0 212 652 15 44
Çalışma Saatlerimiz
Hafta İçi 09.00 - 18.00

AİHM ve Yargıtay Kararlarında Suç ve Düşünceyi İfade Özgürlüğü

(Y12CD-K.2022/5270)

İfade özgürlüğü; çoğulcu ve anayasal demokrasilerin temel taşlarındandır. Farklı tanımlara yer verilmekle birlikte genel kabule göre, ifade özgürlüğü; insanın serbestçe haber, bilgi ve başkalarının fikirlerine ulaşabilmesi, edindiği fikir ve kanaatlerden dolayı kınanmaması ve bunları tek başına veya başkalarıyla birlikte meşru yöntemlerle dışa vurabilme imkan ve serbestisidir. İfade özgürlüğü, sadece “düşünce ve kanaat sahibi olma”yı değil, “düşünce ve kanaatlere ulaşma” ve “düşünce ve kanaatleri açıklama, yayma” özgürlüklerini de kapsamaktadır. Ayrıca ifade tarzları, biçimleri ve araçları da bu özgürlük kapsamında değerlendirilmektedir.

İfade özgürlüğü; insan hakları hukuku belgelerinde ve anayasalarda, temel haklar ve ödevler kategorisinde, birinci kuşak haklar arasında yer almaktadır. Bu nedenle çoğulcu demokrasilerde ifade özgürlüğü; herkes için geçerli, özüne dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez bir hak ve yaşamsal bir özgürlük niteliğindedir. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının (Anayasa) “Düşünce ve kanaat hürriyeti” başlıklı 25. maddesinde; “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.” ve “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” başlıklı 26. maddesinde; “Herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar…” şeklindeki düzenlemelerle ifade özgürlüğü anayasal güvence altına alınmıştır.

Hemen belirtmek gerekir ki, Anayasanın 90. maddesinin son fıkrası; usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmaların kanun hükmünde olduğu, bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamayacağı, temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümlerinin esas alınacağı hükmünü içermektedir. Bu nedenle iç hukukumuz açısından, Türkiyenin taraf olduğu 4 Kasım 1950 tarihli İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme’de (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi-AİHS) ifade özgürlüğünün nasıl düzenlendiği ve AİHS’nin esas uygulayıcısı ve içtihat mercii olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) ifade özgürlüğüne yaklaşımı önem kazanmaktadır.

AİHS’nin “İfade özgürlüğü” başlıklı 10. maddesinin 1. fıkrasına göre; “Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerir.”

AİHM’e göre ifade özgürlüğü, demokratik bir toplumun en önemli temellerinden olup, toplumsal ilerlemenin ve her kişinin gelişiminin başlıca koşullarından birini teşkil etmektedir. AİHS’nin 10. maddesinin 2. fıkrası saklı kalmak koşuluyla, ifade özgürlüğü, yalnızca iyi karşılanan ya da zararsız veya önemsiz olduğu düşünülen değil, aynı zamanda kırıcı, hoş karşılanmayan ya da kaygı uyandıran “bilgiler” ya da “düşünceler” için de geçerlidir. Çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirlilik bunu gerektirir ve bunlar olmaksızın “demokratik bir toplum” olmaz (Handyside/Birleşik Krallık, 5493/72, 07.12.1976). İfade özgürlüğü, özellikle kurulu düzene ters düşen, şoke eden ya da meydan okuyan fikirlerin korunması açısından önemlidir (Women On Waves ve diğerleri/Portekiz, 31276/05, 03.02.2009). Bununla birlikte ifade özgürlüğünün mutlak ve sınırsız olmadığı, kısıtlı da olsa sınırlandırılmasının gerektiği, hem ulusal hem de uluslararası alanda genel kabul görmüştür.

Bu amaçla Anayasanın 26. maddesinin 2. fıkrasında; “Bu hürriyetlerin kullanılması, milli güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngürdüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir.” hükmüne yer verilmiş; sınırlamanın sınırı da Anayasanın 13. maddesinde; “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” biçiminde düzenlenmiştir.

