçiş sırasında sola ve sağa bakılarak yürüyüşe devam etmek, taşıt yoluna girmeden güvenle duramayacak kadar yaklaşmış taşıtlar varsa ilk geçiş hakkını onlara verip geçişlerini beklemek suretiyle yapılır.

Yayalar için özel olarak yapılmış alt veya üst geçit, yaya köprüsü veya yaya tüneli gibi tesisler varsa yayalar buralardan yararlanmak zorundadırlar.

c- ) Yaya yolu bulunmayan yollarda yürümek zorunda kalan yayalar, araç sürücülerine karşı görünürlüklerini sağlamak, can güvenliklerini daha olumlu yönde artırmaları için alaca karanlık ve gece karanlığında üzerlerinde reflektif aksesuar bulundurmak, uyarıcı açık renk elbise giymek veya ışık taşımak gibi tedbirleri almak zorundadırlar.

d- ) Yaya yollarında, geçitlerde veya mecburi hallerde taşıt yolu üzerinde bulunan yayaların, trafiği engelleyecek, tehlikeye düşürecek davranışlarda bulunmaları, dikkatsiz hareket etmeleri, oynamaları veya bu yerleri saygısızca kullanmaları yasaktır” ,

Şeklinde düzenlemelere yer verilmiştir.

Görüldüğü gibi, ne Karayolları Trafik Kanunu ne de Karayolları Trafik Yönetmeliğinin münhasıran taşıtlara özgülenen kurallardan ibaret olduğu söylenemeyecektir. Zira kanunda bizzat “yayaların, hayvanların ve araçların karayolları üzerindeki hal ve hareketleri” olarak tanımlanan trafiğin tüm unsurlarının sorumlulukları ile ilgili düzenlemeler ayrıntılı bir şekilde öngörülmüştür. Belirtilen kanun ve yönetmeliğin amacı, karayollarında can ve mal güvenliği yönünden trafik düzenini sağlamak ve trafik güvenliğini ilgilendiren tüm konularda alınacak önlemleri belirlemek olduğundan, bu hükümler sadece yayaların güvenliği için değil, tüm trafik güvenliğini ve düzenini sağlamak için kabul edilmiştir. Yayaların karşıdan karşıya nereden ve nasıl geçecekleri, karayollarında nasıl hareket edecekleri, ilk geçiş hakkının kime ait olduğu gibi hususlar kanuni düzenleme ile açıklanmak suretiyle yayalar da dahil olmak üzere herkesin uymakla yükümlü olduğu hükümler oluşturulmuştur. Bu kapsamda, trafikte kazaya karışmış olan kişinin ceza hukuku bakımından sorumluluğundan söz edilebilmesi için karayolu trafiği için belirlenmiş olan bu kurallardan en az birini ihlal etmiş olması gerekmektedir.

Diğer taraftan, 5237 Sayılı TCK’nun “Taksirle öldürme” başlıklı 85,”Taksirle yaralama” başlıklı 89. maddelerindeki hükümler, münhasıran nakil vasıtaları ile işlenen ya da araç sürücüleri tarafından gerçekleştirilen eylemler için kabul edilmediğinden fail herkes olabilecektir. Nitekim 85. maddede; “Taksirle bir insanın ölümüne neden olan kişi…”, 89. maddede ise; “Taksirle başkasının … neden olan kişi” denmek suretiyle, bu suçun herkes tarafından işlenebileceği kabul edilmiş ve failin herkes olabileceği ortaya konulmuştur. Bu hükümlerde belirli niteliklere sahip faile özgülenmiş suç tipi düzenlenmediğinden, bahse konu suçların münhasıran nakil vasıtaları ile işlenebileceği ya da sadece araç sürücülerinin gerçekleştirdiği eylemlerin taksirle yaralama ya da öldürme suçlarını oluşturacağı ileri sürülemeyecek, kategorik şekilde yayaların bu suçların faili olamayacaklarına dair ön kabul de isabetli olmayacaktır.

Kendileri için öngörülen trafik kurallarına uymamak suretiyle kusurlu hareket eden yayalar çoğunlukla bizatihi suçtan zarar görmüş oldukları için, örneğin kusurlu olan yayanın hareketi sonucunda kendi ölümü gerçekleştiği ya da ağır şekilde yaralandığı için yayaların sanık olarak yargılandığı uygulamaların sayıca az olduğu görülmektedir. Ancak bu durum, kusurlu hareket eden ve davranışı sonucunda başkalarının zararına neden olan yayanın taksirle öldürme ya da taksirle yaralama suçlarının fail olamayacağı anlamına gelmemektedir. Sürücü ya da yayanın, kurallara aykırı hareket ettiğinde bir trafik kazasının meydana gelebileceğini tahmin etme imkanının bulunduğu hallerde öngörülebilirlik şartının gerçekleştiği ve buna bağlı olarak kişinin taksirli hareketinden dolayı sorumlu olması gerektiği kabul edilmelidir.

Nitekim 5237 Sayılı TCK’nun 22. maddesinin gerekçesinde de açıkça; “…bir trafik kazasında sürücü ile yaya veya her iki sürücü de taksirle hareket etmiş olabilir. Bu gibi durumlarda neticenin oluşumu açısından her kişinin taksirli fiili dolayısıyla kusurluluğu bir diğerinden bağımsız olarak belirlenmelidir…” denilmek suretiyle meydana gelen trafik kazalarında yayaların da taksirle hareket edebilecekleri belirtilmiştir.

Kaldı ki, taksirli suçlarda öngörülebilir sonucun tüm detaylarının öngörülmesi ya da öngörülebilir olması da şart değildir, yayanın trafik kurallarını ihlal etmek suretiyle aniden yola çıkması halinde bir aracın ona çarpabileceği ya da çarpmamak için direksiyonu kırması sebebiyle trafik düzeninin bozulabileceği, böylelikle de başkalarının hayatı ve vücut bütünlüğüne yönelik olarak yaralanma ya da ölüm olayının gerçekleşebileceği herkes için öngörülebilir bir durumdur. Gerçekleşen neticenin bütün ayrıntı ve inceliklerinin tahmin edilebilir olmasına gerek bulunmayıp, sonucun genel olarak öngörülebilir olması taksirin varlığı için yeterlidir. Bunun yanında yayaların zarara uğrama ihtimalinin daha yüksek olması, araç yoluna kontrolsüz giren yayanın başkalarına zarar vermek suretiyle tehlikeye neden olacağının öngörülebilir olması gerçeğini değiştirmeyecektir.

Benzer uyuşmazlık, 765 Sayılı Türk Ceza Kanununun yürürlükte olduğu dönemde Ceza Genel Kurulu kararlarına konu olmuş, 13.12.1993 gün 221-317 Sayılı kararda taksirle ölüme ya da yaralanmaya neden olma suçlarında taksirin önceden öngörülebilir olma şartı gerçekleşmediğinden yayaların ceza sorumluluklarının bulunmadığı kabul edilmişken, 21.10.1997 gün ve 99-202 Sayılı kararda ise yayaların ceza sorumluluğunun bulunduğu kabul edilerek önceki karardan dönülmüştür.

Öte yandan, yayaların trafik kurallarına uymamaları sebebiyle idari para cezası ile cezalandırılmalarının hüküm altına alınmış olması, 85 veya 89. maddeleri ile cezalandırılmalarına engel teşkil etmemektedir. Trafik kurallarına uymama sebebiyle idari para cezası ile cezalandırılabilir olma durumu araç sürücüleri için de söz konusu olduğundan bu hususun cezai sorumluluk ile karıştırılmaması gerekir.

Nitekim Ceza Genel Kurulunun 18.02.2014 gün ve 10-80 Sayılı kararında da aynı sonuca ulaşılmıştır.

Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;

Taksirle öldürme ve yaralama suçları herkes tarafından işlenebilecek suçlardan olup kategorik olarak yayaların bu suçların faili olamayacakları söylenemez. Dolayısıyla trafik kazalarında sürücüler gibi yayaların da kendileri için öngörülen tafik kurallarına uymamak suretiyle kusurlu hareket ederek başkasının yaralanmasına veya ölümüne neden olması durumunda taksirli ilgili suçtan cezalandırılması mümkündür. Bu sebeple Özel Dairece yaya olan sanığın kusuruyla sebebiyet verdiği trafik kazasında sadece tazminat sorumluluğu bulunup ceza sorumluluğunun olamayacağının kabulünde isabet bulunmamaktadır.

Bu itibarla, haklı nedene dayanan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Daire onama kararının kaldırılmasına, yerel mahkeme hükmünün ulaşılan bu sonuç ile birlikte esasının incelenmesi için dosyanın Özel Daireye gönderilmesine karar verilmelidir.

Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyesi …; “Bir kişinin yaralanması ile sonuçlanan trafik kazasında tali kusurlu olduğu tespit edilen sanığın yaya olması ve herhangi bir trafik aracını kullanmaması nedeniyle, taksirle yaralamaya neden olma suçundan cezai sorumluluğunun bulunup bulunmadığının belirlenmesine dair uyuşmazlık konusunda;

69 promil alkollü mağdur sürücü … yönetimindeki otomobil ile gece vakti, orta refüj ile bölünmüş, tek yönlü, meskun mahal yolda seyrederek olay mahalline geldiğinde, seyir yönüne göre sağ tarafından kaplama, yola girip, yaya geçidini kullanarak, yolun karşısına geçmekte olan, 238 promil alkollü sanık yaya …‘ye çarpmamak için direksiyonu kırdığında, başka bir araca çarpması sonucu, mağdur sürücünün basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek şekilde yaralandığı olayda, sanık yaya hakkında kamu davası açılmış ve yapılan yargılama sonunda sanığın beraatine karar verilmiştir.

Taksir, istisnai bir kusurluluk şeklidir. Toplumsal yaşamda belli faaliyetlerde bulunan kimselerin başkalarına zarar vermemek için bir takım önlemler alma ve bazı davranış kurallarına uyma zorunlulukları bulunmaktadır. Bu kurallar toplum olarak yaşama zorunluluğundan doğabileceği gibi, Devletin müdahalesiyle de ortaya çıkabilmektedir. Taksirli suç bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirir. Fail, tedbirli ve öngörülü davranmamış olduğu için cezalandırılır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme olanak ve ödevinin varlığına rağmen sonuca iradi bir hareketle neden olmak olup Türk Ceza Kanununun 22/2. maddesi ‘Taksir, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi’ olarak tanımlamaktadır.

Yayanın karşıdan karşıya geçerken kendisine motorlu bir vasıtanın çarpacağı ve bu vasıtada bulunanların yaralanacağını öngörebilmesinin kabulü toplumda yaygın olan ortak düşünceye aykırıdır. Yayaların motorlu taşıt sürücülerine zarar vereceklerini, bu sebeple daha fazla basiretli davranmaları gerektiğini bildikleri ve cezalandırılmaları gerektiği kabul edilemez. İntihar etmek için kendisini hızla gelen otomobilin altına atan ve kazaya neden olan şahsın amacı, kendi yaşamına son vermek olup sürücünün yaralanabileceğini de önceden görebileceği söylenemez. Bu sebeple taksirin ‘neticenin öngörülebilmesi’ unsuru bu gibi olaylarda gerçekleşmemiştir.

