0 212 652 15 44
Çalışma Saatlerimiz
Hafta İçi 09.00 - 18.00

Dürüstlük Kuralına Aykırılık Sebebiyle Yargılama Giderlerinden Sorumluluk

HMK Madde 327

(1) Gereksiz yere davanın uzamasına veya gider yapılmasına sebebiyet vermiş olan taraf, davada lehine karar verilmiş olsa bile, karar ve ilam harcı dışında kalan yargılama giderlerinin tamamını veya bir kısmını ödemeye mahkûm edilebilir.

(2) Bir kişi davada sıfatı olmadığı hâlde, davacıyı, davalı sıfatı kendisine aitmiş gibi yanıltıp, kendisine karşı dava açılmasına sebebiyet verirse, davanın sıfat yokluğu nedeniyle reddi hâlinde, davalı yararına yargılama giderlerine hükmedilemez.



HMK Madde 327 Gerekçesi

Madde, 1086 sayılı Kanunun 418 inci maddesinin günümüz Türkçesine uyarlanmış şekli olup, esaslı bir değişiklik içermemektedir.

Birinci fıkra hükmüne göre, davada dürüstlük kuralına aykırı davranan taraf, lehine karar verilse dahi, yargılama giderlerinden sorumlu tutulabilecektir. Ancak, karar ve ilâm harcından bu durumda da davayı kaybeden sorumlu olacaktır.

Maddeye eklenen ikinci fıkrayla, davalı sıfatı mevcutmuş gibi davranarak kendisine karşı dava açılmasına sebebiyet veren kişinin, hakkında açılan davanın sıfat yokluğu nedeniyle reddedilmesi hâlinde, kendi yararına yargılama giderine hükmedilemeyeceği hususu ilâve edilmiştir.


HMK 327 (Dürüstlük Kuralına Aykırılık Sebebiyle Yargılama Giderlerinden Sorumluluk) Emsal Yargıtay Kararları


YARGITAY 1. HUKUK DAİRESİ Esas : 2016/5074 Karar : 2018/11498 Tarih : 26.06.2018

  • HMK 327. Madde

  • Dürüstlük Kuralına Aykırılık Sebebiyle Yargılama Giderlerinden Sorumluluk

Dava, hükmüne uyulan bozma ilamında belirtildiği üzere inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.

Davacı, davalılar ile 13.09.2006 tarihli taşınmaz satış ve finansman sözleşmesini akdettiklerini, sözleşme ile davalıların, kendisinin T.C Garanti Bankası A.Ş’ne olan 1.900.000 dolar olan borcunu ödeyeceğinin ve ayrıca asgari 1.000.000 euro finansman sağlayacağının kararlaştırıldığını, finansmanın karşılığında teminat amacıyla maliki olduğu 1093 parsel sayılı taşınmazının ¾ payını davalılara devrettiğini, kalan ¼ payın da davalıların kredi kullanabilmesi maksadıyla temlik edildiğini, davalılar ile arasındaki işlemin inançlı olduğunu ileri sürerek, çekişmeli taşınmazın tapu kaydının iptali ile adına tescilini istemiştir.

Davalı, iddiaların yersiz olduğunu, ¾ payın davacı ile akdettikleri 13.09.2006 tarihli inanç sözleşmesine dayalı olarak tescil olunduğunu, kalan ¼ payın ise 07.07.2009 tarihinde bedeli ödenmek suretiyle davacıdan satın alındığını, davacının inanç sözleşmesinde yüklenen yükümlülüklere aykırı hareket ettiğini, sözleşmeden doğan borçlarını ödemekten kaçınmak maksadıyla kötüniyetli dava açıldığını bildirip davanın reddini savunmuştur.

İddiaların kanıtlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine ilişkin olarak verilen karar, Dairece; ‘’ … 1) Somut olaya gelince; gerçekten de çekişme konusu … parsel sayılı taşınmazın 3/4 payı ile ilgili temlikin yukarıda sözüedilen davacı şirket ile davalı şirket arasında düzenlenen 13.9.2006 tarihli belge kapsamında bulunduğu, aynı taşınmazın 7.7.2009 tarihinde yapılan temlikinin ise kapsam dışında kaldığı sabittir. Öyle ise, 1/4 pay yönünden yapılan temlikin de teminat mukabili olduğuna ilişkin iddianın 5.2.1947 tarih, 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında aranan belgeye müstenit bulunmadığı gözetildiğinde sübut bulduğu söylenemez. Buna göre, anılan pay yönünden davanın reddi yönünde kurulan hükümde de bir isabetsizlik bulunmamaktadır. Davacının bu yöne değinen temyiz itirazı yerinde değildir, reddi ile anılan pay bakımından hükmün ONANMASINA. 2) Diğer taraftan, BK. 81 ( 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 97.md. ) maddesinde de edimini ifa etmeyenin karşı tarafı edimini ifaya zorlayamayacağı öngörülmektedir. Öyle ise, taraflar arasında işleyen alacak-borç ilişkisi gözetilerek gerektiğinde bilirkişi tetkikatı da yaptırılmak suretiyle borcun teminatını teşkil eden 3/4 payın devrinden dolayı davacı tarafın davalı şirkete bir borcunun olup olmadığının mahkemece saptanması, varsa borcun belirlenmesi ve davalı şirkete ödenmesi için mahkeme veznesine yatırılmasının temin edilmesi, ondan sonra iptal-tescil yönünden bir karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere bu pay bakımından da davanın reddi doğru değildir. ‘’ gerekçesiyle bozulmuş, mahkemece bozma ilamına uyularak yapılan yargılama neticesinde çekişmeli … parsel sayılı taşınmazdaki ¾ payın iptali ile davacı adına tesciline, ¼ payın davalı uhdesinde bırakılmasına, karar kesinleştiğinde davacı tarafça depo edilen bedelin davalı tarafa ödenmesine karar verilmiştir.

Hükmüne uyulan bozma ilamında belirtildiği üzere taraflar arasındaki çekişmeli taşınmazın ¾ pay temlikinin inançlı işlemden kaynaklandığı noktasında herhangi bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.

Asıl uyuşmazlık, taraflar arasında işleyen alacak – borç ilişkisi nedeniyle borcun teminatını teşkil eden 3/4 payın devrinden dolayı davacı tarafın davalı şirkete ne kadar borcunun bulunduğu, bir başka deyişle inançlı işlem nedeniyle davalılar tarafından davacıya ne kadar ödeme yapıldığı, davacının bu ödemelerden ne kadarını iade ettiği, hangi ödemelerin dikkate alınacağı, öte yandan çekişmeli taşınmaz üzerine davalı şirket adına kayıtlı iken Türk Ekonomi Bankası A.Ş lehine 15.07.2008 tarihinde tesis edilen 9.060.000,00TL’lik 1. derece %75 değişken faizli ipoteğin, iptal ve tescile karar verilirken kaldırılıp kaldırılmayacağı, kaldırılmayacak ise anılan takyidat bedelinin davacının depo edeceği miktardan mahsup edilip edilmeyeceği noktasında toplanmaktadır.