İfade özgürlüğünün sınırsız olmadığı AİHS’de de kabul edilmiş; AİHS’nin 10. maddesinin 2. fıkrasında ifade özgürlüğünün hangi nedenlerle ve hangi koşullarda sınırlandırılabileceği düzenlenmiştir. AİHM, ifade özgürlüğünün sınırlandırılmasına ilişkin bu düzenlemenin dar yorumlanmasını gerektiğini kabul etmektedir. Bunu gerçekleştirmek için de, ifade özgürlüğüne yapılan bir müdahalenin, “yasayla öngörülme”, “meşru amaç” ve “demokratik bir toplumda ‘gerekli’ olma” olarak belirlenen üç ölçüte sahip olup olmadığını sıkı bir şekilde denetlemektedir. AİHM’e göre, ifade özgürlüğü, AİHS’nin 10. maddesinin 2. fıkrasında da öngörülen “ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin otoritesinin ve tarafsızlığının güvence altına alınması” nedenleriyle (meşru amaç) erişilebilir ve öngörülebilir hukuki/yasal dayanağı bulunan (araç) ve demokratik bir toplumda gerekli (ölçülü) önlemler olması koşuluyla sınırlandırılabilecektir.

İfade özgürlüğüne yapılan bir müdahale açısından “yasayla öngörülme” ve “meşru amaç” ölçütleri genellikle tartışmaya yol açmamaktadır; ancak, “demokratik bir toplumda ‘gerekli’ olma” ölçütü için aynı şey söylenemez. AİHM’e göre, “demokratik bir toplumda ‘gerekli’ olma” koşulu, ifade özgürlüğüne yapılan müdahalenin toplumsal bir ihtiyaç baskısına karşılık gelmesi ve özellikle izlediği meşru amaçla orantılı olması anlamına gelir. Bir müdahalenin bu koşulları yerine getirip getirmediği konusunda ulusal makamlar belli bir takdir hakkına sahip olmakla beraber ulusal makamların gösterdiği gerekçelerin konuyla “ilgili ve yeterli” olup olmadığını denetleme yetkisi AİHM’dedir. Bu denetimi yerine getirirken, AİHM’in görevi; ulusal makamların yerini almak değil, fakat söz konusu makamların takdir yetkilerini kullanarak verdikleri kararların AİHS’nin 10. maddesi ile uyum içerisinde olup olmadığını davanın bütün unsurlarını ve ifade özgürlüğüne yapılan müdahalenin olası “caydırıcı etkisi”ni de göz önünde bulundurarak belirlemektir.

AİHM, birçok kararında, AİHS’nin 10. maddesinin sadece ifade edilen düşünce veya bilginin esasını değil, aynı zamanda bunların aktarılma biçimlerini de güvence altına aldığını belirtmiştir. Bu anlamda, AİHS’de özel olarak düzenlenmeyen basın özgürlüğü, AİHS’nin 10. maddesinde yer alan ifade özgürlüğü içerisinde ele alınmıştır. İç hukukumuzda ise Anayasanın 28. maddesinin birinci fıkrasında basının hür olduğu ve sansür edilemeyeceği, üçüncü fıkrasında basın ve haber alma özgürlüğü bakımından devletin pozitif yükümlülüklerinin bulunduğu, dördüncü fıkrasında da basın özgürlüğünün sınırlandırılmasında Anayasanın 26 ve 27. maddeleri hükümlerinin uygulanacağı hüküm altına alınmıştır.

Basın özgürlüğü, bir yönüyle halkı ilgilendiren haber ve görüşleri iletme özgürlüğüdür, diğer yönüyle ise bu özgürlük, halkın bu bilgi ve görüşleri alma hakkıdır. Bu şekilde basın kamuoyunun bilgi edinme hakkı bakımından birincil derecede önemi bulunan “halkın gözcülüğü” ya da “bekçisi” görevini yapabilir. (Observer ve Guardian/Birleşik Krallık, 13585/88, 26.11.1991). Bu görevini yerine getirmek için basına bir kısım haklar da tanınmıştır. Bunlar; bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarıdır. Böylece basına, ifade özgürlüğünü kullananlar arasında ayrıcalıklı bir statü verilmiştir. Ancak basın özgürlüğünün de sınırsız olmadığı, basın ve yayın organlarının; bilgi edinme, bilgiyi yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarını kullanırken, kamu yararını gözetmek zorunda oldukları gibi, açıklamalarının görünür gerçeğe uygun ve güncel olup olmadığını özenle irdelemek, bunların açıklanış şekli ile konusu arasında düşünsel bir bağ kurmak, ölçülülük ilkesine de uygun davranmak mecburiyetinde oldukları unutulmamalıdır.