2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununun 46-67. maddelerinde2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununun 46-67. maddelerinde sürücülerin uyacakları kurallar, 68-70. maddelerde ise yayalar, hayvanla çekilen veya elle sürülen araçlarla hayvan sürücülerinin ve yarışlar hakkında kurallar düzenlenmiştir. Yayalarla ilgili düzenlemelerde uyacakları kurallar belirtilmiş, ışıklı işaret veya yetkili kişilerin bulunmadığı geçitlerde veya kavşaklarda güvenlikleri açısından araçların uzaklık ve hızını göz önüne almaları, yolu kontrol ederek kendi güvenliklerini sağladıktan sonra, en kısa zamanda taşıt yolunu geçebilecekleri hükme bağlanmıştır. Belirtilen kurallara uymayanlar hakkında ise idari para cezasına hükmolunacaktır. Kanun koyucu tarafından da yayanın kendi can güvenliğini sağlaması için bir takım kurallar konulmuş, trafik kazaları ile ilgili 81. madde vd. maddelerinde sadece sürücülerden bahsedilmiş, yayaların motorlu taşıt sürücülerine veya başkalarına verebilecekleri zararlardan dolayı cezai sorumlulukları yönüne gidilmemiştir. Ayrıca ister kasdi, isterse taksirli olsun, bir fiilin cezalandırılabilmesi için uygunluk, elverişlilik, yeterlilik koşulları gerçekleşmelidir. Bir yayanın motorlu taşıt vasıtasına çarpmasında bu koşulların gerçekleştiği öne sürülemez. Örneğin bir yayanın otobüse çarpması halinde meydana gelen kazada otobüs içindekilerin ölmesinde veya yaralanmasında, aranılan bu yeterlilik, elverişlilik ve uygunluk koşulları yoktur. Bu sebeple trafik kazasına karışan yayanın 85 veya 89. maddeleri gereğince cezalandırılması, ceza hukukunun vurgulanan bu temel kriterlerine aykırıdır.

Bir olayda hukuki sorumluluk ile cezai sorumluluk farklı olup, taksirli cezai sorumluluk daha dar olarak düzenlenmiş ve bunun çerçevesi TCK’nın 22 . maddesinde çizilmiştir. Trafik kazasında yayanın hukuki sorumluluğunun bulunması, cezai yönden de sorumlu olmasını gerektirmez. Yayanın kusurlu olması, yeni Türk Ceza Kanunu uygulamasında sürücünün cezasının belirlenmesinde ve hakkında lehe hükümlerin uygulanmasında nazara alınıp adaletli bir cezalandırma sağlanmaya çalışılmaktadır.

Yayaların kusurlu olmaları tazmini sorumluluğu gerektirir. Meydana gelen kazadan dolayı cezai sorumluluğun var olduğu kabul edilemez,

Yayanın sanık olarak yargılanamayacağını ifade ederken, kastettiğimiz karayolu ulaşımında trafik kazasına karışan araç ile yolda yürümekte olan insanın çarpışan veya çarpışma ile karşı karşıya kalan kişi olması halidir. Aracını yol kenarına bırakıp giden kişi bu eyleminden zararlı bir sonuç doğduğunda’ kusurlu olması halinde tabi ki sanık olarak yargılanabilecektir. Yine hayvan sürüsünü otobana çıkaran karşıdan karşıya geçirmek isteyen kişi elverişlilik ve yeterlilik koşulları taşıyan, kazaya neden olan sürü sahibi olarak, elbette ki sorumlu ve kusurludur. Çünkü dikkat ve özen yükümlülüğüne uymamanın meydana getirdiği netice dolayısıyla kişinin kusuru mevcuttur.

Yayaların katıldıkları trafik kazalarında kusuru olan yayanın sanık olması, işin içinden çıkılmaz bir uygulama olarak karşımıza çıkacaktır. Her gün örneklerini gördüğümüz, okul çıkışında çocukların, köy yolu kenarında yürüyen yayaların hastaneden çıkan hasta yakınları ve hastalar gibi kişilerin kazaya sebebiyet vermeleri halinde binlercesinin sanık olması sonucunu doğurur ki bunun pratikte uygulaması düşünüldüğünde karmaşık bir sorunlar yumağı oluşturacağı anlaşılacaktır.

Trafik kazasına sebep olan sürücü ve yaya eşit kusurlu olduğu bir olayda meydana gelen ölümün aracın çarpması sonucu mu ya da yayanın çarpması sonucu mu meydana geldiği düşünüldüğünde aracın çarptığının kabulü gerekeceği ve neticeyi oluşturanın yaya olmadığı açıktır. Görüldüğü gibi elverişlilik olma bakamından da yayanın hareketi, sonucu meydana getirmeye elverişli değildir.

Yayanın sanık olarak kabul edilemeyeceğini söylerken, yayanın hiç sorumlu olmadığını düşünmüyoruz. Kusuru oranında maddi ve manevi tazminattan sorumludur.

Benzer uyuşmazlıklarla ilgili Yüksek Yargıtay Ceza Genel Kurulunun yayaların sanık olamayacağı yönünde birden fazla kararı olduğu gibi sanık olabileceğine dair de kararları vardır.

Bu nedenlerden dolayı daire kararının yerinde olup Yargıtay C.Başsavcılığının itirazının reddine karar verilmesi gerektiği düşüncesiyle çoğunluk görüşüne muhalifim” düşüncesiyle karşı oy kullanmıştır.

SONUÇ : Açıklanan nedenlerle;

1- ) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,

2- ) Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 02.05.2013 gün ve 27861-12220 Sayılı onama kararının KALDIRILMASINA,

3- ) Yerel mahkeme hükmünün ulaşılan bu sonuç ile birlikte esasının incelenmesi için dosyanın Özel Daireye gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 09.02.2016 tarihnde yapılan müzakerede oyçokluğuyla karar verildi.


YARGITAY CEZA GENEL KURULU Esas: 2014/12-202 Karar: 2015/271 Tarih: 15.09.2015

  • TCK 22. Madde

  • Taksir

Taksirle ölüme neden olma suçundan sanığın, 5237 sayılı 85 /1, gereğince dört yıl iki ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına, sürücü belgesinin bir yıl süreyle geri alınmasına ve mahsuba ilişkin, Adana 9. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 30.03.2010 gün ve 694-377 sayılı hükmün, sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 21.02.2013 gün ve 13782-4073 sayı ile;

“… Sair temyiz itirazlarının reddine, ancak;

İki sınır arasında temel ceza belirlenirken suçun işleniş şekli, meydana gelen zararın ağırlığı, failin taksire dayalı kusurunun yoğunluğu da nazara alınarak, adalet ve hakkaniyet kurallarına uygun bir cezaya hükmedilmesi gerektiği gözetilmeden, alt sınırdan çok fazla uzaklaşılmak suretiyle ceza tayini…”,

İsabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.

Adana 9. Asliye Ceza Mahkemesi ise 05.09.2013 gün ve 362-619 sayı ile;

“… Yargıtay, hükmü iki sınır arasında temel ceza belirlenirken alt sınırdan çok fazla uzaklaşılmış olduğunu gerekçe göstererek bozmuş ise de, olayın oluş şekli, meydana gelen zararın ağırlığı ve sanığın tam kusurlu bulunması göz önünde bulundurulduğunda, kanunun hâkime tanıdığı sınırlar içerisinde hem de en yüksek olmayan ölçüde cezanın belirlenmesinin, adalet ve hakkaniyet kurallarına uygun olduğu…”,

Gerekçesiyle önceki hükmünde direnmiştir.

Direnme hükmünün sanık tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 30.03.2014 tarih, 365679 sayı ve “bozma” istekli tebliğnamesiyle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır:

KARAR : Özel Daire ile yerel mahkeme arasında oluşan ve çözülmesi gereken uyuşmazlık; iki yıldan altı yıla kadar hapis cezasını gerektiren taksirle bir kişinin ölümüne sebebiyet verme suçundan sanık hakkındaki temel cezanın beş yıl olarak belirlenmesinin isabetli olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.

İncelenen dosya kapsamından;

Olay günü saat yirmi sıralarında, sevk ve idaresindeki kamyonetle, meskûn mahalde, onbir metre genişliğinde, çift yönlü, aydınlatması mevcut olan, hafif virajlı, eğimsiz, zemini kuru ve asfalt kaplama, ancak herhangi bir şerit izi veya trafik işaret ya da levhası olmayan yolda seyir halinde bulunan sanığın, önündeki bir aracı geçmeye çalıştığı sırada, karşı yönden gelen araçlara ayrılan bölüme girip, kendi şeridinde seyretmekte olan motosiklete çarparak motosiklet sürücüsünün ölümüne sebebiyet verdiği,

Trafik kazası tespit tutanağında; motosiklet sürücüsü ölenin yetersiz sürücü belgesine sahip olduğu, sanığın çarpmadan önce üç metre fren yaptığı, sonrasında sekiz metrelik frenle sağa doğru yönelerek durduğu bilgilerine yer verildiği,

Yerel mahkemece yapılan keşifte hazır bulunan trafik polisi bilirkişinin; sanığın şerit ihlali yaparak karşı yönden gelen araçlara ayrılan şeridin yaklaşık birbuçuk metrelik kısmını işgal etmesi, aracının hızını yük ve teknik özellikleri ile hava, yol, görüş ve trafik durumunun gerektirdiği şartlara uydurmaması nedeniyle tam kusurlu olduğunu ifade ettiği,

Adli Tıp Kurumu Ankara Grup Başkanlığınca düzenlenen raporda; sanığın meskûn mahalde, gece vakti, aydınlatması mevcut, iki yönlü hafif virajlı yolda, önünde seyir halinde olan aracı kontrolsüzce geçişi sırasında, karşı istikametten gelen araçlara ayrılan şeride girip, kendi şeridinde nizami bir şekilde seyreden motosiklete çarpması neticesinde meydana gelen kazada dikkatsiz, tedbirsiz ve kurallara aykırı davranışı nedeniyle asli kusurlu olduğu, ölenin ise herhangi bir kusuru bulunmadığının belirtildiği,

Yerel mahkemece; “suçun işleniş biçimi, işlendiği yer ve zaman ile sanığın taksirinin yoğunluğu” gerekçe gösterilerek temel ceza beş yıl olarak tayin edilip, “sanığın duruşmadaki tutum ve davranışları” lehine kabul edilerek takdiri indirim hükümlerinin uygulandığı, ancak “suçun işlenmesindeki özellikler, sanığın kusur yoğunluğu, kişiliği, cezanın caydırıcılığı” göz önünde bulundurularak hapis cezasının adli para cezasına çevrilmediği,

B sınıfı sürücü belgesine sahip olan ve şoför olarak çalışan sanığın sabıkalı olmadığı, soruşturma aşamasında tutuklandığı, yaklaşık üç ay tutuklu kaldıktan sonra tahliye edildiği, dosyaya herhangi bir olumsuz tavır veya davranışının yansıtılmadığı,

Anlaşılmaktadır.

Sanık kollukta; olay akşamı sevk ve idaresindeki kamyonetle seyir halinde olduğunu, önündeki aracı solladığı sırada karşıdan hızla gelen motosikleti gördüğünü, çarpmamak için sağa kaçmaya çalıştığını, buna rağmen motosikletle çarpıştığını, motosiklet sürücüsünün yere düştüğünü, aracını durdurup ambulans çağırdığını dile getirmiş,

Sorguda; sevk ve idaresindeki kamyonetle seyir halinde bulunduğunu, yolun sağında park halindeki kamyonu geçmek istediği sırada karşı yönden motosikletin süratli bir biçimde geldiğini gördüğünü, motosiklet sürücüsünün kendisini görünce paniğe kapıldığını, fren yapıp kaydığını, kendisinin de frene basarak sağa doğru kaçmak istediğini ancak kurtaramadığını, motosikletin, kamyonetin sol ön kısmına çarptığını, motosiklet sürücüsünün yere düştüğünü, hemen araçtan inip ambulans çağırdığını, park halindeki kamyon sürücüsünün polis gelmeden önce aracına binip gittiğini beyan etmiş,

Duruşmada ise; önünde bulunan kamyonun sağ tarafa doğru park etmekte olduğunu, kamyonu sollamak istediğini, park eden kamyonun yarısına kadar vardığında bir motosikletin yolun karşısından hızla geldiğini, kaçmak istediğini ancak kaçamadığını, sollamaya geçmeden önce yolun virajlı olması nedeniyle motosikleti göremediğini savunmuştur.