Öncelikle taraflar arasında yapılan ödemelerin incelenmesinde;

1- Türkiye Garanti Bankası A.Ş’nin 17.02.2012 tarihli cevabi yazısında; davacı … ve dava dışı … ’ın, dava dışı bir şirkete kefil olmaları nedeniyle davacı … isimli şirketin maliki olduğu dava konusu … sayılı parsel, inanç sözleşmesinde bahsedilen … ada … sayılı parseldeki 1, 3, 4, 6 ve 8 no’lu

bağımsız bölümler ile dava dışı … sayılı parsel hakkında ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla takip sırasında, bankanın 1.944.350,00 dolar bakiye alacağının; 1.395.000,00 dolarlık kısmının davalı … Grup Komünikasyon Ofis ve Haberleşme Ürünleri San. Tic. Ltd. Şti tarafından, kalan 549.350,00 dolarlık kısmının da diğer davalı … tarafından ödendiği, anılan taşınmazlar üzerindeki ipoteklerin kaldırıldığı ve borçluların ibra edildiği anlaşılmıştır. O halde, davalılar tarafından davacı tarafa 13.09.2006 tarihli protokol gereğince toplam 1.944.350,00 dolar ödendiği kayden sabit olup, bu husus tarafların da kabulündedir.

2- Gerek davacı tarafın 20.01.2014 havale tarihli gerekse davalıların 23.12.2013 tarihli beyan dilekçelerinde tabloda gösterilmek suretiyle belirttikleri üzere; davalılar tarafından davacı tarafa 10.07.2006 tarihinde 50.000,00 TL, 28.07.2006 tarihinde 50.000,00 TL, 18.08.2006 tarihinde 50.000,00 TL, 12.10.2006 tarihinde 462.500,00 TL ve tarih konusunda uyuşmamakla birlikte ( bu hususun açıklığa kavuşturulması gerektiği ) 22.313,80 TL ödeme yapıldığı, davacı tarafından da davalılara 19.12.2006 tarihinde 150.000,00 TL, 19.12.2006 tarihinde 606.269,00 TL ve 27.08.2008 tarihinde 12.680,00 TL ödeme yapıldığı tarafların kabulündedir. Bilindiği üzere, 6100 sayılı HMK’nun 188/1. maddesinde aynen; ‘’ Tarafların veya vekillerinin mahkeme önünde ikrar ettikleri vakıalar, çekişmeli olmaktan çıkar ve ispatı gerekmez ‘’ düzenlemesine yer verilmiştir. Anılan düzenleme karşısında belirtilen bedellerin 13.09.2006 tarihli protokol gereğince ödemeler dengesine dahil edilecekleri muhakkaktır.

Ne var ki, davalılar; dava dışı … aracılığıyla davacı tarafa 28.09.2006 tarihinde 462.500,00 TL daha gönderildiğini iddia etmişler, davacı taraf ise; bu ödemeyi kabul etmemiş, farklı bir hukuki ilişkiden kaynaklandığını savunmuştur. Bahse konu bedelin gönderilme yöntemi incelendiğinde; … ’nin ( davalı şirket temsilcisi ) 28.09.2006 tarihinde saat 12:00’de Türkiye Garanti Bankası hesabından 462.500,00 TL çektiği, aynı gün saat 12:01’de dava dışı … ’ın hesabına 462.500,00 TL’nin yatırıldığı ( açıklamasız, elden ), aynı gün saat 12:05’de … tarafından … ( davacı şirket temsilcisi ) hesabına 462.500,00 TL’nin havale edildiği dosya içine sunulan ve itiraza uğramayan dekontlardan tespit edilmiştir. Uyuşmazlık konusu 462.500,00 TL’nin kısa bir zaman aralığında birbirini takip eden işlemler neticesinde davacı uhdesine geçtiği gözetildiğinde, anılan bedelin 13.09.2006 tarihli protokol gereğince davalılar tarafından davacı tarafa ödenen meblağ kaleminde dikkate alınması gerektiğinde kuşku yoktur. Kaldı ki, davacı taraf 01.12.2014 havale tarihli dilekçesi ile Yadigar Yıldırım tarafından gönderilen bedelin sözleşme kapsamında sayılmasının hukuka aykırı olduğunu belirtmiş, ancak dilekçesinde yer verdiği tabloda bu bedeli davalılar tarafından yapılan ödemeler kapsamında gösterdikten sonra davalılara euro cinsinden borcunu hesapladığı dikkate alınmıştır.

3- Taraflar arasındaki bir başka uyuşmazlık, davacı tarafından davalılara 07.07.2009 tarihinde 2.640.600,00 TL ödenip ödenmediği hususudur. Davacı taraf, 13.09.2006 tarihli protokolde geçen … ili … ilçesinde kain … ada … sayılı parseldeki 1, 3, 4, 6 ve 8 no’lu bağımsız bölümler üzerinde 30.04.2008 tarihinde davalı … lehine 2.000.000,00 TL üzerinden tesis edilen ipoteğin kaldırılması için davalılara 2.640.600,00 TL ödeme yaptığını ve bu nedenle … ’nin 07.07.2009 tarihinde ipoteğin bedelini aldığından bahisle ipoteği kaldırdığını iddia etmiş, davalılar ise; nasıl hesaplandığı anlaşılmayan 2.640.600,00 TL’nin gerçek bir ödeme olmadığını, herhangi bir kayda dayanmadığını, çekişmeli taşınmazdaki ¼ payın temlik alınması nedeniyle bağımsız bölümler üzerindeki ipoteğin bila bedel kaldırıldığını savunmuştur.

Hemen belirtilmelidir ki, 30.04.2008 tarihinde davalı … lehine 2.000.000,00 TL üzerinden tesis edilen ipotek yönünden yeterli inceleme ve araştırma yapılmaksızın salt davacı beyanı dikkate alınarak 2.640.000,00 TL’nin davacı tarafından davalılara ödendiğinin kabul edilmesi doğru değildir.

Öte yandan, hükme esas alınan 10.11.2014 tarihli bilirkişi raporunda davacının ödediğini iddia ettiği 2.640.000,00 TL yönünden salt bağımsız bölümler üzerindeki ipoteğin kaldırılmasının ödemeyi ispata yetmeyeceği belirtildikten sonra, davalılar vekilinin 18.07.2012 tarihli celsede ‘’ Davacı vekilinin son beyanı doğrudur ‘’ beyanı 2.640.000,00 TL’nin ödenmesine ilişkin mahkeme içi ikrar olarak kabul edilmiştir. Ne var ki, bağımsız bölümler üzerine tesis edilen ipoteğin 13.09.2006 tarihli protokol gereğince tarafların alacak – borç ilişkisinden kaynaklanıp kaynaklanmadığı ve kaynaklanıyor ise davacı tarafın ipoteğin kaldırılması için davalılara ne kadar ödeme yaptığı açıklığa kavuşturulmadan salt davacı beyanına üstünlük tanınarak hesaplama kapsamına dahil edilmesi yerinde değildir.