İfade özgürlüğü ve ifade özgürlüğünün ayrılmaz bir parçası olan basın özgürlüğüne ilişkin gerek Anayasa gerek AİHS hükümlerine uygun davranılmaması, devletin pozitif ve negatif yükümlülüklerine aykırı hareket etmesi anlamına gelecektir. Zira, negatif yükümlülük kapsamında yetkili makamlar, zorunlu olmadıkça ifadenin açıklanmasını ve yayılmasını yasaklamamalı ve yaptırımlara tabi tutmamalı; pozitif yükümlülük kapsamında ise ifade özgürlüğünün gerçek ve etkili bir biçimde korunması için gerekli önlemleri almalı, ifade özgürlüğünden yararlanma hakkı ile diğer kişilik haklarının korunması arasında adil bir denge kurmalıdır. Adil bir dengenin sağlanmasında hukuki düzenlemeler kadar bu düzenlemelerin uygulamaya yansıması da önem taşımaktadır.

Bu noktada AİHM kararları, AİHS’e taraf olan devletlerde uygulamayı şekillendirmektedir. AİHM, ifade özgürlüğü ile aynı öneme sahip diğer bir hakkın (özel hayata saygı hakkı, şeref ve itibarın korunması hakkı gibi) karşı karşıya geldiği durumlarda; ifadenin kamu yararına ilişkin tartışmaya katkısı, ifadenin muhatabının tanınmışlık düzeyi ve konumu, ifade sahibinin tanınırlığı ve daha önceki tutumları, ifadenin amacı, içeriği, şekli ve etkileri, bilginin elde edilme yöntemi ve doğruluğu, yaptırımın ağırlığı gibi kriterleri göz önüne alarak çatışan haklardan birini diğerine tercih etmektedir. (Axel Springer AG/Almanya, 39954/08, 07.02.2012). AİHM’e göre, öncelikle ifadelerin bir “olgu isnadı” mı yoksa bir olay ya da durum konusunda bakış açısını veya kişisel bir değerlendirmeyi ortaya koyan “değer yargısı” mı olduğu belirlenmelidir. Zira olgu isnadı kanıtlanabilir bir husus iken, bir değer yargısının kanıtlanmasının istenmesi dahi ifade özgürlüğüne müdahale sayılabilecektir. Yargılamaya konu olan ifadeler eğer bir değer yargısı içermekte ve somut bir olgu isnadından bahsedilemeyecekse değer yargılarını destekleyecek “yeterli bir altyapı”nın mevcut olup olmadığı AİHM tarafından göz önünde bulundurulmaktadır. Zira değer yargılarının dahi belli düzeyde olgusal temel içermesi gerektiği kabul edilmektedir. Öte yandan, hiçbir veriye dayanmayan ve hiçbir altyapısı bulunmayan bir değer yargısı, AİHM tarafından da ifade özgürlüğü sınırları içerisinde kabul görmemektedir. Olgu isnadı içeren ifadeler konusunda ise en azından ilk bakışta güvenilir görünen delil sunulması ve iddiaların gerçekliğinin ispatına yönelik delil sunulmasına olanak sağlanması gerektiği kabul edilmektedir. Eğer bir bilgi, kamunun geneli tarafından zaten biliniyorsa bir değer yargısını destekleyecek gerçekleri ortaya koyma şartı daha az aranmaktadır. AİHM, özellikle kamu yararı bulunan konularda, ifadeleri bir bütün halinde ve olayın bütünselliği içerisinde değerlendirmekte, “değer yargısı” kavramının anlamını geniş tutarak, ifade özgürlüğünü gözeten bir yorum yapmaktadır.

Gerçek dışı olgulara dayalı iddia olarak nitelenen açıklamalar bakımından AİHM, başvurucuların bu tür ifadelerin ortaya konulmasından ve yayımlanmasından sorumlu olup olmadıklarını ve bu tür bilgilerle diğer kişileri aldatmayı amaçlayıp amaçlamadıklarını dikkate almaktadır. AİHS’nin 10. maddesinin 2. fıkrası gereğince, başta basın ve yayın organları olmak üzere, ifade özgürlüğünü kullananların, bu özgürlüğü kullanırken, “görev ve sorumlulukları” da vardır ve AİHM’e göre, AİHS’nin 10. maddesinin basına tanıdığı güvence, gazetecilerin “iyi niyetli ve doğru olgular temelinde” hareket etmeleri ve gazetecilik etiğine uygun biçimde “doğru ve güvenilir” bilgi sunmaları koşuluna bağlıdır. (Fatullayev/Azerbaycan, 40984/07, 22.04.2010).