Uyuşmazlık konusunda isabetli bir hukuki çözüme ulaşılması bakımından, öncelikle taksir ve unsurları üzerinde durulması gerekmektedir.

Kural olarak suç yalnızca kastla işlenebilir. Ancak yasada açıkça gösterilen hallerde taksirle de işlenebileceği kabul edilmiştir. Failin cezalandırılabilmesi için, kanunda açık bir düzenleme bulunmasının zorunlu olduğu istisnai bir kusurluluk şekli olan taksir, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 22. maddesinin ikinci fıkrasında; “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla bir davranışın, suçun yasal tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi” şeklinde açıklanmıştır.

Arapça “kusur” kökünden türetilmiş bulunan taksir; kısaltma, bir işi eksik yapma, bir şeyi yapabilirken çekinip yapmama, kusur etme, kabahat ve günah anlamlarına gelmektedir. ( Kayıhan İçel, Ceza Hukukunda Taksirden Doğan Sübjektif Sorumluluk, Cezaevi Matbaası, İstanbul 1967, s. 22 ) Hukuki anlamda ise; neticenin fail tarafından öngörülebilir olduğu halde öngörülmemesi şeklinde ortaya çıkabileceği gibi, öngörüldüğü halde istenmemesi biçiminde de gerçekleşebileceği ifade edilmektedir. ( Mehmet Emin Artuk-Ahmet Gökcen-Ahmet Caner Yenidünya, Türk Ceza Kanunu Şerhi, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 2. Baskı, c. 1, s. 590 )

Öğreti ve yargısal kararlarda da; “failin suç tipindeki neticeye yönelik kast içerisinde olmadan, fakat zorunlu olduğu özeni gösterdiği takdirde neticenin meydana gelmesi mümkün bulunmayan hallerde, tespit edilmiş suç tipini hukuka aykırı olarak ihlal etmesi; bir kimsenin dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranmak suretiyle, istemediği ve fakat öngörülebilir bir neticeyi gerçekleştirmesi” biçiminde tanımlanmıştır. ( Ayhan Önder, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Beta Yayınevi, İstanbul 1992, c. 2, s. 336; Turan Tufan Yüce, Türk Ceza Hukuku Temel Kavramları, Turhan Kitapevi, Ankara 1984, s. 59; Faruk Erem, Türk Ceza Kanunu Şerhi, Seçkin Yayınevi, Ankara 1993, c. 1, s. 508; Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, Ankara 2015, 8. Baskı, s. 172-173; Mehmet Emin Artuk-Ahmet Gökcen-Ahmet Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 8. Baskı, s. 318; Hamide Zafer, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Beta Yayınevi, İstanbul 2015, 4. Baskı, s. 254; Hakan Hakeri, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara 2015, 18. Baskı, s. 251 )

Suçun manevi unsurlarından olan kast gibi taksirde de birlikte yaşamanın getirdiği kurallara uyulmaması söz konusudur. Toplumsal hayatta belli faaliyetlerde bulunan kişilerin başkalarına zarar vermemek için bir takım önlemler alma ve bazı davranış kurallarına uyma zorunlulukları bulunmaktadır. Bu kurallar birlikte yaşama mecburiyetinden doğabileceği gibi, Devletin müdahalesiyle de ortaya çıkabilmektedir. Taksirli suç, bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirir. Taksirli suçta fail; dikkatli, tedbirli ve öngörülü davranmamış olduğu için ceza yaptırımı ile karşılaşır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme imkân ve ödevinin varlığına rağmen, sonuca iradi bir hareketle sebep olmaktan kaynaklanmaktadır.

Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 18.11.2014 gün ve 179-499; 18.02.2014 gün ve 10- 80; 25.03.2008 gün ve 43-62; 01.02.2005 gün ve 213-3; 23.03.2004 gün ve 12-68; 09.10.2001 gün ve 181-204 ile 21.10.1997 gün ve 99-202 sayılı kararlarında açıkça vurgulandığı ve öğreti ile uygulamada da kabul edildiği üzere taksirin unsurları;

1- Taksirle işlenebilen bir suç olması,

2- Hareketin iradiliği,

3- Neticenin iradi olmaması,

4- Hareketle netice arasında nedensellik bağının bulunması,

5- Sonucun öngörülebilir olmasına rağmen öngörülmemiş olması,

Şeklinde kabul edilmektedir.

Taksirli suçlarda da gerek icrai, gerekse ihmali hareketlerin iradi ve meydana gelen sonucun öngörülebilir olması, bunun yanında hareketle netice arasında illiyet bağı bulunması gerekmektedir. Olayda iradi bir davranışın bulunmaması halinde taksirden sözedilemeyecek, öngörülemeyen neticenin gerçekleşmesi durumunda da failin taksirli suçtan sorumluluğuna gidilemeyecektir.

Taksirli hareket ile meydana gelen netice arasında illiyet bağı bulunmaması halinde fail bu sonuçtan sorumlu tutulamayacaktır Neticenin gerçekleşmesinde, mağdur veya başka bir kişinin taksirli davranışının da etkili olması durumunda, diğer taksirli davranış nedensellik bağını kesmediği sürece bu durum failin sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağı gibi, taksirin vasfını da değiştirmeyecektir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda taksirle işlenebilen suçlarda kusurun derecelendirilmesi suretiyle herhangi bir ceza indirimi söz konusu olmadığından, bu hal ancak temel cezanın belirlenmesinde dikkate alınabilecektir.

Bu açıklamalardan sonra, taksir ve taksirle ölüme neden olma suçuyla ilgili hükümler de gözden geçirilmelidir.

TCK’nun 22. maddesi;

1 ) Taksirle işlenen fiiller, kanunun açıkça belirttiği hâllerde cezalandırılır.

2 ) Taksir, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanunî tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir.

3 ) Kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi hâlinde bilinçli taksir vardır; bu hâlde taksirli suça ilişkin ceza üçte birden yarısına kadar artırılır.

4 ) Taksirle işlenen suçtan dolayı verilecek olan ceza failin kusuruna göre belirlenir.

5 ) Birden fazla kişinin taksirle işlediği suçlarda, herkes kendi kusurundan dolayı sorumlu olur. Her failin cezası kusuruna göre ayrı ayrı belirlenir.

6 ) Taksirli hareket sonucu neden olunan netice, münhasıran failin kişisel ve ailevî durumu bakımından, artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olmasına yol açmışsa ceza verilmez; bilinçli taksir hâlinde verilecek ceza yarıdan altıda bire kadar indirilebilir” şeklindedir.

Madde gerekçesinde de; “Taksirden dolayı kusurluluğun matematiksel olarak ifadesi mümkün değildir. Ancak, normatif değerlendirmeyle hâkim tarafından belirlenen kusurluluk göz önünde bulundurulmak suretiyle, suçun cezasında belli bir oranda indirim yapılabilir.

Taksir dolayısıyla kusurun belirlenmesi normatif değerlendirmeyle mümkün olmakla birlikte, somut olayda dikkat ve özen yükümlülüğünün ihlâl edilip edilmediğinin belirlenmesi açısından bilirkişi incelemesi yaptırılabilir. Örneğin ölümle sonuçlanan ameliyat sırasında hastaya yapılan tıbbi müdahalenin tekniğine uygun olarak yapılmış olup olmadığının tespiti açısından bilirkişi incelemesine gerek bulunduğu muhakkaktır. Keza, ölüm veya yaralanma ile sonuçlanan bir trafik kazasında, sürücülerin trafik kurallarına uyup uymadıklarının, hangi trafik kuralının ne suretle ihlâl edildiğinin, trafiğe çıkarılan aracın teknik bakımdan herhangi bir arızası olup olmadığının belirlenmesi açısından da bilirkişi incelemesi yapılabilir. Ancak, bu durumlarda bilirkişinin yapacağı inceleme, işin tekniği ile sınırlı olmalıdır. Bunun dışında, bilirkişi tarafından münhasıran hâkimin yetkisinde bulunan kusurluluk konusunda herhangi bir değerlendirme yapılmamalıdır. Aksi yöndeki tutum, bilirkişilik görevinin sınırını aşmayı ve hâkimin yerine geçmeyi ifade eder.

Hâkim, bu teknik veriler çerçevesinde somut olayda failin kusurlu olup olmadığını takdir edecektir. Failin kusurlu bulunması durumunda, kusurun ağırlığı ve diğer sebepleri de göz önünde bulundurmak suretiyle suçun kanuni tanımındaki cezanın alt ve üst sınırı arasında bir cezaya hükmedecektir.

Birden fazla kişinin taksirle işlediği suçlarda herkes kendi kusuru göz önünde bulundurulmak suretiyle sorumlu tutulur. Taksirli suçun kanuni tanımında belirlenen netice birden fazla kişinin karşılıklı olarak işledikleri taksirli fiiller sonucunda gerçekleşmiş olabilir. Örneğin bir trafik kazasında sürücü ile yaya veya her iki sürücü de taksirle hareket etmiş olabilir. Bu gibi durumlarda neticenin oluşumu açısından her kişinin taksirli fiili dolayısıyla kusurluluğu bir diğerinden bağımsız olarak belirlenmelidir. Aynı şekilde birden fazla kişinin katılımıyla gerçekleştirilen bir ameliyatın ölüm veya sakatlıkla sonuçlanması durumunda, ameliyata katılan kişiler müştereken hareket etmektedirler. Ancak tıbbın gereklerine aykırılık dolayısıyla ölüm veya sakatlıkla sonuçlanan bu ameliyatta işlenen taksirli suçun işlenişi açısından suça iştirak kuralları uygulanamaz. Kanunun suça iştirake ilişkin hükümleri, kasten işlenen suçlarda suçun işlenişine iştirak eden kişilerin sorumluluk statülerini belirlemektedir. Birden fazla kişinin katılımıyla yapılan ameliyat sırasında meydana gelen ölüm veya sakatlık neticeleri bakımından her bir kişinin sorumluluğu kendi kusuru göz önünde bulundurulmak suretiyle belirlenmelidir. Bu tespitte diğer kişilerin kusurlu olup olmadığı hususu dikkate alınamaz” ifadelerine yer verilmiştir.

TCK’nun ikinci kısım birinci bölümünde ve hayata karşı suçlar arasında yer verilen 85. maddesi de;

“Taksirle bir insanın ölümüne neden olan kişi, iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

Fiil, birden fazla insanın ölümüne ya da bir veya birden fazla kişinin ölümü ile birlikte bir veya birden fazla kişinin yaralanmasına neden olmuş ise, kişi iki yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” şeklinde düzenlenmiş olup, maddenin birinci fıkrasında taksirle bir kişinin ölümüne neden olma suçu yaptırıma bağlanmıştır. Taksirli hareket sonucu birden fazla insanın ölümüne veya bir ya da birden fazla kişinin ölümü ile birlikte bir ya da birden fazla kişinin yaralanmasına neden olunmuş ise fail maddenin ikinci fıkrası gereğince cezalandırılacaktır.

Bu aşamada cezaların belirlenmesi üzerinde de durulmalıdır.