Çekişmeli taşınmaz üzerine davalı şirket adına kayıtlı iken Türk Ekonomi Bankası A.Ş lehine 15.07.2008 tarihinde tesis edilen 9.060.000,00TL’lik 1. derece %75 değişken faizli ipoteğe gelince;

Mahkemece, mevcut hali ile çekişmeli taşınmazın tapu kaydının iptali ve davacı adına tesciline karar verildiğinde, davacının zararının oluşup oluşmayacağı ve oluşacak ise nasıl giderileceğinin saptanması gerekmektedir.

O halde izlenecek yol, 15.07.2008 tarihinde çekişmeli taşınmaz üzerine davalıların borcu nedeniyle tesis edilen ipotek kayıtlarının ilgili bankadan celp edilmesi, 9.060.000,00 TL’lik ipoteğin dava konu taşınmazın tamamının üzerine mi yoksa çekişme konusu ¾ payın üzerine mi konulduğunun ve kalan ¼ payın ( reddedilip, kesinleşen ) dava tarihindeki değerinin anılan ipotek bedelini karşılayıp karşılamadığının saptanması, karşılamıyor ise; ¾ payın dava tarihinde üzerinde çekişmeli ipotek yokmuş gibi rayiç değeri ve üzerindeki çekişmeli ipotekle birlikte rayiç değerinin keşfen ayrı ayrı saptanması, takyidatsız değerden takyidatlı değerin çıkarılması, ortaya çıkan farkın davacının zararı olduğunun tespiti, daha sonra inançlı işlem ve 6098 sayılı TBK’nun 97. maddesi uyarınca davacı tarafın yatırması gereken bedelden belirtildiği üzere tespit edilen farkın ( davacının zararı ) çıkarılması ile ortaya artı bir bedel ( pozitif ) çıkması halinde mahkemece bu bedelin mahkeme veznesine depo edilmesi için davacı tarafa usulüne uygun süre verilmesi ( yatırmaması halinde hukuki sonuçları da hatırlatılmak suretiyle ) ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken anılan husus üzerinde hiç durulmadan karar verilmesi yerinde değildir.

Hükmün fer’ilerine yönelik temyiz itirazlarına gelince;

Eldeki dava, taşınmazın aynına ilişkin olup, ¼ pay yönünden davanın reddine ilişkin karar Dairenin 13.11.2012 tarihli ve 2012/12089 E 2012/12865 K sayılı ilamı ile onanarak kesinleştiğine göre; reddedilen ¼ payın dava tarihindeki değeri üzerinden davalı lehine nispi vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken taşınmazın ¾ payının dava tarihindeki değeri üzerinden davalı lehine vekalet ücretine hükmedilmesi doğru değildir.

Öte yandan, çekişmeli ¾ pay yönünden dava kabul edilerek iptal ve tescile hükmedilmiş, ancak davacı tarafın dava açmadan önce kendi edimini yerine getirmeyerek dava açılmasına sebebiyet verdiğinden bahisle harç, yargılama gideri ve vekalet ücretinden sorumlu tutulmasına karar verilmiştir.

Bilindiği üzere; 6100 sayılı HMK’nun 323. maddesinde yargılama giderlerinin kapsamı düzenlendikten sonra, 326. maddesinde ‘’ Yargılama giderlerinden sorumluluk ‘’ başlığı altında aynen; ‘’ (1) Kanunda yazılı haller dışında, yargılama giderlerinin, aleyhine hüküm verilen taraftan alınmasına karar verilir. (2) Davada iki taraftan her biri kısmen haklı çıkarsa, mahkeme, yargılama giderlerini tarafların haklılık oranına göre paylaştırır. … ‘’ ve 327/1. maddesinde; ‘’ Gereksiz yere davanın uzamasına veya gider yapılmasına sebebiyet vermiş olan taraf, davada lehine karar verilmiş olsa bile, karar ve ilam harcı dışında kalan yargılama giderlerinin tamamını veya bir kısmını ödemeye mahkum edilebilir. ‘’ düzenlemelerine yer verilmiştir.

Somut olayda, davacı taraf inançlı işlem nedenine dayanarak eldeki davayı açmış, davalılar ise açılan davaya karşı çıkmıştır. O halde, davacının dava açmadan önce hakkını elde edebileceğinden bahsedebilme olanağı yoktur. Davacı taraf, dava açtıktan sonra 6098 sayılı TBK’nun 97. maddesi gereğince edimini yargılama sırasında ifa edebilecektir.

Ayrıca, yukarıda yer verildiği üzere HMK’nun 326/1. maddesinde kanunda yazılı haller ayrıksı tutulmak suretiyle yargılama giderlerinden aleyhine hüküm verilen tarafın sorumlu tutulacağı kararlaştırılmıştır. Eldeki davada, davacının 327/1. maddesindeki düzenleme uyarınca gereksiz yere davanın uzamasına veya gider yapılmasına sebebiyet vermediği, o halde, HMK’nun 326/2. maddesi gözetilerek tarafların haklılık durumuna göre yargılama giderleri yönünden bir karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme yazılı şekilde karar verilmesi hatalıdır.

Hal böyle olunca, yukarıda yer verilen tespitler ışığında bir karar verilmesi gerekirken eksik araştırma ve inceleme ile yetinilerek yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir.

Davacı ile davalıların yerinde bulunan temyiz itirazlarının kabulü ile, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, 30.12.2017 tarihinde yürürlüğe giren Avukatlık Ücret Tarifesi gereğince gelen temyiz eden taraflar vekilleri için 1.630.00.-TL. duruşma vekâlet ücretinin karşılıklı olarak alınıp birbirlerine verilmesine, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine 26/06/2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 11. HUKUK DAİRESİ Esas : 2017/2113 Karar : 2017/3589 Tarih : 12.06.2017

  • HMK 327. Madde

  • Dürüstlük Kuralına Aykırılık Sebebiyle Yargılama Giderlerinden Sorumluluk

avacı vekili, davalı …‘in başvurusu üzerine, … Tüketici İlçe Hakem Heyeti tarafından verilen 1.7.2015 gün ve 150920150000163 sayılı kararın iptalini talep etmiştir.

Davalı vekili, Hakem Heyeti kararının usul ve kanuna uygun olduğunu savunarak davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, davalının başvurusuna konu kredi sözleşmesinin ticari nitelikte olduğu ve bu nedenle tüketici kredisi niteliğinde bulunmayan sözü geçen kredi sözleşmesi nedeniyle davacı banka tarafından alınan masrafın iadesine ilişkin başvuru bakımından Tüketici Hakem Heyetinin görevli olmadığı gerekçesiyle davacının itirazının kabulüyle … Tüketici İlçe Hakem Heyeti kararının iptaline, davacının Tüketici Hakem Heyeti nezdinde yapılan başvuruya karşı cevap ve delillerini sunmamasından ötürü, işbu davanın açılmasına davalının neden olmadığından bahisle yargılama giderlerinin davacı üzerinde bırakılmasına, bu meyanda davalı yararına vekalet ücreti tayin ve takdirine hükmedilmiştir.