Ancak önemle vurgulamak gerekir ki, yasa dışı yöntemlerle kaydedilen ya da yasal olmayan yollarla ele geçirilen ses ya da görüntü kayıtlarının açığa çıkarılması ve/veya yayılması, tek başına ve her zaman ifade özgürlüğünün kullanılması için öngörülen sorumluluklara uygun davranılmadığını göstermez. Özellikle basının, başkalarının özel hayatlarına saygı gösterme ve itibarlarını koruma gibi çizilmiş sınırları aşmaması gerekmesine rağmen toplum ve devlet hayatını ilgilendiren meselelerde bilgi vermesi de demokrasinin düzgün bir şekilde işlemesinin sağlanmasına ilişkin temel görevi bağlamında bir zorunluluktur. Bir başka anlatımla halkın genelini ilgilendiren ve kamu yararı bulunan tüm olaylar hakkında, halkı objektif ve gerçekleri yansıtacak biçimde aydınlatma, çeşitli sorunlar üzerinde kamuoyunu düşünmeye çağıracak tarzda tartışmalar açma, onu toplumsal ve siyasal oluşumlar üzerinde doğru ve gerçeğe uygun bilgilerle donatma, yöneticileri eleştirme, uyarma ve bu yöntemlerle denetleme, içinde yaşadığı toplumun ve tüm insanlığın sorunları konusunda bireyi bilinçlendirme aynı zamanda basının görevlerindendir. Dolayısıyla gizli bir kaydın açığa çıkarılması ve/veya yayılması durumunda, kamu yararı, kişilik haklarının korunmasına kıyasla daha önemli ise, basın etiğine uygun tarzda davranılmış ve hukuka aykırı hareket edilmemiş olmak koşuluyla, ifade özgürlüğünün bir tezahürü olan basın özgürlüğü lehine tavır alınmalıdır.

Basın ve yayın organlarının ifade özgürlüğü, içinde bulundukları konum, mesleki faaliyetleri ve görevleri nedeniyle kamuoyu tarafından tanınan kişilerin görüş ve davranışlarını tanıtmak ve yargılamak için en iyi araçlardan birisini sunmaktadır. Bu bağlamda gerek iç hukukumuzda gerek AİHM kararlarında, kamuya mal olmuş kişilere yönelik eleştirilerin izin verilen sınırlarının toplumda yer alan diğer vatandaşlara nazaran daha geniş olduğu kabul edilmektedir. Özellikle siyasetçilerin, hem halkın hem de gazetecilerin yakın denetimine açık olan kamuya mal olmuş kişi haline gelmeyi bilerek tercih ettikleri, bu nedenle de kendilerine yönelik eleştirileri anlayışla karşılamak ve eleştirilere daha geniş bir hoşgörü göstermek zorunda oldukları benimsenmektedir.

Bununla beraber Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar, milletvekilleri, politikacılar, bürokratlar, diplomatlar, bilim adamları, sanatçılar, sporcular gibi kamuoyu tarafından tanınan kişilere yönelik eleştirilerin izin verilen sınırlarının, toplumda yer alan diğer kişilere oranla daha geniş olmasının, bu kişilerin özel hayatlarına, onur, şeref ve saygınlıklarına ağır ve haksız saldırılarda bulunulabileceği anlamına gelmediği de gerek iç hukukumuzda gerek AİHM kararlarında yerleşmiş bir ilkedir. Buna göre ifadenin muhatabının konumu, ifadeyi kullananlar açısından sınırsız bir ifade özgürlüğü alanı bahşetmez. Bu nedenle demokratik toplumların çoğunda; ifade özgürlüğü kalkanı arkasına gizlenerek, kişileri yalnızca karalamak, aşağılamak, asılsız suçlamalarda bulunmak, kişilerin özel hayatlarına ölçüsüz saldırıda bulunmak gibi ifade özgürlüğü hakkının açıkça kötüye kullanıldığı durumlar, hukuken korunmamaktadır. Bu anlamda; iftira, küfür, onur, şeref ve saygınlığı zedeleyici keyfi söz ve beyanlar ile özel hayata ve hayatın gizli alanına karşı saldırılar, müstehcen içerikli söz, yazı, resim ve açıklamalar, savaş kışkırtıcılığı, hukuk düzenini cebir yoluyla değiştirmeyi hedefleyen, nefret, ayrımcılık, düşmanlık ve şiddet yaratmaya yönelik olan ifadeler, ifade özgürlüğü kapsamı dışında değerlendirilebilmektedir.