Türk Ceza Kanununun üçüncü bölümünde yer alan “cezanın belirlenmesi” başlıklı 61. maddesinin birinci fıkrasında, temel cezanın belirlenmesinde göz önüne alınması gereken ilkeler; “suçun işleniş biçimi, suç işlenmesinde kullanılan araçlar, suçun işlendiği zaman ve yer, suç konusunun önem ve değeri, meydana gelen zarar veya tehlikenin ağırlığı, failin kast veya taksire dayalı kusurunun ağırlığı, failin güttüğü amaç ve saik” biçiminde düzenlenmiş, “adalet ve kanun önünde eşitlik ilkesi” başlıklı üçüncü maddesinin birinci fıkrasındaki; “suç işleyen kişi hakkında işlenen fiilin ağırlığıyla orantılı ceza ve güvenlik tedbirine hükmolunur” şeklindeki hüküm ile de, gerçekleştirilen fiille hükmolunan ceza ve güvenlik tedbiri arasında “orantı” bulunması gerektiği vurgulanmıştır. Söz konusu ölçütler genel nitelikli olup, bunların her biri tüm suçlara uymayabileceğinden, her suç için bütün kıstasların değil sadece ilgili suça uyan hükümlerin nazara alınması gerekmektedir. Sözgelimi, taksirli suçlar açısından “failin güttüğü amaç ve saik” ölçütü uygulanamayacaktır.

Kanun koyucu, cezanın kişiselleştirilmesinin sağlanması bakımından hâkime somut olayın özellikleri ve fiilin ağırlığıyla orantılı bir biçimde gerekçelerini de göstererek, iki sınır arasında temel cezayı belirleme yetki ve görevi vermiştir. Ancak hâkimin temel cezayı tayin ederken dayandığı gerekçe, yukarıda belirtilen hükümlere uygun olarak; suçun işleniş biçimi, suçun işlenmesinde kullanılan araçlar, suçun işlendiği zaman ve yer, suç konusunun önem ve değeri, meydana gelen zarar ve tehlikenin ağırlığı, failin kast veya taksire dayalı kusurunun ağırlığı, güttüğü amaç ve saik ile dosya muhtevasına yansıyan bilgi ve belgelerin isabetli bir şekilde değerlendirildiğini gösterir biçimde yasal ve yeterli olmalıdır.

Buna göre, herhangi bir suç nedeniyle alt ve üst sınırlar arasında ceza belirlenirken göz önüne alınması gereken ölçütler, kanunda açıkça; “suçun işleniş biçimi, suç işlenmesinde kullanılan araçlar, suçun işlendiği zaman ve yer, suç konusunun önem ve değeri, meydana gelen zarar veya tehlikenin ağırlığı, failin kast veya taksire dayalı kusurunun ağırlığı, failin güttüğü amaç ve saik” şeklinde sıralanmıştır. Taksirle işlenen suçlar açısından kanun koyucu, 22. maddenin dördüncü fıkrası ile; “taksirle işlenen suçtan dolayı verilecek olan ceza failin kusuruna göre belirlenir” şeklinde bir başka ölçüt daha ilave etmiştir. Bu durum karşısında, taksirle işlenen suçlarda alt ve üst sınır arasında ceza belirlenirken, tüm bu hususların birlikte göz önüne alınması gerekmektedir.

Anılan kanuni Anılan kanuni düzenlemelere göre, taksirle ölüme neden olma suçu açısından temel cezanın tayininde failin kusurunun yanında, suçun işleniş biçimi, suçun işlendiği zaman ve yer, suç konusunun önem ve değeri ile meydana gelen zarar veya tehlikenin ağırlığının da göz önüne alınacağında herhangi bir şüphe bulunmamaktadır.

Yeni Türk Ceza Kanununda, daha önceden olduğu gibi taksirli suçlarda matematiksel kusur hesabına dayalı cezalandırma sisteminden vazgeçilmiş ise de, alt ve üst sınır arasındaki cezanın, suç konusunun önem ve değeri ile meydana gelen zarar ya da tehlikenin ağırlığı gözetilerek, fakat ağırlıklı olarak kusura göre belirlenmesi hakkaniyete ve kanuna daha uygun olacaktır. Bunun dışında, cezanın kanunlarda yer alan objektif ölçütler terk edilerek, tamamen sübjektif olan hak ve nasafet gereğince tayin edilebileceğinin kabul edilmesi halinde, kişilere göre değişkenlik gösterecek olan adaletsiz uygulamalar ortaya çıkabilecektir.

Bu nedenlerle, taksire dayalı kusurun ağır olduğu ahvalde, alt sınırdan uzaklaşılarak, hafif bulunduğu durumlarda ise alt hadden veya asgari hadde yaklaşılarak temel cezanın tayin edilmesi isabetli bir uygulama olacak ise de, bundan herhalde ağır ya da tam kusurlu olan fail hakkında en üst veya azami hadde yakın, hafif veya tali kusurlu fail hakkında ise alt hadden ceza belirlenmesi gerektiği sonucu çıkarılmamalı, somut olaya uygun diğer ölçütlerle birlikte “orantılılık ilkesi” de göz önünde bulundurularak temel ceza belirlenmelidir.

Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;

Sevk ve idaresindeki kamyonetiyle, akşam saatlerinde, meskûn mahalde, onbir metre genişliğinde, hafif virajlı, eğimsiz, çift yönlü, aydınlatması mevcut, zemini kuru ve asfalt kaplama olan, ancak herhangi bir şerit izi veya trafik işaret ya da levhası bulunmayan yolda seyir halinde olan sanığın, önündeki bir kamyonu solladığı sırada, karşı yönden gelen araçlara ayrılan bölüme yaklaşık birbuçuk metre taşıp, kendi şeridinde seyretmekte olan motosiklete çarparak motosiklet sürücüsünün ölümüne neden olduğu, bilirkişi raporları doğrultusunda tam kusurlu olduğu ve temel cezanın tayininde bu durum da nazara alınarak alt hadden makul bir ölçüde uzaklaşılarak hüküm kurulması gerektiği kabul edilebilir ise de, motosiklet sürücüsü ölenin, kapatılan yol bölümü haricinde sağ tarafta geçebileceği geniş bir alanın bulunduğu, sabıkasız olan sanığın kazadan sonra ambulans çağırıp yaralı vaziyetteki motosiklet sürücüsünün hastaneye kaldırılmasını sağladığı ve dosyaya herhangi bir olumsuz kişiliğinin de yansımadığı hususları birlikte değerlendirildiğinde, iki yıldan altı yıla kadar hapis cezasını gerektiren suçtan temel cezanın, üst sınıra yakın bir biçimde beş yıl olarak belirlenmesi, dosya muhtevasına, adalet, hak ve nasafet kuralları ile orantılılık ilkesine uygun bulunmamaktadır.

Bu itibarla, yerel mahkeme hükmünün, iki seneden altı seneye kadar hapis cezasını gerektiren taksirle bir kişinin ölümüne neden olma suçundan sanık hakkındaki temel cezanın dosya kapsamına, adalet, hak ve nasafet kuralları ile orantılılık ilkesine uygun bulunmayacak şekilde beş yıl olarak tayin edilmesi isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmelidir.

Çoğunluk görüşüne katılmayan Onaltı Genel Kurul Üyesi; isabetli bulunan yerel mahkeme direnme hükmünün onanması gerektiği düşüncesiyle karşıoy kullanmıştır.

SONUÇ : Açıklanan nedenlerle;

1- ) Adana 9. Asliye Ceza Mahkemesinin 05.09.2013 gün ve 362-619 sayılı direnme kararının, iki seneden altı seneye kadar hapis cezasını gerektiren taksirle bir kişinin ölümüne sebebiyet verme suçundan sanık hakkındaki temel cezanın dosya muhtevasına, adalet, hak ve nasafet kuralları ile orantılılık ilkesine uygun olmayacak şekilde beş yıl olarak tayin edilmesi isabetsizliğinden BOZULMASINA,

2- ) Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 30.06.2015 tarihinde yapılan müzakerede gerekli çoğunluk sağlanamadığından, 15.09.2015 tarihinde yapılan ikinci oturumda oyçokluğuyla karar verildi.


YARGITAY CEZA GENEL KURULU Esas: 2013/12-654 Karar: 2015/75 Tarih: 31.03.2015

  • TCK 22. Madde

  • Taksir

Taksirle ölüme neden olma suçundan sanık F..D..’un 5237 sayılı TCK’nun 85/1,, 62/1, 51/1. maddeleri uyarınca bir yıl sekiz ay, sanık M.. U..’un ise aynı kanun maddeleri gereğince bir yıl dokuz ay yirmi gün hapis cezasıyla cezalandırılmasına ve sanıkların cezalarının ertelenmesine ilişkin, Honaz Asliye Ceza Mahkemesince verilen 16.12.2009 gün ve 43-276 sayılı hükmün sanıklar müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 04.07.2012 gün ve 16621-16838 sayı ile;

“Ölenin görev alanında çatıyla ilgili hiçbir yetki ve sorumluluğu olmamasına rağmen branda çekme işini izlemek için çatıya çıkıp polyester kısma basarak beş metre yükseklikten düşmesi şeklinde gerçekleşen kazada, sanıkların atfı kabil kusurlarının olmaması karşısında, beraatları yerine cezalandırılmalarına hükmolunması” isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.

Yerel mahkeme ise 25.01.2013 gün ve 1028-57 sayı ile;

“Dosya kapsamına göre, sanıkların mermer fabrikasının sahibi ve işletme müdürü olup, iş güvenliği kurallarının uygulanmasını sağlamakla ve denetlemekle yükümlü oldukları, suçlamaları kabul etmeseler de, bilirkişi raporları doğrultusunda müteveffanın ölümüne yol açan kazanın meydana gelmesinde tali kusurlu olduklarından cezalandırılmaları gerektiği” şeklindeki gerekçeyle direnerek, önceki hükümde olduğu gibi sanıkların taksirle ölüme neden olma suçundan cezalandırılmalarına karar vermiştir.

Direnme hükmünün de sanıklar müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 19.09.2013 gün ve 114331 sayılı “bozma” istekli tebliğnamesiyle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

CEZA GENEL KURULU KARARI

Özel Daire ile yerel mahkeme arasında oluşan ve çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; bir kişinin ölümüyle sonuçlanan iş kazasında fabrika sahibi ve işletme müdürü olan sanıkların herhangi bir kusurlarının bulunup bulunmadığının belirlenmesine ilişkindir.