6502 sayılı Kanun’un 70/5. maddesi uyarınca kesin olarak verilen bu karar aleyhine …’nın 11.4.2017 günlü yazısı üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından “davanın kabulüne karar verildiği halde davalı taraf lehine vekalet ücretine hükmedilmesinin usul ve yasaya aykırı olduğu” gerekçesiyle kanun yararına temyiz talebinde bulunulmuştur.

HMK’nın 323/1-ğ maddesinde vekille takip edilen davalarda mahkemece takdir olunan vekalet ücretinin yargılama giderlerinden olduğu belirtilmiş, 326/1. maddesinde ise, yargılama giderlerinin, kanunda yazılı haller dışında, aleyhine hüküm verilen taraftan alınmasına karar verileceği hükme bağlanmış; yine aynı kanunun 327/1. maddesinde de “Gereksiz yere davanın uzamasına veya gider yapılmasına sebebiyet vermiş olan taraf, davada lehine karar verilmiş olsa bile, karar ve ilam harcı dışında kalan yargılama giderlerinin tamamını veya bir kısmını ödemeye mahkum edilebilir.” biçiminde yapılan düzenleme ile hemen yukarda açıklanan genel kuralın istisnası gösterilmiştir. Keza aynı kanunun 312/2. maddesinde de, davalının, aleyhine dava açılmasına sebebiyet vermemiş olması ve ilk oturumda davacının talep sonucunu kabul etmesi halinde yargılama giderlerinin kendisine yüklenemeyeceği belirtilerek bir başka istisnaya yer verilmiştir.

Bu durumda, somut davaya bakılacak olursa, davada tarafların vekille temsil olundukları, mahkemece, tüketici hakem heyetince işbu davanın davalısı lehine verilen kararın iptaline hükmedilmesi suretiyle, davalı aleyhine olacak nitelikte bir hüküm kurulduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda, kural olarak, yargılama giderlerinin ve bu arada vekalet ücretinin de davacı lehine hükmedilmesi ve davalı yana yüklenilmesine karar verilmesi gerekir. Mahkemece verilen kararda, yargılama giderlerinin davacıya yüklenmesinin, bir başka söyleyişle, genel kuraldan ayrılınmasının gerekçesi davacının Tüketici Hakem Heyetine cevap ve delillerini bildirmemesi, dolayısıyla davalının dava açılmasına sebebiyet vermemesi olarak belirtilmiş ve fakat açıkça bir yasal dayanak gösterilmemiştir.

Şu halde, öncelikle, mahkemenin yargılama giderleriyle ilgili gerekçesinin yasal dayanağının belirlenmesi gerekmektedir.

İşbu davada, davalı yanın davanın ilk oturumunda davayı kabulü gibi bir durum söz konusu değildir. Keza, işbu davanın, uyuşmazlığın taraflar arasındaki taksitli ticari kredi ilişkisinden kaynaklanmış olması nedeniyle 6502 sayılı Kanun çerçevesinde bir tüketici işleminden bahsedilemeyecek olmasına karşın, davalı yanın tüketici hakem heyetine başvurması sonucunda verilen karar üzerine açıldığı, bu durumda ise HMK’nın 312. maddesi anlamında, başvuru sahibi davalının davanın açılmasına neden olmadığından söz edilemeyeceği açıktır. Öte yandan, mahkemece yargılama giderlerinden davalının sorumlu tutulmaması cihetine gidilmekle yetinilmemiş, daha ileri gidilerek davalı lehine vekalet ücreti tayin ve takdir olunup davacıdan tahsiline hükmedilmiştir. Şu halde, kararda “davalının dava açılmasına sebebiyet vermemiş olması” gibi bir değerlendirmeye yer verilmiş olmasına rağmen, bu yoldaki kararın yasal dayanağının HMK’nın 312/1. maddesine temas ettiğinden söz edilmesi mümkün görünmemektedir.

Bu durumda, mezkur gerekçe ve varılan sonuç itibariyle, kararın yasal dayanağının HMK’nın 327/1. maddesine temas ettiği, bir başka söyleyişle, davada lehine hüküm kurulmuş olmakla birlikte, mahkemenin, davacı yanın davanın gereksiz yere uzamasına ve masrafa yol açtığı kanaatine varması nedeniyle yargılama giderlerinden davacı yanı sorumlu tuttuğu sonucuna varmak mümkündür. Şu halde, anılan kanun maddesinde belirtilen koşulların somut dava bakımından var olup olmadığının incelenmesi, mahkemece varılan sonucun yürürlükteki hukukumuza uygun bulunup bulunmadığının değerlendirilmesi gerekli ve zorunludur.

Bu bağlamda yapılan incelemede, davalı yanın, İlçe Tüketici Hakem Heyetine başvurusuna ilişkin dilekçesi ekinde, taraflar arasındaki ticari kredi sözleşmesini dosyaya sunmasına rağmen, Hakem Heyetince taraflar arasındaki kredi ilişkisinin tüketici işlemi niteliğinde kabulü nedeniyle işbu davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Tüketici Hakem Heyetleri Yönetmeliğinin 12. maddesi gözetildiğinde, mahkeme gerekçesinde yer verildiği üzere davacının Hakem Heyeti huzurunda savunmada bulunmamış olmasının, dosyadaki bilgi ve belgelere göre karar vermekle yükümlü İlçe Tüketici Hakem Heyetinin kararına etkili olması ve buna bağlı olarak işbu davanın gereksiz yere uzamasına sebebiyet vermesi gibi bir durumun varlığından söz edilemez. Öte yandan, hiç kimsenin kendi lehine olan bir davayı açmaya zorlanması veya aleyhine açılmış bir davada, kanunda belirtilen istisnalar dışında, davaya cevap vermekle yükümlü tutulması, keza aleyhine verilmiş bir karar hakkında kanunda gösterilen usul dairesinde ilgili mercilere başvuruda bulunması gibi sırf kanundan kaynaklanan bir hakkı kullanmasından ötürü sorumlu tutulması da mümkün değildir.

O halde, tüm bu hususlar gözetildiğinde, davacının Tüketici Hakem Heyeti önünde savunmada bulunmamış olmasının, işbu davanın uzamasına ve gereksiz masraf yapılmasına yol açan bir yönü bulunmadığından, mahkemece yanlış ve olaya uymayan gerekçeye yer vermek suretiyle HMK’nın 327/1. maddesi gereğince yargılama giderlerinden davacının sorumlu tutulması, bu kapsamda davalı yararına vekalet ücreti tayin ve takdiri doğru olmamış, kanun yararına temyiz başvurusunun kabulü ile yerel mahkeme kararının açıklanan yönden bozulmasına karar vermek gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının kanun yararına temyiz başvurusunun kabulü ile, hukuki sonuçlarını etkilememek kaydıyla, … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin Tüketici Mahkemesi sıfatıyla vermiş olduğu kararın BOZULMASINA, karardan bir suretin gereği yapılmak üzere Adalet Bakanlığına gönderilmesine, 12.06.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 8. HUKUK DAİRESİ Esas : 2015/3923 Karar : 2017/4362 Tarih : 27.03.2017