Bu konuda son olarak vurgulamak gerekir ki, ifade özgürlüğü kullanılırken, AİHS’nin “Adil yargılanma hakkı” başlıklı 6. maddesinin 2. fıkrasında, “Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar masum sayılır.” ve Anayasanın 38. maddesinin 4. fıkrasında, “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.” biçiminde düzenlenen suçsuzluk (masumiyet) karinesine de saygı gösterilmelidir. Suçsuzluk karinesi, kişinin suçlu olduğunu yansıtan ve toplumu kişinin suçlu olduğuna inandıran veya yetkili yargı organının olay ve olguları değerlendirirken önyargılı davranmasına neden olabilecek açıklama veya fiillerle ihlal edilebilmektedir. (Y.B. ve diğerleri/Türkiye, 48173/99 ve 48319/99, 28.10.2004)

Butkevicius/Litvanya davasında, Litvanya Parlamentosu Başkanı, basına, Litvanya Savunma Bakanı olan başvurucunun bir otel lobisinde Amerikan dolarıyla dolu bir mektup taşırken yakalandığını, başvurucunun rüşvet aldığına ve bir rüşvetçi olduğuna dair hiçbir şüphesinin bulunmadığını ifade etmiştir. Başvurucu daha sonra hile yoluyla gelir elde etmek suçundan mahkum edilmesine rağmen AİHM, bu ifadeleri, AİHS’nin 6/2. madde ve fıkrasındaki suçsuzluk karinesini ihlal eder nitelikte açıklamalar olarak kabul etmiştir (Butkevicius/Litvanya, 48297/99, 26.03.2002).

Allenet de Ribemont/Fransa davasında, üst düzey bir polis görevlisi, kendisini destekler nitelikte yorumlar yapan diğer görevlilerle birlikte, başvurucunun cinayeti azmettiren kişilerden birisi olduğunu ifade etmiştir. AİHM, yüksek rütbeli polis memurlarının, hiçbir kısıtlama veya çekince koymaksızın, başvurucu hakkında bir cinayetin azmettiricisi olduğunu söylemelerinin, ilk olarak kamuoyunda başvurucunun suçlu olduğuna dair önyargı oluşturmaya teşvik ettiğini, ikinci olarak da yetkili yargı organınca yapılacak değerlendirmeyi etkiler nitelikte olduğunu belirterek AİHS’nin 6/2. madde ve fıkrasının ihlal edildiğine karar vermiştir (Allenet de Ribemont/Fransa, 15175/89, 10.02.1995).

Suçsuzluk karinesine, sadece yargı organları ile diğer kamu görevlileri değil, basın ve yayın organları da saygı göstermek zorundadır. Bu nedenle basın ve yayın organları, yürütülmekte olan adli bir soruşturma ya da devam etmekte olan bir ceza davası ile ilgili haber, yorum ve eleştiri yaparken, kişilerin suçlu olarak damgalanmalarına yol açacak ifadeleri kullanmamalıdır. Zira, bir kişinin suçluluğuna ya da suçsuzluğuna, basın ve yayın organları değil, hukuk kurallarına riayet eden yetkili yargı organlarınca karar verilir. Aksi takdirde, sadece suçsuzluk karinesi değil, yargı otoritesi de zedelenir. AİHM, Sunday Times/Birleşik Krallık davasında bu durumu şöyle özetlemiştir: “Eğer uyuşmazlıkta ortaya çıkan sorunlar, halkın peşin hükümlere varmasına yol açacak bir biçimde açığa vurulacak olursa, mahkemeler kendilerine duyulan saygı ve güveni kaybedebilirler. Ayrıca halkın, basın ve yayın organlarında sahte yargılamaları düzenli olarak görmeye alışmasının, mahkemelerin hukuki uzlaşmazlıkların çözümü için uygun bir forum oldukları anlayışına karşı uzun dönemde kötü sonuçlar doğurabileceği gözden uzak tutulamaz” (Sunday Times/Birleşik Krallık, 6538/74, 26.04.1979).

Tourancheau ve July/Fransa davasında, bir gazeteci, bir cinayet ile ilgili yürütülmekte olan soruşturma hakkında yazdığı yazı nedeniyle mahkum olmuştur. Söz konusu yazıda, hakkında soruşturma yürütülen kadının açıklamaları ve bu kişinin erkek arkadaşının ifadelerinden bölümler aktarılmıştır. Kadının erkek arkadaşının fotoğrafının altında, kendisinin salıverildiği halde erkek arkadaşının hala cezaevinde olduğuna dair bir açıklama yer almıştır. AİHM, başvurucunun yazısının tutuklu olan diğer şüphelinin suçlu olduğunu ima eden üslup içerdiğini ve yazının genel olarak kamu yararı taşıyan bir konuyu da gündeme getirmediğini vurgulamış, bahse konu soruşturma ile ilgili bilgi alma ve yayma özgürlüğünden doğan yararın, kişilerin masum sayılma hakkına ve yargı organının otorite ve tarafsızlığını sağlama endişesine üstün gelmediğini gözeterek, AİHS’nin 10. maddesinin ihlal edilmediğine karar vermiştir (Tourancheau ve July/Fransa, 53886/00, 24.11.2005).