İncelenen dosya muhtevasından;

Sanık F..D..’un doksan kişinin çalıştığı bir mermer fabrikasının sahibi, sanık M.. G..’in işletme müdürü, ölenin ise yaklaşık altı yıldır aynı fabrikada fayans kesim bölümü sorumlusu olup çıkarılan mermerlerin kalitesini kontrol etmekle yükümlü bulunduğu, olay tarihinde çatıdan düşmesi neticesinde hayatını kaybettiği,

Ölenin kazanın meydana geldiği fabrikada çalışmaya başlamadan önce işe elverişlilik bakımından sağlık raporu aldığı, sözleşmesinde; “işyerindeki makine, alet ve teçhizatı usulüne uygun olarak ve özenle kullanmayı, görevi ile ilgili olmayan işlerle uğraşmamayı, kendisine teslim edilmemiş makine, alet ve edevatı kullanmamayı taahhüt eder” şeklinde, iş güvenliği talimatında; “bana verilen görevi, tarif edilen şekilde yapacağım, kendi işimden başka bir işe karışmayacağım, amirimin verdiği emre uyacağım” biçiminde hükümler bulunduğu, fabrika yönetimi tarafından görevlendirilen uzmanlardan “iş sağlığı ve güvenliği, iş kazaları ve kişisel koruyucular” konularında eğitim aldığı ve kendisine eğitim sertifikası verildiği,

İdari soruşturma aşamasında iş müfettişi tarafından düzenlenen raporda; makinelerin üzerine branda serme işleminin tehlikeli ve riskli olduğu, kısa süreli veya az bir iş yapılsa bile merdiven bulundurulması, makinelerin üzerinin seyyar merdiven veya platform kullanılarak örtülmesi gerektiği, bu nedenle iş kazalarını önlemek için gerekli tedbirleri almayan şirketin yüzde elli, üretim müdürü olarak aynı sorumlulukları taşıyan ölenin de yüzde elli oranında kusurlu olduklarının belirtildiği,

Soruşturma evresinde yapılan keşifte hazır bulunan makine mühendisi bilirkişinin; iş güvenliği talimatının ve tutanağının ağır ve tehlikeli işler kapsamında olan işyeri için yetersiz bulunduğu, işyerinde iş güvenliği bilincinin oluşmadığının anlaşıldığı, işverenin iş güvenliği ile ilgili tedbirlerin alınıp alınmadığını denetlemesi gerektiği halde, bu kontrolleri yapmadığı, denetim vazifesini yeterince yerine getirmediği, işletme müdürünün iş güvenliği talimatlarını kapsamlı olarak hazırlatıp uygun yerlere astırmadığı, ölenin çatıyla ilgili görevi olmamasına rağmen, vazifesiyle ilgili talimatlara uymadığı ve meslektaşlarının uyarılarını dinlemeyerek çatıya çıktığı, bu nedenlerle meydana gelen iş kazasında ölenin sekizde altı, işveren ve işletme müdürünün ise sekizde birer oranında kusurlu olduklarını beyan ettiği,

Elektrik yüksek mühendisi, inşaat yüksek mühendisi ve iş güvenliği uzmanı makine mühendisinden oluşan üç kişilik bilirkişi heyetinin; ölenin üretim şefi olup, mermer üretimini takip ve organize etmekle sorumlu bulunduğu, çalıştığı süre içerisinde aldığı eğitimlerle ilgili iş güvenliği eğitimi sertifikası ve iş güvenliği talimat tutanağı düzenlendiği, düşmesine sebep olan çatıdaki şeffaf çatı kaplama ışıklı panelinin keşif esnasında kırık vaziyette bulunduğunun görüldüğü, çatı işleri yapan tecrübeli işçi ve ustaların kırılgan şeffaf plastik kaplama panelinin üzerine basılmayacağını bilerek dikkatli davrandıkları, ölenin de belirtilen yerlere basmaması konusunda çatıdaki işçiyi uyardığı, işyerinin ağır ve tehlikeli iş kapsamında bulunduğu, önlem alınmasının ve güvenli çalışma şartlarının sağlanması gerektiği, çatıyla ilgili yeterli güvenlik önlemi alındığı takdirde güvenli çalışmanın mümkün olabileceği, ölenin çatıda şeffaf kırılgan malzemeden inşa edilen panel üzerine bastığı, kaplamanın kırılması neticesinde düştüğü, çatı işlerini yapmakla görevli olmadığı, çatı üzerinde nasıl yürünüp çalışıldığını, nereye basılması gerektiğini bilmediği, bu işlerde bilgi ve tecrübesi olmadığı halde, tedbirsiz şekilde ve hiçbir önlem almadan çatıya çıkmasının hatalı bulunduğu, kendisi ve diğer kişilerin güvenliklerinin olumsuz etkilenmemesi için azami dikkati göstermediği, vazifesinin dışında iş yaparak, aldığı eğitim ve talimatlara uymadığı, bununla birlikte işçi sağlığı ve güvenliğiyle ilgili tedbirlerin yeterince alınıp alınmadığını denetlemeyen, denetim ve gözetim görevini yerine getirmeyen işletme müdürü, iş güvenliği ile ilgili tedbirlerin alınıp alınmadığı konusunda yeterli denetim yapmayan ve çatıyı sağlam şekilde inşa ettirmeyen işyeri sahibinin de sorumlu olduğu olayda; ölenin çatıya çıkmaması hususunda meslektaşlarının uyarılarını dinlememesi, çatı işiyle ilgili bilgi, tecrübe ve vazifesi bulunmadığı halde tehlikeli yüksekliğe çıkması, çatıda çalışmanın riskli olduğunu işverene bildirmemesi, çatıda iş güvenliği tedbirlerinin alınmasını işverenden istememesi, iş güvenliği tedbirlerini almadan tedbirsiz bir biçimde çatıda dolaşması, dikkatsiz ve tedbirsizce çalışması nedeniyle sekizde üç, işletme müdürünün iş güvenliği talimatlarını kapsamlı ve risk durumuna göre hazırlatarak yazılı şekilde uygun yerlere astırmaması, eğitim programları düzenlememesi, çalışanları kendi haline bırakması, iş güvenliği bilincinin oluşması için çalışma yapmaması, iş kazalarını önlemek amacıyla alınması gereken diğer tedbirleri devamlı izlememesi nedeniyle sekizde iki, işyeri sahibinin çatıda güvenli çalışma ortamı sağlamaması, çatıdaki şeffaf kaplamayı düşmesini önleyecek şekilde profille güçlendirmemesi, iş güvenliği ve işçi sağlığı tedbirlerinin uygulanıp uygulanmadığını yeterince denetlememesi sebebiyle sekizde üç oranında kusurlu olduğunu dile getirdikleri,

Üç kişilik iş güvenliği uzman heyetinden alınan raporda; kazanın birinci sebebinin kırılma riski yüksek olan çatıda yapılacak çalışmada, çatının kırılıp çalışanların düşme riskine karşı gerekli tedbirin alınmaması, çatı merdiveni, emniyet kemeri, emniyet ipi gibi araçların kullanılmaması, cam, saç ve çimento harçlı levhalarla kaplanmış çatıların kırılması sonucunda çok sayıda kaza meydana geldiği, bu tür çatıların üzerinde tedbir almadan yürümenin tehlikeli olduğu, kaplamanın bir kısmının aydınlatma sağlamak amacıyla şeffaf yapıldığı, şeffaf kısmın üzerine basılması durumunda kırılmamasının mümkün olmadığı, çatının üzerinin tozla kaplı olması halinde bu kısımların fark edilmesinin zor olduğu, çatılara çıkıldığında düşme riskine karşı tedbir alınması gerektiği, olayda yeterli tedbirin alınmadığı, cam, saç ve çimento harçlı levhalardan yapılmış ya da eskimiş, yıpranmış veya dayanıklılığı azalmış çatılarda merdiven kullanılması, emniyet sağlanmadıkça çalışılmaması, yüksekliği üç metreden fazla olan, düşme ve kayma tehlikesi bulunan yerlerdeki çalışmalarda emniyet kemeri verilmesi ve kullanılması gerektiği, işverenin işyerinde, fen ve tekniğin getirdiği imkanlar nispetinde en sağlıklı ve en emniyetli makine ve tezgah kullanmak, uygun çalışma teknikleri uygulamak, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü tedbiri almak, araç ve gereçleri bulundurmak, çalışanları işçi sağlığı ve güvenliği konularında eğitmek, bilinçlendirmek, emniyetli çalışma alışkanlığı kazandırmak, denetlemek ve emniyetsiz şekilde çalışmalarını önlemekle yükümlü oldukları, somut olayda işçilere ve ölene iş güvenliği eğitimi verildiği beyan edilmekte ise de, çatıda yapılan çalışma esnasında herhangi bir tedbir alınmamasının, sadece ölenin değil diğer işçilerin de tedbir almamış olmalarının, bu konuda yeterli eğitim ve denetimin yapılmadığını, emniyet bilincinin oluşmadığını, emniyetli çalışma alışkanlığı kazandırılmadığını gösterdiği, kazanın diğer sebebinin, ölenin dikkatsiz ve tedbirsiz çalışması olduğu, çatıda şeffaf plakalara basılmasının tehlikeli olduğunu bildiği, hatta bu konuda yanındaki işçiyi uyardığı halde tedbir almadan çatıya çıktığı, dikkatsiz ve tedbirsiz davranmış bulunmasından dolayı önemli oranda kusurlu bulunduğu, buna göre; çimento harçlı levhayla üretilmiş ve kısmen şeffaf aydınlatma olan çatıda yapılan çalışma esnasında yeterli emniyet tedbirlerini aldırmamış, işçileri gereği gibi eğitip bilgilendirmemiş, bilinçlendirmemiş, emniyetli çalışma alışkanlığı kazandırmamış, denetlememiş, geniş manada bir denetim mekanizması oluşturmamış, emniyetsiz çalışmasını engellememiş olması nedeniyle işyeri sahibinin sekizde bir, işletme müdürünün sekizde iki, ölenin ise dikkatsiz ve tedbirsiz hareket etmiş olmasından dolayı sekizde beş oranında kusurlu olduğunu ifade ettikleri,

Anlaşılmaktadır.

Tanık Y.. K.. idari soruşturma aşamasında; ölenin üç senedir fabrika üretim müdürü olarak çalıştığını, olay günü fabrikaya yeni gelen makinelerin üzerine yağmura karşı korumak için branda çekilmesi konusunda kendisine talimat verdiğini, makinenin bulunduğu holün yanındaki binanın çatısına çıkarak brandayı yan taraftaki tokalara geçirmek gerektiğini, iş botu giydiğini, baretini taktığını, emniyet kemerini alıp yaklaşık altı metre yüksekliğindeki çatıya çıktığını, çatıda aydınlatma amaçlı şeffaf eternit bulunduğunu, işini bitirip inmek üzere iken ölenin çatıya geleceğini söylediğini, çatıya çıkıp yaptığı işe baktığını, merdivene doğru yürüdükleri sırada ölenin kendisini şeffaf kısımlara basmaması konusunda uyardığını, ikinci holün üzerine geldiklerinde bir ses duyduğunu, ölenin şeffaf eternite basıp düştüğünü, çatıya çok sık çıkılmadığını, bu nedenle fabrikada merdiven bulunmadığını, olay günü ölenin oruçlu olduğunu, çatıya çıktığı sırada ayağında ne olduğunu hatırlamadığını anlatmış,

Kollukta; makinelerin üstüne branda çekmek amacıyla fabrikanın çatısına çıktığını, ölenin de yanına geldiğini, onbeş dakika içinde işini bitirdiğini, inmek üzere merdivene doğru yürüdüğü sırada polyester malzemenin ek yerine basan ölenin, bu kısmın kırılması sonucunda beton zemine düştüğünü söylemiş,

Duruşmada; fabrikada tekniker olarak görev yaptığını, işçilerin yeni gelen makinede sıcak altında çalıştıklarını, hatta birinin bayıldığını, üretim müdürü olan ölenin çatıya branda çekilmesini istediğini, brandayı tek başına serdiğini, ölenin çatıya geldiği sırada işini bitirmek üzere olduğunu, çatıdan inmeye başladığı esnada bir ses duyduğunu, ölenin çatıdaki polyester kısmına basması neticesi kırılan yerden fabrikanın beton zeminine düştüğünü, çatının saç ve polyester kısımlarında aydınlatma olduğunu, makinelerin bulunduğu bölümde çatı olmadığını, işçiler sıcaktan etkilenmesin diye çatı ucuna branda ile ek yapıp gölge oluşturmaya çalıştığını, saç ve polyesterin aydınlatma kısımlarında toz bulunduğunu, nerede aydınlatma olduğunun fark edilemediğini, iç kısımlardan aydınlatmanın belli olduğunu, ancak çatıda gezerken tam olarak görülemediğini, ölenin polyester kısmı tozdan fark etmediğini ve üzerine basarak düştüğünü beyan etmiş,