  • HMK 327. Madde

  • Dürüstlük Kuralına Aykırılık Sebebiyle Yargılama Giderlerinden Sorumluluk

Borçlu vekili, alacaklı vekili tarafından müvekkili hakkında … 11. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2010/431 Esas, 2014/306 Karar sayılı ilamına istinaden … İcra Müdürlüğü’nün şikayete konu 2014/9902 sayılı dosyasıyla ilamlı icra takibi başlatıldığını, ayrıca aynı ilama dayalı olarak 4. İcra Müdürlüğü’nün 2014/9901 ve 9900 sayılı dosyalarıyla hükmedilen maddi tazminat için, ayrıca yargılama giderleri ve vekalet ücreti için de ayrı bir icra takibi yapılmak üzere üç ayrı icra takibi başlatıldığını, mahkeme ilamının bir bütün, bölünemez, tefrik edilemez olduğunu, bu nedenle icra takibinin iptaline karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkemece, aynı ilamda hüküm altına alınan alacak kalemleri için tek ve aynı dosya ile ilamlı icra takibinde bulunulmasını zorunlu kılan türden yasal düzenleme bulunmadığı, aynı ilama dayalı birden fazla alacaklı için ayrı ayrı icra takibi yapılmasında yasaya uymayan usulsüzlük bulunmadığı gerekçesiyle şikayetin reddine karar verilmiştir.

6100 sayılı HMK’nun Hükmün Kapsamı başlıklı 297. maddesinde; hükmün sonuç kısmında yargılama giderleri konusunda, taleplerden her biri hakkında verilen hükümle, taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların sıra numarası altında gösterilmesi gerektiği belirtilmiştir. Yargılama Giderlerinin Kapsamı başlıklı 323. maddesinin (ğ) bendinde vekille takip edilen davalarda vekalet ücretini yargılama giderleri içinde saymıştır. Yargılama Giderlerinden Sorumluluk başlıklı 326. maddesinin 1. fıkrasında yargılama giderlerinin, aleyhine hüküm verilen taraftan alınmasına karar verileceği belirtilmiştir. Tüm bu düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde ilam taraflara yüklenen borçlar, tanınan haklar, yargılama giderleri olmak üzere bir bütündür. Vekille temsil edilen davalarda hüküm altına alman avukatlık ücreti de yargılama giderleri kapsamındadır.

6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Dürüst Davranma ve Doğru Söyleme Yükümlülüğü başlıklı 29. maddesinde “Taraflar, dürüstlük kuralına uygun davranmak zorundadırlar. Taraflar, davanın dayanağı olan vakıalara ilişkin açıklamalarını gerçeğe uygun bir biçimde yapmakla yükümlüdürler.” Dürüstlük Kuralına Aykırılık Sebebiyle Yargılama Giderlerinden Sorumluluk başlıklı 327. maddesinin 1. fıkrasında “Gereksiz yere davanın uzamasına veya gider yapılmasına sebebiyet vermiş olan taraf, davada lehine karar verilmiş olsa bile, karar ve ilam harcı dışında kalan yargılama giderlerinin tamamını veya bir kısmını ödemeye mahkûm edilebilir.”

4721 sayılı TMK’nun Hukukun Uygulanması ve Kaynakları başlıklı 1. maddesinde “Kanun, sözüyle ve özüyle değindiği bütün konularda uygulanır. Kanunda uygulanabilir bir hüküm yoksa, hakim, örf ve adet hukukuna göre, bu da yoksa kendisi kanun koyucu olsaydı nasıl bir kural koyacak idiyse ona göre karar verir. Hakim, karar verirken bilimsel görüşlerden ve yargı kararlarından yararlanır.” Dürüst Davranma başlıklı 2. maddesinde “Herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır. Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz.”, Hakimin Takdir Yetkisi başlıklı 4. maddesinde “Kanunun takdir yetkisi tanıdığı veya durumun gereklerini ya da haklı sebepleri gözönünde tutmayı emrettiği konularda hakim, hukuka ve hakkaniyete göre karar verir.” Hukukun Uygulanması başlıklı 33. maddesinde ise; “Hâkim, Türk hukukunu re’sen uygular.” 2709 sayılı 1982 Anayasası’nın Hak Arama Hürriyeti başlıklı 36.maddesinde “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”

818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 61. maddesini sadeleştiren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun Sebepsiz Zenginleşmeden Doğan Borç İlişkileri başlıklı 77. maddesinde ise “Haklı bir sebep olmaksızın, bir başkasının malvarlığından veya emeğinden zenginleşen, bu zenginleşmeyi geri vermekle yükümlüdür. Bu yükümlülük, özellikle zenginleşmenin geçerli olmayan veya gerçekleşmemiş ya da sona ermiş bir sebebe dayanması durumunda doğmuş olur.” denilmiştir.

Mahkemece aynı ilamda hüküm altına alman alacak kalemleri için tek ve aynı dosya ile ilamlı icra takibinde bulunulmasını zorunlu kılan türden yasal düzenlemenin mevcut olmadığı gerekçesine dayanılmıştır. Ancak Yasa’larda bir ilamla hüküm altına alınan haklarla ilgili olarak ayrı ayrı takip yapılabileceğine ilişkin hiç bir düzenleme de mevcut değildir. Bu durumda Türk Medeni Kanunu’nun 1., 2., 4. ve 33. maddelerinin, Anayasa’nın 36. maddesinin, Borçlar Kanunu’nun 61 ve yeni Türk Borçlar Kanunu’nun 77. maddesinin, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 29. maddesinin gözönüne alınarak uyuşmazlığın çözüme kavuşturulması gerekir.

Genel olarak icra hukukuna ilişkin itiraz ve şikayetlerde Türk Medeni Kanunu’nun 2. maddesinin uygulanma kabiliyeti yoktur. Ancak yukarıda belirtilen diğer Yasa maddeleri gözönüne alındığında bu tip olaylarla sınırlı kalmak üzere objektif iyi niyet kurallarının gözardı edilmemesi gerekir.

Hakkın kötüye kullanılmasını; hukuken var olan bir hakkın sınırlarını aşarak ya da o hakkı gerekçe göstererek hukuka aykırı eylemler yapma durumu olarak veya bir hakkın, Yasa’ların tanıdığı yetkilerin sınırları içinde olmakla birlikle, amacından saptırarak kullanılması olarak da açıklayabiliriz. Türk Medeni Kanunu’nun 2. maddesine göre herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır. Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz. Yani bir hak sahibi hakkını kullanırken ve borçlu borcunu öderken objektif iyi niyet kurallarına uymak, dürüst davranmak, başkalarını zarara uğratmamak zorundadır. Hak sahibi başkasına zarar vermek amacını taşımasa bile hareketi açıkça iyi niyet kurallarına aykırı ise ve başkasını zarara uğratıyorsa veya hak sahibine sağladığı yarar ile başkasına verdiği zarar arasında aşırı dengesizlik varsa bu durumu hakkın kötüye kullanılması olarak değerlendirebiliriz. Anayasa başta olmak üzere, Hukuk Muhakemeleri Kanunu, Türk Medeni Kanunu ve Türk Borçlar Kanunu hak sahibinin hakkını kullanırken objektif iyi niyet kuralları içinde hareket etmesini emretmiş aksi davranışın hukuk düzeni tarafından korunamayacağını belirtmiştir. Kötü niyetli olmasa da alacaklı tarafından Yasa’daki boşluktan yararlanılarak bir ilamdaki haklar için ayrı ayrı takip başlatılarak sebepsiz zenginleşmeye neden olacak şekilde fazladan

avukatlık ücreti talep edilmesi hakkın kötüye kullanılmasıdır ve hukuk düzeni tarafından korunamaz. İlam bir bütün olmasına rağmen yasal ve geçerli bir neden olmaksızın alacaklının ayrı ayrı takip başlatması Yasa’larda belirtilen dürüstlük kuralına uymadığı, borçlunun zarara uğramasına neden olduğu anlaşılmıştır. Yukarıda belirtilen yasal düzenlemeler karşısında alacaklıların bu davranışı hukuk düzeni tarafından korunamayacağı için mahkeme tarafından borçlunun bu yöndeki şikayetinin kabulü yerine yazılı gerekçe ile reddi isabetli olmamıştır.