Ageyevy/Rusya davasında, evli olan başvuranlar, biri erkek, diğeri kız olan iki küçük çocuk evlat edinmişlerdir. 20 Mart 2009 tarihinde meydana gelen erkek çocuğun evde ağır bir şekilde yandığı ve tedavi olmak üzere hastaneye gitmek zorunda kaldığı olayın ardından yetkililer istismar varlığından şüphelendiklerinden çocukları devlet koruması altına almışlardır. 2010 yılının Kasım ayında ilk başvuran, kendisine yöneltilen suçlamalardan beraat etmiş, ikinci başvuran ise çocukların bakımına ilişkin görevlerini yerine getirmeme ve çocukların sağlığına kasıtlı olarak hafif zarar verme suçlarından mahkum edilmiştir. İkinci başvuran, diğer sebeplerin yanı sıra, oğluna kötü muamele yaptığı iddialarına yer veren basın bildirilerine karşı açtığı hakarete ilişkin davada yerel mahkemeler tarafından itibarının korunmadığını ileri sürerek AİHM’e başvurmuştur. AİHM’e göre, evlat edinilmiş bir çocuğa karşı aile içi şiddet uygulandığı şüphesi toplum tarafından önemli olarak değerlendirilebilecek bir husustur. Ancak makalelerde zamansız, gerçeklere dayanmayan, yanlış ve onur kırıcı değerlendirmeler yapılmıştır. Ayrıca gazetecilerin iyi niyetli davranıp davranmadıkları ve gazetecilik ahlakına uygun olarak güvenilir ve doğru bilgiler sunup sunmadıkları yakından incelenmemiştir. Dava dosyasında gazetecilerin “iyi niyetli” davranmadıklarına işaret eden herhangi bir emare bulunmamasına rağmen gazetecilerin olayı tarafsız ve dikkatli bir şekilde bildirmek üzere gerekli adımları atmadıkları ve bunun yerine olayın ardındaki gerçekleri abartma veya basitleştirme çabasına girdikleri anlaşılmıştır. Bu koşullar altında AİHM, yerel mahkemelerin basın şirketinin ifade özgürlüğünün korunmasıyla ilgili olarak ileri sürdüğü gerekçelerin, ikinci başvuranın itibarının ve masumiyet karinesi hakkının korunmasından daha önemli mahiyette olduğuna ikna olmamıştır (Ageyevy/Rusya, 7075/10, 18.04.2013).

Worm/Avusturya davasında, gazeteci olan başvurucu, eski bir Başbakan Yardımcısı ve Maliye Bakanı hakkında vergi kaçakçılığı suçlamasıyla devam eden ceza yargılaması ile ilgili kaleme aldığı bir yazıdan dolayı “devam etmekte olan bir ceza yargılamasını yasaklanan bir şekilde etkilediği” gerekçesiyle Basın Kanununun 23. maddesi gereğince mahkum edilmiştir. Başvurucu, yazısında geçen “…beyan edilmemiş para içeren yedi hesap ve bu hesaptan yapılan fon akışı, vergi yetkililerine onun vergi kaçırdığı yorumundan başka yorum bırakmamıştır.” ibarelerinin, duruşma esnasında Cumhuriyet savcısı tarafından yapılan açıklamalardan bir alıntı olduğunu, yazısının konusunun eski bir Maliye Bakanının görevdeyken işlediği vergi suçlarından ötürü yargılanması olduğu için, tartışmasız olarak kamu yararı bulunması nedeniyle eleştiri sınırlarının daha geniş olması gerektiğini ve ifade özgürlüğünün ihlal edildiğini ileri sürmüştür. AİHM, yargılanmakta olan kişinin suçlamalardan sorumlu olduğunu açık şekilde ifade eden ve kullanılan mutlak sözcüklerle okuyucuya ceza mahkemesinin imkan dahilinde yargılananı mahkum etmekten başka bir şey yapamayacağı izlenimi veren “beyan edilmemiş para içeren yedi hesap ve bu hesaptan yapılan fon akışı, vergi yetkililerine onun vergi kaçırdığı yorumundan başka yorum bırakmamıştır.” ibarelerinin, Cumhuriyet savcısından alıntı yapılması halinde dahi alıntı yapıldığının açıkça gösterilmesi gerektiğini, kişileri suçlamanın başvurucunun değil, Cumhuriyet savcısının görevi olduğunu, ayrıca, kamuya mal olmuş kişilerin de diğer vatandaşlarla aynı ölçüde adil yargılanma haklarının olduğunu, kabul edilebilir eleştiri sınırlarının, kasten olsun veya olmasın, kişiyi adil yargılanmaktan alıkoyacak veya yargı organlarına olan güveni sarsacak ifadeleri kapsamayacağını, bu durumun devam eden cezai yargılama işlemleri hakkında yorum yaparken gazeteciler tarafından göz önünde bulundurulması gerektiğini vurgulamış, AİHS’nin 10. maddesinin ihlal edilmediğine karar vermiştir (Worm/Avusturya, 22714/93, 29.08.1997).