Tanık M.. Ç..; ölenin fabrikanın üretim müdürü olarak görev yaptığını, çatıda yapılan işle ya da çatıyla ilgili herhangi bir sorumluluğu bulunmadığını, daha evvel çatıya hiç çıkmadığını, olay tarihinde oruçlu olduğunu, sahura kalkmadığı için çok acıktığını anlattığını, olaydan beş dakika önce ölenle görüştüklerini, kendisine çatıya çıkmamasını söylediğini ifade etmiş,

Tanık C.. K..; olay günü çatıya çıkacağını söyleyen ölene, “çıkma” şeklinde işaret yaptığını belirtmiş,

Tanık Mehmet Ali Ger; ölenin fabrikada ham kesim bölümü üretim müdürü olarak görev yaptığını, çatıya çıkması gerekmediğini, daha önce çatıya çıkmadığını, olay günü neden çatıya çıktığını bilemediğini dile getirmiş,

Sanık F.. D..; olayın meydana geldiği mermer fabrikasının sahibi olduğunu, işin başında işletme müdürü olan diğer sanık ile ona bağlı üretim müdürlerinin bulunduğunu, ölenin de söz konusu müdürlerden birisi olduğunu, kendisinin ara sıra uğrayıp kontrol ettiğini, olay tarihinde fabrikadaki odasında çalıştığı sırada kazayı öğrendiğini, çatıya gölgelik yapma gibi bir karar almadıklarını, ölenin fabrikada bakım işi yapan işçiye branda çekilmesi yönünde talimat verdiğini, işçinin çatıya branda çekmeye çıktığını, ardından ölenin de yanına gittiğini, bu durumdan haberi olmadığını, ölenin çatıya çıkma gibi bir vazifesi bulunmadığını, kendisi veya işletme müdürü tarafından da böyle bir görev verilmediğini,

Sanık M.. U.. idari soruşturma aşamasında; ölenin tekniker olup, işe girdiği tarihten bu yana üretim müdürü olarak görev yaptığını, üretimle ilgili işi yürüttüğünü, bir hafta önce teknik işlerle görevli çalışana fabrikaya yeni gelen ve açıkta duran makinenin üstüne yağmura karşı korunmak için branda ya da naylon örtmesini söylediğini, ölene çatıya çıkması konusunda talimat vermediğini, çatıya çıktığından haberi olmadığını, görmesi halinde engel olacağını, çatı ya da çatıda yapılan işlerin ölenin sorumluluk alanında olmadığını, çatıda nadiren iş yapıldığını ve çatı üzerinde değil, yağmur oluklarının temizlenmesi amacıyla çatı kenarında çalışıldığını, çalışma sırasında iş botu, emniyet kemeri, baret ve halat kullanıldığını, aşağıda bir kişinin halatı bağlayıp düşme tehlikesine karşı beklediğini, bunların dışında çatıya çıkılmasının yasak olduğunu, hatta “çatıya çıkma” şeklinde uyarı levhaları bulunduğunu, olay günü üzeri örtülen makinenin yüksekliğinin bir buçuk metre olduğunu, merdiven kullanmaya gerek duyulmadığını, ölenin sağlık raporu aldığını, iş sağlığı ve güvenliği eğitim sertifikası da bulunduğunu,

Duruşmada; mermer fabrikasının işletme müdürü olduğunu, ölenin de üretim müdürü olarak görev yaptığını, uyarı levhalarını fabrikada sekiz ayrı yere astığını, çatıya çıkılmasının yasak olduğunu, çalışanları sürekli gözetlemesi ve kontrol altında bulundurmasının mümkün olmadığını, talimatlarda görev ve sorumluluk alanı dışında hareket etmeyeceği ve iş güvenliği uyarı levhalarına uyacağının yazılı olduğunu, ölenin çatıya çıkmaması hususundaki uyarılara rağmen hiçbir güvenlik önlemi almadan çatıya çıktığını, suçlamaları kabul etmediğini, olayda herhangi bir ihmali veya kusuru bulunmadığını savunmuştur.

Uyuşmazlığın isabetli bir hukuki çözüme kavuşturulabilmesi bakımından, öncelikle taksir ve unsurları üzerinde durulması gerekmektedir.

Kural olarak suç yalnızca kastla işlenebilir. Ancak kanunda açıkça gösterilen hallerde taksirle de işlenebileceği kabul edilmiştir. Failin cezalandırılabilmesi için, kanunda açık bir düzenleme bulunmasının zorunlu olduğu istisnai bir kusurluluk şekli olan taksir, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 22/2. maddesinde; “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla bir davranışın, suçun yasal tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi” şeklinde tanımlanmıştır.

Arapça “kusur” kökünden türetilmiş bulunan taksir; kısaltma, bir işi eksik yapma, bir şeyi yapabilirken çekinip yapmama, kusur etme, kabahat ve günah anlamlarına gelmektedir. (Kayıhan İçel, Ceza Hukukunda Taksirden Doğan Sübjektif Sorumluluk, Cezaevi Matbaası, İstanbul 1967, s. 22) Hukuki anlamda ise; neticenin fail tarafından öngörülebilir olduğu halde öngörülmemesi şeklinde ortaya çıkabileceği gibi, öngörüldüğü halde istenmemesi şeklinde de olabilir. (Mehmet Emin Artuk-Ahmet Gökcen-Ahmet Caner Yenidünya, Türk Ceza Kanunu Şerhi, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 2. Baskı, c. 1, s. 590)

Taksir, öğreti ve yargısal kararlarda; “failin suç tipindeki neticeye yönelik kast içinde olmadan, fakat zorunlu olduğu özeni gösterdiği takdirde neticenin meydana gelmesi mümkün bulunmayan hallerde, tespit edilmiş suç tipini hukuka aykırı olarak ihlal etmesi; bir kimsenin dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranmak suretiyle istemediği ve fakat öngörülebilir bir neticeyi gerçekleştirmesi” şeklinde tanımlanmıştır. (Ayhan Önder, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Beta Yayınevi, İstanbul 1992, c. 2, s. 336; Turan Tufan Yüce, Türk Ceza Hukuku Temel Kavramları, Turhan Kitapevi, Ankara 1984, s. 59; Faruk Erem, Türk Ceza Kanunu Şerhi, Seçkin Yayınevi, Ankara 1993, c. 1, s. 508; Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler Seçkin Yayınevi, Ankara 2014, 7. Baskı, s. 172; Mehmet Emin Artuk-Ahmet Gökcen-Ahmet Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 8. Baskı, s. 318; Hamide Zafer, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Beta Yayınevi, İstanbul 2015, 4. Baskı, s. 254)

Suçun manevi unsurlarından olan kast gibi taksirde de, birlikte yaşamanın getirdiği kurallara uyulmaması söz konusudur. Toplumsal hayatta belli faaliyetlerde bulunan kişilerin başkalarına zarar vermemek için bir takım önlemler alma ve bazı davranış kurallarına uyma zorunlulukları bulunmaktadır. Bu kurallar birlikte yaşama mecburiyetinden doğabileceği gibi, devletin müdahalesiyle de ortaya çıkabilmektedir. Taksirli suç, bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirir. Taksirli suçta fail; dikkatli, tedbirli ve öngörülü davranmamış olduğu için ceza yaptırımı ile karşılaşır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme imkan ve ödevinin varlığına rağmen, sonuca iradi bir hareketle neden olmaktan kaynaklanmaktadır.

Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 18.11.2014 gün ve 179-499; 18.02.2014 gün ve 10- 80; 25.03.2008 gün ve 43-62; 01.02.2005 gün ve 213-3; 23.03.2004 gün ve 12-68; 09.10.2001 gün ve 181-204 ile 21.10.1997 gün ve 99-202 sayılı kararlarında açıkça vurgulandığı ve öğreti ile uygulamada da kabul edildiği üzere taksirin unsurları;

1- Suçun taksirle işlenebilen bir suç olması,

2- Hareketin iradiliği,

3- Neticenin iradi olmaması,

4- Hareketle netice arasında nedensellik bağının bulunması,

5- Sonucun öngörülebilir olmasına rağmen öngörülmemiş olması,

Şeklinde kabul edilmektedir.

Neticenin gerçekleşmesinde, mağdurun taksirli davranışının da etkisinin bulunması halinde, diğer taksirli davranış nedensellik bağını kesmediği sürece bu durum failin taksirli sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağı gibi taksirin vasfını da değiştirmeyecektir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda kusurun derecelendirilmesi suretiyle herhangi bir ceza indirimi söz konusu olmadığından, bu hal ancak temel cezanın belirlenmesinde dikkate alınabilecektir.

Uyuşmazlığa konu somut olayda diğer şartların gerçekleştiği konusunda herhangi bir tereddüt olmaması nedeniyle, taksirin unsurları arasında gösterilen “hareketle netice arasında nedensellik bağının bulunması” şartının gerçekleşip gerçekleşmediği üzerinde durulmalıdır.

Taksirle gerçekleştirilen bazı fiillerin kanunda suç olarak tanımlanıp cezai yaptırıma bağlanmasıyla, insanların gittikçe yoğunlaşan ve karmaşık hale gelen toplum hayatı içerisinde daha dikkatli davranmalarının temini amaçlanmaktadır. Kanun ve ortak hayat tecrübelerinin sonucu olarak kendisine toplum tarafından yüklenen dikkat ve özen mükellefiyetini ihlal eden ve bu hareketiyle öngörülebilir zararlı bir neticeye sebep olan kişinin taksirle işlenen suçlara ilişkin cezai sorumluluğu benimsenmiş, fakat taksirden sözedilebilmesi için failin hareketi ile meydana gelen zararlı netice arasında nedensellik bağının varlığı aranmıştır. Diğer bir ifade ile bütün suçlarda olduğu gibi, taksirli suçlarda da fiil ile netice arasında nedensellik bağının bulunması cezalandırmanın şartını teşkil edecektir.

5237 sayılı TCK’nun 22. maddesinin5237 sayılı TCK’nun 22. maddesinin dördüncü ve beşinci fıkraları;

“4) Taksirle işlenen suçtan dolayı verilecek olan ceza failin kusuruna göre belirlenir.

5) Birden fazla kişinin taksirle işlediği suçlarda, herkes kendi kusurundan dolayı sorumlu olur. Her failin cezası kusuruna göre ayrı ayrı belirlenir” şeklinde düzenlenmiştir.

Madde gerekçesinde de; “Birden fazla kişinin taksirle işlediği suçlarda herkes kendi kusuru göz önünde bulundurulmak suretiyle sorumlu tutulur. Taksirli suçun kanuni tanımında belirlenen netice birden fazla kişinin karşılıklı olarak işledikleri taksirli fiiller sonucunda gerçekleşmiş olabilir. Örneğin bir trafik kazasında sürücü ile yaya veya her iki sürücü de taksirle hareket etmiş olabilir. Bu gibi durumlarda neticenin oluşumu açısından her kişinin taksirli fiili dolayısıyla kusurluluğu bir diğerinden bağımsız olarak belirlenmelidir. Aynı şekilde birden fazla kişinin katılımıyla gerçekleştirilen bir ameliyatın ölüm veya sakatlıkla sonuçlanması durumunda, ameliyata katılan kişiler müştereken hareket etmektedirler. Ancak tıbbın gereklerine aykırılık dolayısıyla ölüm veya sakatlıkla sonuçlanan bu ameliyatta işlenen taksirli suçun işlenişi açısından suça iştirak kuralları uygulanamaz. Kanunun suça iştirake ilişkin hükümleri, kasten işlenen suçlarda suçun işlenişine iştirak eden kişilerin sorumluluk statülerini belirlemektedir. Birden fazla kişinin katılımıyla yapılan ameliyat sırasında meydana gelen ölüm veya sakatlık neticeleri bakımından her bir kişinin sorumluluğu kendi kusuru göz önünde bulundurulmak suretiyle belirlenmelidir. Bu tespitte diğer kişilerin kusurlu olup olmadığı hususu dikkate alınamaz” açıklamalarına yer verilmiştir.