SONUÇ: Borçlu vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile Mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nun 366 ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, bozma nedenine göre alacaklı vekilinin sair temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına, taraflarca İİK’nun 366/3. maddesi gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 10 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine ve peşin harcın temyiz edene iadesine, 27.03.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 22. HUKUK DAİRESİ Esas : 2017/898 Karar : 2017/1124 Tarih : 6.02.2017

  • HMK 327. Madde

  • Dürüstlük Kuralına Aykırılık Sebebiyle Yargılama Giderlerinden Sorumluluk

Davacı vekili, davacının, davalıya ait iş yerinde, şoför olarak çalıştığını, iş sözleşmesinin geçerli sebep olmaksızın, yazılı bildirim de yapılmadan feshedildiğini belirterek, feshin geçersizliğine, müvekkilinin işe iadesine ve kanuni haklarından davalıların müştereken sorumluluklarına karar verilmesini istemiştir.

Davalı Belediye vekili, davacı ile müvekkili idare arasında iş ilişkisi bulunmadığını belirterek husumet itirazında bulunmuş, diğer davalılar ile arasında asıl işveren alt işveren ilişkisi bulunmadığını, işin belediye meclisi kararıyla G… A.Ş.`ye devredildiğini hiçbir hukuki sorumluluklarının bulunmadığını savunarak davanın reddini talep etmiştir.

Davalı G… A.Ş. ise müvekkilinin Büyükşehir Belediyesinden ihale ile aldığı işi diğer davalı şirkete devrettiğini, davacıyla hizmet akdinden doğan ilişkisinin bulunmadığını, davalı K… Ltd. Şti. ise davacının çalıştığı işin Gaziantep Büyükşehir bünyesinde ulaşım, şoför ve personel hizmeti olup tüm emir ve talimatların belediye tarafından verildiğini, ihalenin ve sözleşmenin belirli süreli olduğunu, davanın hak düşürücü sürede açılmadığını belirterek davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, davacının fesih tarihine kadar K… Ltd. Şti.’nde çalıştığı davalı K… Ltd. Şti.`nde çalışmadığı davalı şirketle bir ilgisinin bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Kararı davacı vekili temyiz etmiştir.

GEREKÇE

1-Alt işveren işçisi tarafından, feshin geçersizliğine karar verilmesi istemiyle yalnızca alt işveren hakkında geçersizlik yahut muvazaa iddiasıyla sadece asıl işveren aleyhine açılan davalarda, asıl işveren-alt işveren ilişkisinin geçersiz veya muvazaaya dayandığının belirlenmesine bağlı olarak, davalı olarak gösterilen kişinin işçinin gerçek işvereni olmadığının belirlenmesi halinde taraf sıfatı sorunu ortaya çıkmaktadır. Davanın taraf sıfatı yokluğu sebebi ile reddedilmesi halinde, gerçek işverene karşı açılacak davada işçi, çoğunlukla, işe iade davaları için öngörülen bir aylık dava açma süresini kaçırma tehlikesi ile karşılaşmaktadır. Böyle bir sonuç işçiyi mağdur edeceği gibi, bir aylık süre geçmemişse yeni bir dava açılmasını gerektirmesi nedeni ile usul ekonomisine de uygun düşmez. Gerek daha önce işe iade davalarına bakan Yargıtay 9. Hukuk Dairesince ve gerek Dairemiz tarafından davacının temsilcide yanıldığı veya taraf sıfatında maddi hataya düştüğü kabul edilmek suretiyle taraf değişikliği konusunda mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu`nun katı kuralları aşılarak sorun çözülmeye çalışılmıştır.

Ne var ki, işe iade davası asıl işveren ve alt işverene karşı birlikte açıldığında asıl işveren hakkında taraf sıfatı yokluğu gerekçesi ile davanın reddine karar verilmezken, sadece asıl işveren hakkında dava açılmışsa taraf sıfatının bulunmadığı ve taraf sıfatında yanılgı olduğunun kabulüne karar verilmesi sözü edilen çözümün çelişkisi olarak dikkat çekmiştir.

Öte yandan, 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Kanun`un 124. maddesinde kabul edilebilir yanılgıya dayanan iradi taraf değişikliği taleplerinin mahkemece kabul edilmesi yönünde düzenleme yapılmıştır. Ancak sözü edilen düzenlemede taraf değişikliğinin talep şartına bağlanması karşısında, hâkim tarafından bu hususta taraflara hatırlatmada bulunulması mümkün değildir. Bu sebeple talep olmadığı halde, taraf sıfatında maddi hataya düşüldüğünden söz edilmek suretiyle mahkeme kararının bozulmasına yönelik uygulamaya devam edilmesinin, kanunun belirtilen açık düzenlemesi karşısında, mümkün olmadığı görülmektedir.

Hal böyle olunca, Dairemizde yukarıda belirtilen içtihadın yeniden gözden geçirilerek değerlendirilmesi ihtiyacı doğmuştur.

Mahkemece verilecek hükmün etkisi bakımından mecburi dava arkadaşlığı, maddi bakımdan mecburi dava arkadaşlığı ve şekli (usûlî) bakımdan mecburi dava arkadaşlığı olarak ikiye ayrılmaktadır. Maddi bakımdan mecburi dava arkadaşlığı, maddi hukuka göre bir hakkın birden fazla kimse tarafından birlikte kullanılması veya birden fazla kimseye karşı birlikte ileri sürülmesi ve tamamı hakkında tek hüküm verilmesi zorunlu hallerde sözkonusu olur (6100 sayılı HMK.m.59). Şekli (usûlî) bakımdan mecburi dava arkadaşlığı ise, kanunun özel hükümleri ve davanın niteliğinden kaynaklanan, birden fazla kişiye karşı dava açılmasının ve yürütülmesinin zorunlu olduğu hallerde oluşan dava arkadaşlığına denir. Şekli dava arkadaşlığı, gerçeğin tam olarak ortaya çıkarılması ve taraflar arasındaki ilişkinin doğru karara bağlanmasını sağlamak için kabul edilmiştir. Bu durumda, dava konusu hukuki ilişki hakkında bütün dava arkadaşlarına yönelik tek ve aynı doğrultuda bir karar verme zorunluluğu yoktur. Ayrıca dava arkadaşlarının yaptıkları usulî işlemler birbirinden bağımsızdır.