Bununla birlikte, basın ve yayın organlarının, yürütülmekte olan adli bir soruşturma ya da devam etmekte olan bir ceza davası ile ilgili haber, yorum ve eleştiri yapma hakları, tamamen yasaklanamaz.

Weber/İsviçre davasında, başvurucu bir basın konferansında, devam eden bir soruşturmayı ilgilendiren bir basın açıklaması yapmış ve bundan dolayı cezalandırılmıştır. AİHM, bu bilgilerin daha önceki basın konferansında açıklandığını dikkate alarak, toplumun önceden bildiği olayların gizliliğini korumada artık yarar bulunmadığını ve bu ifadelerden dolayı başvurucuyu cezalandırmanın demokratik toplumda gerekli olmadığını kabul etmiştir (Weber/İsviçre, 11034/84, 22.05.1990).

Dupuis ve diğerleri/Fransa davasında, AİHM, “Başkan’ın Kulakları” isimli kitaplarında bir ceza soruşturmasına ilişkin gizli bilgileri ifşa eden iki gazetecinin ve bir yayıncının ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine oybirliğiyle karar vermiştir. Kitabın konusu itibariyle kamuoyunu yakından ilgilendirdiğini, kitapta bahsedilen kişinin bir siyasetçi olması nedeniyle kamunun bilgilenme hakkı olduğunu vurgulayan AİHM, ceza soruşturmasının gizliliğinin hem soruşturmanın sıhhati bakımından hem de şüphelinin suçsuzluk karinesinden faydalanması için önemli olduğunu belirtmesine rağmen kitabın yayınlandığı dönemde zaten soruşturmaya ilişkin çok sayıda haberin yayımlanmış olduğu ve söz konusu kişi hakkında soruşturma olduğunun kamuoyu tarafından bilindiği gerekçesiyle soruşturmanın gizliliğinin daha üstün bir menfaat olmadığına karar vermiş, soruşturmaya konu olan olayla ilgili kamuoyunda geniş bir tartışma olması karşısında dava konusu kitabın soruşturmanın gizliliğini ihlal etmesi ve yargılama sürecini etkilemesi mümkün görülmemiştir (Dupuis ve diğerleri/Fransa, 1914/02, 07.06.2007).

Bütün bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;

İddiaya konu haber yayımlanmadan önce, basın ve yayın organlarında “17-25 Aralık Operasyonu” olarak isimlendirilen ve ülke gündemini uzun süre meşgul eden bir dizi olay yaşanmıştır. 17.12.2013 ve 25.12.2013 tarihlerinde, İstanbul Cumhuriyet Savcılığının talimatıyla aralarında siyasiler ve iş adamları gibi tanınmış kişilerin de bulunduğu pek çok kişi gözaltına alınmıştır. Gözaltına alınan kişilere rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma ve kaçakçılık gibi suçlamalar yöneltilmiştir. Hükümet ise yaşananları adli soruşturma kılıfına dayanılarak ve hukuk alet edilerek siyasal iktidarı düşürmeye yönelik bir operasyon olarak nitelendirmiş ve bu operasyonun devlet içinde örgütlenmiş, devletin olanaklarını kullanarak siyaseti dizayn etmeye çalışan Fetullah Gülen’in liderliğini yaptığı gizli bir yapılanma tarafından yürütüldüğünü ifade etmiştir. Hükümet, devleti ele geçirmek isteyen bir paralel yapıya vurgu yapmış ve bu yapı ile bağlantılı olduğu değerlendirilen çok sayıda bürokratı görevden almıştır. Bu tarihten sonra Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/PDY) olarak tanımlanan bu yapılanmaya karşı çok sayıda adli soruşturma başlatılmıştır.