Zararlı neticenin, failin hareketinin mağdurun ya da üçüncü bir kişinin hareketi ile birleşmesi sonucunda meydana geldiği durumlarda, taksirle sorumluluk şartlarının bulunup bulunmadığının belirlenmesi açısından neticeye kimin sebebiyet verdiği, failin iradi hareketi ile netice arasındaki nedensellik bağının kesilip kesilmediğinin tespit edilmesi gerekmektedir. Mağdur ya da üçüncü kişinin hareketinin ya da bir başka nedenin neticenin tek sebebi olduğu veya zararlı neticenin yalnızca bu kişilerin kusurlu hareketlerinden kaynaklandığı durumlarda, failin hareketi ile netice arasındaki nedensellik bağının ortadan kalktığı kabul edilmelidir. Buna karşılık failin kusurlu hareketine mağdur ya da üçüncü bir kişinin kusurlu hareketinin eklendiği ve neticenin çeşitli kusurlu hareketlerin birleşmesinden meydana geldiği hallerde, nedensellik bağı kesilmeyip, 40. maddesine göre taksirli suçlarda iştirak ilişkisi de mümkün olmadığından, aynı kanunun 22. maddesinin dört ve beşinci fıkralarına göre herkes kendi kusurundan dolayı ve kusuruna göre sorumlu olacaktır.

Öğretide; “Üçüncü bir kişinin veya mağdurun hareketinin failin taksirli hareketine eklenmesi durumunda nedensellik ilişkisinin ortadan kalkıp kalkmadığı araştırılmalıdır. Eklenen hareketler kusurlu değilse, neticenin failin taksirli hareketinden kaynaklandığı kabul edilir. Diğer hareketler kusurlu ise bunların taksirin varlığını tamamen veya kısmen kaldırıp kaldırmadığına bakılmalıdır.” (Nur Centel-Hamide Zafer-Özlem Çakmut, Ceza Hukukuna Giriş, Beta Yayınevi, 8. Baskı, İstanbul, 2014, s. 366); “Birden fazla kişinin birleşen fiilleri ile bir neticeye neden oldukları hallerde, bu faillerin hareketi ile netice arasındaki nedensellik ilişkisi özel önem taşır. Belirtelim ki bu hallerde her bir kişinin hareketi ile netice arasında nedensellik ilişkisinin bulunması ön koşuldur. Ekip halinde faaliyeti gösterenlerden birisine diğerlerini denetleme ve kişiler arasında koordinasyonu sağlama yükümlülüğü yüklenmiş ise kişi bu yükümlülüğe uygun davranmadığı için neticeye sebebiyet vermiş olabilir. Bu halde bu kişi neticeden sorumlu olur.” (Hamide Zafer, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Beta Yayınevi, 4. Baskı, İstanbul, 2015, s. 254); “Failin kusurlu hareketine mağdurun kusurlu hareketi de eklenmiş ve netice bu iki kusurlu hareketin birleşmesinden meydana gelmişse (ortak kusur) failin sorumluluğu ortadan kalmış olmaz. Nitekim bu ihtimalde taksirler arasında takas söz konusu olmayıp, fail kusuru oranında taksirli suçtan cezalandırılır.” (Mehmet Emin Artuk- Ahmet Gökçen-Ahmet Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, 8. Baskı, Ankara, 2014, s. 341); “Birden çok kişinin davranışı birlikte neticeye sebebiyet vermiş ve tüm katılanlar özen yükümlülüğüne aykırı hareket etmişse netice objektif olarak isnad edilebilir ve herkes kendi taksirli fiilindendolayı kusuruna göre sorumlu olur. Bu gibi hallerde önceki taksirli hareket ile netice arasında illiyet bağı bulunmamasından veya kesilmesinden söz edilmesi doğru değildir.” (Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, 7. Baskı, Ankara, 2014, s. 214); “Fail zaten taksirli hareket ediyor ve bir başkasının taksirli hareketi buna ekleniyorsa, failin hareketi ile netice arasındaki nedensellik bağı mevcut olmaya devam eder. Bu durumda mesele artık nedensellik bağı meselesi değil, failin ve üçüncü kişinin kusurunun tespiti meselesidir. Bir inşaatın yıkımı sırasında yoldan gelip geçenlere zarar verilmemesi hususunda gerekli tertibatı almayan, örneği yıkım alanını tahta perde ile çevirmeyen müteahhit, iki işçisinin binadan sökülen kalası dikkatsizce sokağa atmaları sonucu meydana gelen neticeden her iki işçisiyle beraber taksirinden dolayı sorumludur.” (Hakan Hakeri, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, 16. Baskı, Ankara, 2013, s.241) şeklinde görüşlere yer verilmiştir.

Bu açıklamalardan sonra, taksirle ölüme neden olma suçu ile iş sağlığı ve güvenliği konularıyla ilgili yasal düzenlemelerin de gözden geçirilmesi gerekmektedir.

TCK’nun “taksirle öldürme” başlıklı 85. maddesi

“Taksirle bir insanın ölümüne neden olan kişi, iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

Fiil, birden fazla insanın ölümüne ya da bir veya birden fazla kişinin ölümü ile birlikte bir veya birden fazla kişinin yaralanmasına neden olmuş ise, kişi iki yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” şeklinde düzenlenmiş olup, maddenin birinci fıkrasında taksirle bir kişinin ölümüne neden olma suçu yaptırıma bağlanmıştır. Fiil birden fazla insanın ölümüne veya bir ya da birden fazla kişinin ölümü ile birlikte bir ya da birden fazla kişinin yaralanmasına neden olmuş ise fail maddenin ikinci fıkrası gereğince cezalandırılacaktır.

4857 sayılı Kanunun, 30.06.2012 tarih ve 28339 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanununun 37. maddesi ile yürürlükten kaldırılan, fakat suç tarihi itibarıyla yürürlükte bulunan 77. maddesi; “İşverenler işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak, işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdürler.

İşverenler işyerinde alınan iş sağlığı ve güvenliği önlemlerine uyulup uyulmadığını denetlemek, işçileri karşı karşıya bulundukları mesleki riskler, alınması gerekli tedbirler, yasal hak ve sorumlulukları konusunda bilgilendirmek ve gerekli iş sağlığı ve güvenliği eğitimini vermek zorundadırlar. Yapılacak eğitimin usul ve esasları Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir. …”

11.01.1974 tarih ve 14765 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren ve suç tarihi itibariyle yürürlükte bulunan, ancak suç tarihinden sonra 23.07.2014 tarih ve 29069 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan tüzükle yürürlükten kaldırılan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tüzüğünün 3, 4. maddeleri ise;

“3- İşveren, işçilere yapmakta oldukları işlerinde uymaları gerekli sağlık ve güvenlik tedbirlerini öğretmek ve iş değiştirecek işçilere yenisinin gerektiği bilgileri vermek zorundadır.

4- İşverenin, işyerinde, teknik ilerlemelerin getirdiği daha uygun sağlık şartlarını sağlaması; kullanılan makinalarla alet ve edevattan herhangi bir şekilde tehlike gösterenleri veya hammaddelerden zehirli veya zararlı olanları, yapılan işin özelliğine ve fennin gereklerine göre bu tehlike ve zararları azaltan alet ve edevatla değiştirmesi iş kazalarını önlemek üzere işyerinde alınması ve bulundurulması gerekli tedbir ve araçları ve alınacak diğer iş güvenliği tedbirlerini devamlı surette izlemesi esastır” şeklinde düzenlenmiştir.

Bu hükümlere göre; işverenin, işyerinde iş sağlığı ve güvenliği için gerekli önlemleri alma, bu önlemlere uyulup uyulmadığını denetleme, işçileri yaptıkları işlerinde karşı karşıya oldukları mesleki riskler ile uyulması gerekli sağlık ve güvenlik tedbirleri hususunda eğitime tabi tutma, yasal hak ve sorumlulukları noktasında bilgilendirme konularında yükümlülükleri bulunmaktadır. İşverenin işyerinden sorumlu bir vekil görevlendirdiği durumlarda ise işveren vekilinin bu yükümlülüklerden sorumlu olacağı izahtan varestedir.

30.06.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanununun 3. maddesinin ikinci fıkrasında, işveren adına hareket eden, iş ve işyerinin yönetiminde görev alan işveren vekilinin işveren sayılacağı açıkça vurgulanmış; “işverenin genel yükümlülüğü” başlıklı dördüncü maddesinde de, işveren veya vekillerinin yükümlülükleri, 4857 sayılı İş Kanunu ile İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tüzüğünün ilgili maddelerinde hüküm altına alınan yükümlülüklere benzer şekilde düzenlenmiştir.

Bu aşamada bilirkişilerin atanması, bilirkişi raporları ve bu raporların yargı mercileri nezdinde bağlayıcı olup olmadıkları üzerinde de durulması gerekmektedir.

Ceza Muhakemesi Kanununun “Bilirkişinin Atanması” başlıklı 63. maddesinde

“1) Çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hallerde bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasına re’sen, Cumhuriyet savcısının, katılanın, vekilinin, şüphelinin veya sanığın, müdafiinin veya kanuni temsilcinin istemi üzerine karar verilebilir. Ancak hakimlik mesleğinin gerektirdiği genel ve hukuki bilgi ile çözülmesi olanaklı konularda bilirkişi dinlenemez.

2)Bilirkişi atanması ve gerekçe gösterilerek sayısının birden çok olarak saptanması, hakim veya mahkemeye aittir. Birden çok bilirkişi atanmasına ilişkin istemler reddedildiğinde de aynı biçimde karar verilir.

3)Soruşturma evresinde Cumhuriyet savcısı da bu maddede gösterilen yetkileri kullanabilir” şeklindeki düzenlemeye yer verilmiştir.

Bilirkişi, Ceza Muhakemesi Kanununa Göre İl Adli Yargı Adalet Komisyonlarınca Bilirkişi Listelerinin Düzenlenmesi Hakkında Yönetmeliğin üçüncü maddesinde; “çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hallerde oy ve görüşünü sözlü ya da yazılı olarak vermesi için başvurulan gerçek veya tüzel kişi” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımdan hareketle denilebilir ki, sahip bulunduğu uzmanlık bilgisiyle mahkemeye bir ispat sorununda yardımcı olup, tanzim ettiği raporu delil değil, “delil değerlendirmesi aracı” olan bilirkişiye başvurmanın amacı, “çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hallerde görüş alınmasıdır.” Bununla birlikte ceza muhakemesinde bilirkişi kendiliğinden bir rol edinemez. Bir sorunun ne zaman uzmanlığı ya da özel veya teknik bir bilgiyi gerektirip gerektirmediğine bilirkişi görevlendirmekle yetkili olan Cumhuriyet savcısı veya hakim karar verecektir.