4857 sayılı İş Kanunu’nun 2. maddesinin altıncı ve yedinci fıkralarına göre asıl işveren-alt işveren ilişkisinin geçerli olup olmadığı veya muvazaaya dayanıp dayanmadığına yönelik re’sen yapılması gereken yargısal denetim, ilişkinin taraflarının, yani asıl işveren ve alt işverenin davada yer almalarını ve kendi hukuklarını koruyacak açıklama ve ispat haklarını zorunlu kılmaktadır. Aksince bir düşünce Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkına ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu`nun 27. maddesinde öngörülen hukuki dinlenilme hakkına aykırılık teşkil eder. Buna göre, işe iade davalarına özgü olarak, asıl işveren-alt işveren ilişkisinin sözkonusu olduğu davalarda, davalı taraf yönünden bir çeşit şekli (usûlî) bakımdan mecburi dava arkadaşlığının mevcut olduğu kabul edilmelidir. Görüldüğü üzere, bu çözüm tarzı hem işçi hem de işveren yönünde hukuka uygun maddî ve usûlî bakımdan her iki tarafın haklarını korumasını sağlayan bir çözümdür.

Böyle olunca, işe iade davasının yalnızca asıl işveren veya alt işveren aleyhine açılması durumunda, mahkemece, dava hemen reddedilmemeli, davalı olarak gösterilmeyen asıl işveren veya alt işverene davanın teşmili için davacı tarafa süre verilmeli, verilen süre içinde, diğer dava arkadaşına teşmil edilirse davaya devam edilmeli, aksi halde dava sıfat yokluğundan reddedilmelidir.

Taraf teşkili sağlandıktan sonra işin esasına yönelik olarak yapılacak inceleme sonucunda, asıl işveren-alt işveren ilişkisinin geçersiz veya muvazaaya dayanması nedeni ile feshin geçersizliğine yönelik karar gerçek işveren hakkında kurulmalı, geçersiz veya muvazaaya dayalı ilişkinin diğer tarafı hakkında sıfat yokluğu davanın reddine karar verilmelidir. Ancak, Hukuk Muhakemeleri Kanunu`nun 327. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca taraf sıfatı olmadığı halde, davacıyı, davalı sıfatı kendisine aitmiş gibi yanıltarak kendisine karşı dava açılmasına sebebiyet verdiği için, davanın sıfat yokluğu sebebi ile hakkındaki davanın reddine karar verilen taraf lehine vekâlet ücreti takdir edilmemelidir.

Dosya içeriğine göre somut uyuşmazlıkta davacı işçinin son işvereninin hizmet döküm cetvelinde K… Ltd. Şirketi olduğu, önceki işverenin ise K… şirketi olduğunun davalı şirket tarafından sunulan belgelerden anlaşıldığı, hizmet cetvelinde gözükmemesine rağmen davacı adına düzenlenen 14.08.2015 tarihli yıllık ücretli izin formunda 17.08.2015-01.09.2015 tarihleri itibariyle ondört günlük yıllık izin kullanımına dair belgede davalı K… Ltd. Şti. kaşesi ve imzasının bulunduğu görülmektedir.

Davacı taraf temyiz dilekçesinde davalı K… Ltd. Şti. ile dava dışı K… Ltd. Şti. arasında hukuki ve fiili irtibat bulunduğu, ortak ve adreslerinin aynı olduğunu davacının 2015 yılı içerisinde dört ayrı şirkette sigortalı gösterilmesine rağmen davacının durumdar haberi olmadığını belirtmiştir.

Mahkemece yapılacak iş son alt işveren olan K… Ltd. Şti.nin davalı K… Ltd. Şti. ile arasında hukuki ilişki veya organik bağ olup olmadığı araştırılarak sonucuna göre davaya teslimini sağlamaktır. Davacıya, davayı K… Ltd. Şti.ne teşmil etmesi için süre verilmeli, dava teşmil edilip taraf teşkili sağlandıktan sonra teşmil suretiyle davalı olarak davada yer alacak olan işverene savunma ve delillerini bildirmesi için imkan tanınmalı, bildirilecek deliller toplanmalı, asıl işveren-alt işveren ilişkisini oluşturan hizmet alım sözleşmeleri, bu sözleşmelerin dayanağı şartnameler ile asıl işverenin işyerinde çalışma düzenini belirleyen belgeler getirtilmeli ve bundan sonra tüm deliller birlikte bir değerlendirmeye tabi tutularak oluşacak sonuca uygun bir karar verilmelidir.

Mahkemece bu hususlar gözetilmeksizin eksik incelemeyle yazılı şekilde hüküm kurulması hatalı olup bozma sebebidir.

SONUÇ : Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı nedenle BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde davacıya iadesine, tarihinde oy birliğiyle kesin olarak karar verildi.


YARGITAY 22. HUKUK DAİRESİ Esas : 2015/1545 Karar : 2015/1575 Tarih : 29.01.2015

  • HMK 327. Madde

  • Dürüstlük Kuralına Aykırılık Sebebiyle Yargılama Giderlerinden Sorumluluk

Davacı vekili, davacının, davalıya ait işyerinde, başından beri Karayolları Genel Müdürlüğü işçisi olarak çalıştığını, iş sözleşmesinin geçerli, sebep olmaksızın, yazılı bildirim de yapılmadan feshedildiğini belirterek, feshin geçersizliğine, müvekkilinin işe iadesine ve kanuni haklarına karar verilmesini istemiştir.

Davalı vekili, davacı ile müvekkili idare arasında iş ilişkisi bulunmadığını, davanın yüklenici firmalara yöneltilmesi gerektiğini, işçinin yerine getirdiği iş yönünden idarenin asıl işveren-alt işveren ilişkisi kurma yetkisi bulunduğunu savunarak davanın reddini talep etmiştir. Mahkeme Kararının Özeti: Mahkemece, benzer konuda daha önce hükme bağlanmış kararlar emsal gösterilerek davalı ile yükleniciler arasında muvazaalı ilişki bulunduğu kabulü ile istek hüküm altına alınmıştır.

Kararı davalı vekili temyiz etmiştir.

1-Alt işveren işçisi tarafından, feshin geçersizliğine karar verilmesi istemiyle yalnızca alt işveren hakkında veya geçersizlik yahut muvazaa iddiasıyla sadece asıl işveren aleyhine açılan davalarda, asıl işveren-alt işveren ilişkisinin geçersiz veya muvazaaya dayandığının belirlenmesine bağlı olarak, davalı olarak gösterilen kişinin işçinin gerçek işvereni olmadığının belirlenmesi halinde taraf sıfatı sorunu ortaya çıkmaktadır. Davanın taraf sıfatı yokluğu sebebi ile reddedilmesi halinde, gerçek işverene karşı açılacak davada işçi, çoğunlukla, işe iade davaları için öngörülen bir aylık dava açma süresini kaçırma tehlikesi ile karşılaşmaktadır. Böyle bir sonuç işçiyi mağdur edeceği gibi, bir aylık süre geçmemişse yeni bir dava açılmasını gerektirmesi sebebi ile usul ekonomisine de uygun düşmez. Gerek daha önce işe iade davalarına bakan Yargıtay 9. Hukuk Dairesince ve gerek Dairemiz tarafından davacının temsilcide yanıldığı veya taraf sıfatında maddi hataya düştüğü kabul edilmek suretiyle taraf değişikliği konusunda mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu`nun katı kuralları aşılarak sorun çözülmeye çalışılmıştır.