17-25 Aralık soruşturmalarının ardından, anılan soruşturmalarla ilgili bazı bilgi ve belgeler internet ortamında yayımlanmış; ayrıca, siyasal alanda sert tartışmaların başladığı ve ülkenin 30 Mart 2014 tarihinde yapılacak olan mahalli idareler genel seçimlerine odaklandığı bu süreç içerisinde, aralarında Başbakan ve bazı bakanların olduğu birçok hükümet yetkilisine, bürokrata ve iş adamına ait olduğu iddia edilen ses kayıtları da ifşa edilmiştir. İşte iddiaya konu haber bu dönemde hazırlanmıştır.

Sanıkların, iddiaya konu haber içeriklerindeki belge ve bilgileri, doğrudan “17-25 Aralık Operasyonu” olarak nitelendirilen soruşturma dosyalarından temin ettiklerine dair bir delil elde edilmemiş, gerek sanıklar müdafii tarafından 24.06.2014 tarihli dilekçe ekinde sunulan belgelerden gerek internet sitelerindeki halen erişimi mümkün haber arşivlerinden söz konusu belge ve bilgilerin diğer basın ve yayın organları tarafından da yayımlandığı belirlenmiş, sanıklar, amaçlarının kamuoyunu bilgilendirmek olduğunu beyanla üzerlerine atılı suçu kabul etmemiştir.

Bu tespitlere göre; iddiaya konu haberin konusunun yayımlandığı tarihte güncel olduğu, halkın halihazırda bildiği 17-25 Aralık 2013 tarihinde yapılan operasyonların ardından yaşanan gelişmelere ilişkin yazının yeterli düzeyde olgusal temele dayandığı, gizliliği ihlal edildiği iddia olunan adli soruşturma dosyalarındaki şüpheliler ve şüphelilere yüklenen suçlarla katılanın kamuoyu tarafından tanınma nedeni ve toplum içindeki konumu dikkate alındığında katılan hakkında söz konusu haberin yapılmasında kamu yararı ve toplumsal ilginin bulunduğu, iddianamede soruşturma dosyalarında mevcut olduğu iddia edilen belge ve bilgilerin haberin yayımlandığı tarihten önce farklı basın ve yayın organları ile internet ortamında ifşa edilerek alenileştirilmiş ve herkes tarafından bilinebilecek bir nitelik kazanmış olması nedeniyle gizliliğin korunmasına ilişkin amacın önemli ölçüde ortadan kalktığı hususları birlikte değerlendirildiğinde; sanıklara yüklenen ve temyiz incelemesine konu edilen gizliliğin ihlali suçunun yasal unsurlarının oluşmadığı, aksi düşüncenin, gizliliğin ihlali suçu ile korunmak istenen değeri ölçüsüz bir şekilde genişletmek ve ifade özgürlüğü ile ifade özgürlüğünün ayrılmaz bir parçası olan basın özgürlüğünü ön plana çıkaran evrensel hukuk düşüncesiyle bağdaşmayan bir yorum anlamına gelebileceği anlaşıldığından, sanıklar hakkında beraat kararı verilmesine ilişkin yerel mahkemenin kabulünde bir isabetsizlik görülmemiş, tebliğnamedeki beraat hükümlerinin bozulmasını öneren nedenlere iştirak edilmemiştir.

UYARI

Web sitemizdeki tüm makale ve içeriklerin telif hakkı Av. Baran Doğan’a aittir. Tüm makaleler hak sahipliğinin tescili amacıyla elektronik imzalı zaman damgalıdır. Sitemizdeki makalelerin kopyalanarak veya özetlenerek izinsiz bir şekilde başka web sitelerinde yayınlanması halinde hukuki ve cezai işlem yapılacaktır. Avukat meslektaşların makale içeriklerini dava dilekçelerinde kullanması serbesttir.

Makale Yazarlığı İçin

Avukat veya akademisyenler hukuk makalelerini özgeçmişleri ile birlikte yayımlanmak üzere avukatbd@gmail.com adresine gönderebilirler. Makale yazımında konu sınırlaması yoktur. Makalelerin uygulamaya yönelik bir perspektifle hazırlanması rica olunur.

Paylaş
RSS