Anılan hükümler uyarınca hakim, çözümü ancak özel veya teknik bir bilgi gerektiren hallerde bilirkişi dinleyebilir veya rapor isteyebilir. Hakimlik mesleğinin gerektirdiği genel ve hukuki bilgi ile çözümü mümkün bulunan konularda ise bilirkişiye başvurmayacaktır. Kanun koyucunun uzmanlığa, özel veya teknik bir bilgiye ihtiyaç bulunduğunu baştan kabul ettiği “akıl hastalığı, parada sahtecilik, moleküler genetik inceleme” gibi hususlar dışında hakimin bilirkişi raporu alması mecburiyeti bulunmadığı gibi, bilirkişi raporu da mahkemeyi bağlayıcı nitelikte değildir.

Ölümle sonuçlanan kazada sanıkların kusurlu olup olmadıkları hususunun uzmanlık gerektiren özel ve teknik bir konu olduğu açık ise de, bu konudaki bilirkişi raporunun hakimin delilleri serbestçe takdir yetkisini elinden almayacağı bilinmektedir.

Nitekim bu husus, 2659 sayılı Adli Tıp Kurumu Kanununun 23/C-3 maddesinde; “Adli Tıp Genel Kurulu kararları nihai olmakla beraber mahkemelerin delilleri serbestçe takdir hususundaki yetkilerini kısıtlamaz” şeklinde hüküm altına alınmıştır.

Uyuşmazlık konusu bu açıklamalar ışığında değerlendirildiğinde;

Sanık F..D..’un doksan işçinin çalıştığı bir mermer fabrikasının sahibi, sanık M..G..’in işletme müdürü, maden teknikeri olan ölenin ise altı yıldır aynı fabrikada fayans kesim sorumlusu olup, çıkan mermerin kalitesini kontrol etmekle yükümlü bulunduğu, çalışmaya başlamadan evvel işe elverişlilik bakımından sağlık raporu aldığı, iş sözleşmesinde; “işyerindeki makine, alet ve teçhizatı usulüne uygun olarak ve özenle kullanmayı, görevi ile ilgili bulunmayan işlerle uğraşmamayı, kendisine teslim edilmemiş makine, alet ve edevatı kullanmamayı taahhüt eder” şeklinde, iş güvenliği talimatında da; “verilen görevi, tarif edilen şekilde yapacağım, işimden başka bir işe karışmayacağım, amirimin verdiği emre uyacağım” biçiminde hükümler bulunduğu, “iş sağlığı ve güvenliği, iş kazaları ve kişisel koruyucular” konularında eğitim aldığı, sanıkların bütün çalışanlarla birlikte öleni de çalışma prensipleri ile riskleri başta olmak üzere işçi sağlığı ve iş güvenliği konularında bilgilendirdiği, buna karşın altı yıldır aynı fabrikada çalışan ve üretim müdürü olarak görev yapan ölenin, görev alanının dışında bulunan makinelerin üzerinin örtülebilmesi için çatıya branda serilmesi konusunda, bu işleri yapmakla görevli teknik elemana talimat verdiği, bununla yetinmeyerek diğer işçilerin ikazlarını gözardı edip, herhangi bir güvenlik önlemi almadan çatıya çıktığı, çatıda ayağında bot, kafasında baret, belinde emniyet kemeri ile çalışıp makinenin üstünü brandayla kapatma işini bitiren ve inmek üzere merdivene doğru yürümekte olan görevliyi kırılgan malzemeden yapılmış aydınlatmanın üzerine basmaması hususunda uyardığı, ancak kendisinin bu bölüme basması sonucunda yaklaşık altı metre yükseklikten beton zemine düşerek hayatını kaybettiği olayda; ağır ve riskli işler kapsamında olan, ancak daha önce iş kazasının yaşandığına ilişkin dosyada herhangi bir bilgi ya da belge bulunmayan fabrikada, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin gerektirdiği önlemlerin alındığı, çalışanların mesleki riskler ve korunma yolları konularında yeterince bilgilendirildiği, gerekli yerlere uyarı levhaları asıldığı, bu bağlamda “çatıya çıkmak yasaktır” ikazının da bulunduğu, işçilere lüzumlu ekipmanların verildiği, olay tarihinde çatıda çalışan işçinin baret, bot ve emniyet kemeri kullandığı, bu bilgilendirme ve uyarılara rağmen, üretimden sorumlu olup, mermerlerin kalitesini kontrol etmekle görevli olan, çatı veya çatıda yapılan işle ilgili sorumluluğu bulunmayan ölenin, işletme müdürü ya da fabrika sahibinden talimat veya izin almadan ve gerekli malzemeleri de kullanmadan sorumluluk alanı dışında bulunan ve daha önce hiç çıkmadığı çatıya çıkarak çatıda çalışan işçiyi polyester malzemeden yapılmış aydınlatma kısımlarına basmaması konusunda ikaz etmesine rağmen, kendi dikkatsiz ve tedbirsiz davranışları sonucu aynı yere basarak düştüğü hususları göz önüne alındığında, neticenin ölenin kendi hareketi sonucu meydana geldiği, çatıya branda sermesi ya da yapılan işi kontrol etmek üzere çatıya çıkması hususunda ölene herhangi bir talimat vermeyen ve çalışanları sürekli gözetlemelerine imkan bulunmayan fabrika sahibi ve işletme müdürünün iş güvenliği ve işçi sağlığı konusunda yeterli önlem alınıp alınmadığını denetlemedikleri, uyarı levhalarını gerekli yerlere astırmadıkları veya fabrikada merdiven ya da seyyar bir platform bulundurmadıkları kabul edilse bile, bu hareketleriyle meydana gelen zararlı netice arasında nedensellik bağı bulunmadığı, çatıyla ilgili doğrudan bir faaliyet göstermeyen fabrikada çatı merdiveni ya da platform bulundurulmamasının da sonuca doğrudan etkili olmadığı, meydana gelen zararlı neticeye ölenin kendi hareketiyle sebebiyet verdiği, sanıklara izafe edilebilecek herhangi bir kusur bulunmadığı, sanıklara kusur yükleyen bilirkişi raporlarının da mahkemeyi bağlayıcı nitelikte olmadığı anlaşıldığından, sanıkların atılı suçtan beraatlarına karar verilmesi gerekmektedir.

Bu itibarla, yerel mahkeme direnme hükmünün, bir kişinin ölümüyle neticelenen iş kazasında sanıklara atfı kabil kusur bulunmadığı ve beraatlarına karar verilmesi gerektiğinin gözetilmemesi isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmelidir.

Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyesi Doç. Dr. İ. Ş.;

“Ölenin çalıştığı işyerindeki görevi dikkate alındığında, üretimle doğrudan bağlantılı olan makinaların üzerinin dışa karşı korunmasına ilişkin çalışması, çatıya çıkması, göreviyle bağlantılıdır. Ölen, kendisi de kusurlu olsa bile, göreviyle bağlantılı çalışırken işverenin gerekli tedbirleri almaması nedeniyle hayatını kaybetmesinde işverene tam olarak kusursuz denilemez. Bir başka deyişle bu halde ölenin tam kusurlu olduğundan söz edilemez.

İşletme Müdürü M.. U..; ‘Y.. K..’ya yağmur yağarsa diye makinaların üstünü yerden branda ile örtün şeklinde haftalar önce talimatım vardır’ demesi, Y.. K..’nun ölenin kendisine aynı talimatı verdiğini, dikkatli olması yönünde uyarıda bulunduğunu belirtmesi karşısında ölenin adı geçen tanığın çatıya çıkması üzerine kendisinin de kontrol için çatıya çıkması sonrası kazanın meydana geldiği anlaşılmıştır.

Kazanın, çatıdaki şeffaf eternitin sağlam olmamasından kaynaklandığı bir gerçektir.

Çalışma Ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Baş İş Müfettişinin yaptığı inceleme sonrası yasal dayanaklarını ve gerekçelerini de göstererek raporunda ölen ile işverenin yüzde ellişer oranında kusurlu olduklarına ilişkin raporu bulunmaktadır.

Ayrıca daha sonra alınan birden çok bilirkişi raporlarının tamamında işverenin kusurunun gerekçeleriyle belirlenmiş olduğu da sabittir.

Bu raporların tamamında, kusur oranları farklı olsa da, işverenin kusursuz olduğuna ilişkin bir görüş bulunmamaktadır.

İşyerinin çalışma koşullarının hukuka uygun olup olmadığı, işin uzmanlarınca belirlenmesi gereken bir husustur. Çalışanların dikkat ve özen yükümlülükleri bulunmakla beraber işverenin de işyerinde yasada öngörülen tedbirleri almak mecburiyeti bulunmaktadır. İş Yasasının suç tarihinde yürürlükte olan düzenlemelerinde işverenin yükümlülüklerine yer verilmiştir. Çalışma Ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Baş İş Müfettişi raporunu bu maddelerdeki düzenlemelere dayandırmıştır.

Bu nedenlerle, bilirkişilerin raporlarında doyurucu gerekçelerle izah edildiği gibi, işveren, yasa ve diğer mevzuatlarda öngörülen gerekliliklere ve zorunluluklara uymaksızın gerekli önlemleri yeterince almaksızın insan çalıştırması karşısında, iş yerinde üretim müdürü olarak çalışan ölenin ölümünün işiyle çalışma ve kontrolle ilgili olması karşısında, sanıklara kusurları gözetilerek mahkumiyet kararı veren mahkeme kararının hukuka uygun olduğu, …”

Genel Kurul Başkanı ve onsekiz Genel Kurul Üyesi de; “meydana gelen kazaya sanıkların fabrikaya sonradan alınan ve üretime başlayan makinaların bulunduğu mekanın üzerini bir şekilde kapatmaları gerekirken, ihmali ve duyarsız davranışları sonucu olarak, makinalarda çalışan işçilerin yağmur ve güneşten olumsuz etkilenmelerini önlemek ve makinaları koruma amacına yönelik çalışma sırasında ölene tam kusur atfedilmesini, işin uzmanları bilirkişiler de birbirini teyit eden raporlarıyla uygun görmeyip sanıkların ikinci derecede kusurlu olduklarını belirtmişlerdir bu itibarla yerel mahkeme mahkûmiyet hükmünün onanması gerektiği” düşüncesiyle karşıoy kullanmışlardır.

Sonuç: Açıklanan nedenlerle;

1- Denizli 8. Asliye Ceza Mahkemesinin 25.01.2013 gün ve 1028-57 sayılı direnme hükmünün, sanıklara atfı kabil kusur bulunmadığı ve beraatlarına karar verilmesi gerektiğinin gözetilmemesi isabetsizliğinden BOZULMASINA,

2- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 24.03.2015 günü yapılan müzakerede yeterli yasal çoğunluk sağlanamadığından 31.03.2015 tarihinde yapılan ikinci müzakerede oyçokluğu ile, karar verildi.


UYARI

Web sitemizdeki tüm makale ve içeriklerin telif hakkı Av. Baran Doğan’a aittir. Tüm makaleler hak sahipliğinin tescili amacıyla elektronik imzalı zaman damgalıdır. Sitemizdeki makalelerin kopyalanarak veya özetlenerek izinsiz bir şekilde başka web sitelerinde yayınlanması halinde hukuki ve cezai işlem yapılacaktır. Avukat meslektaşların makale içeriklerini dava dilekçelerinde kullanması serbesttir.

Makale Yazarlığı İçin

Avukat veya akademisyenler hukuk makalelerini özgeçmişleri ile birlikte yayımlanmak üzere avukatbd@gmail.com adresine gönderebilirler. Makale yazımında konu sınırlaması yoktur. Makalelerin uygulamaya yönelik bir perspektifle hazırlanması rica olunur.

Paylaş
RSS