Ne var ki, işe iade davası asıl işveren ve alt işverene karşı birlikte açıldığında asıl işveren hakkında taraf sıfatı yokluğu gerekçesi ile davanın reddine karar verilmezken, sadece asıl işveren hakkında dava açılmışsa taraf sıfatının bulunmadığı ve taraf sıfatında yanılgı olduğunun kabulüne karar verilmesi sözü edilen çözümün çelişkisi olarak dikkat çekmiştir.

Öte yandan, 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu`nun 124. maddesinde kabul edilebilir yanılgıya dayanan iradi taraf değişikliği taleplerinin mahkemece kabul edilmesi yönünde düzenleme yapılmıştır. Ancak sözü edilen düzenlemede taraf değişikliğinin talep şartına bağlanması karşısında, hâkim tarafından bu hususta taraflara hatırlatmada bulunulması mümkün değildir. Bu sebeple talep olmadığı halde, taraf sıfatında maddi hataya düşüldüğünden söz edilmek suretiyle mahkeme kararının bozulmasına yönelik uygulamaya devam edilmesinin, kanunun belirtilen açık düzenlemesi karşısında, mümkün olmadığı görülmektedir.

Hâl böyle olunca, Dairemizde yukarıda belirtilen içtihadın yeniden gözden geçirilerek değerlendirilmesi ihtiyacı doğmuştur.

Mahkemece verilecek hükmün etkisi bakımından mecburi dava arkadaşlığı, maddi bakımdan mecburi dava arkadaşlığı ve şekli (usûlî) bakımdan mecburi dava arkadaşlığı olarak ikiye ayrılmaktadır. Maddi bakımdan mecburi dava arkadaşlığı, maddi hukuka göre bir hakkın birden fazla kimse tarafından birlikte kullanılması veya birden fazla kimseye karşı birlikte ileri sürülmesi ve tamamı hakkında tek hüküm verilmesi zorunlu hallerde sözkonusu olur (6100 sayılı HMK.m.59). Şekli (usûlî) bakımdan mecburi dava arkadaşlığı ise, kanunun özel hükümleri ve davanın niteliğinden kaynaklanan, birden fazla kişiye karşı dava açılmasının ve yürütülmesinin zorunlu olduğu hallerde oluşan dava arkadaşlığına denir (PEKCANITEZ Hakan/ATALAY Oğuz/ÖZEKES Muhammet, Medeni Usul Hukuku, 12. Bası, Ankara 2011. s.223). Şekli dava arkadaşlığı, gerçeğin tam olarak ortaya çıkarılması ve taraflar arasındaki ilişkinin doğru karara bağlanmasını sağlamak için kabul edilmiştir. Bu durumda, dava konusu hukuki ilişki hakkında bütün dava arkadaşlarına yönelik tek ve aynı doğrultuda bir karar verme zorunluluğu yoktur. Ayrıca dava arkadaşlarının yaptıkları usulî işlemler birbirinden bağımsızdır.

4857 sayılı İş Kanunu’nun 2. maddesinin altıncı ve yedinci fıkralarına göre; asıl işveren-alt işveren ilişkisinin geçerli olup olmadığı veya muvazaaya dayanıp dayanmadığına yönelik re’sen yapılması gereken yargısal denetim, ilişkinin taraflarının, yani asıl işveren ve alt işverenin davada yer almalarını ve kendi hukuklarını koruyacak açıklama ve ispat haklarını zorunlu kılmaktadır. Aksince bir düşünce Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkına ve 6100 sayılı Kanun`un 27. maddesinde öngörülen hukuki dinlenilme hakkına aykırılık teşkil eder. Buna göre, işe iade davalarına özgü olarak, asıl işveren-alt işveren ilişkisinin söz konusu olduğu davalarda, davalı taraf yönünden bir çeşit şekli (usûlî) bakımdan mecburi dava arkadaşlığının mevcut olduğu kabul edilmelidir.

Görüldüğü üzere, bu çözüm tarzı hem işçi hem de işveren yönünde hukuka uygun maddî ve usûlî bakımdan her iki tarafın haklarını korumasını sağlayan bir çözümdür.

Böyle olunca, işe iade davasının yalnızca asıl işveren veya alt işveren aleyhine açılması durumunda, mahkemece, dava hemen reddedilmemeli. davalı olarak gösterilmeyen asıl işveren veya alt işverene davanın teşmili için davacı tarafa süre verilmeli, verilen süre içinde, diğer dava arkadaşına teşmil edilirse davaya devam edilmeli, aksi halde dava sıfat yokluğundan reddedilmelidir.

Taraf teşkili sağlandıktan sonra işin esasına yönelik olarak yapılacak inceleme sonucunda, asıl işveren-alt işveren ilişkisinin geçersiz veya muvazaaya dayanması sebebi ile feshin geçersizliğine yönelik karar gerçek işveren hakkında kurulmalı, geçersiz veya muvazaaya davalı ilişkinin diğer tarafı hakkında sıfat yokluğu davanın reddine karar verilmelidir.

Ancak. 6100 sayılı Kanun’un 327. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca taraf sıfatı olmadığı halde, davacıyı, davalı sıfatı kendisine aitmiş gibi yanıltarak kendisine karşı dava açılmasına sebebiyet verdiği için, davanın sıfat yokluğu sebebi ile hakkındaki davanın reddine karar verilen taraf lehine vekâlet ücreti takdir edilmemelidir.

Dosya içeriğinden, davacının değişen alt işverenler nezdinde çalışmasını sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Alt işverene davanın ihbarı, ihbar olunan taraf sıfatı kazanamayacağından belirtilen esaslara uygun değildir. Mahkemece, yukarıda açıklanan sebeplere dayalı olarak, son alt işverene davanın teşmili için davacı tarafa süre verilerek taraf teşkili sağlanmak üzere hükmün bozulması gerekmiştir.

2-Diğer taraftan, aynı mahiyette bir çok dava sözkonusu olması sebebiyle, davalı ile dava dışı alt işverenler arasında muvazaa bulunup bulunmadığı hususu mahkeme tarafından yeterli derecede araştırılıp değerlendirilmemiştir. Davacının hangi alt işverenler nezdinde çalıştığı, bunların daha önce sonuçlanmış dosyalarda yer alan aynı alt işverenler olup olmadığı dahi dosya arasındaki evraktan anlaşılamamaktadır. Mahkemece yukarıdaki bent uyarınca taraf teşkili sağlandıktan sonra gerekli tüm belgeler titizlikle toplanarak incelenmeli, 6001 sayılı Karayolları Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun`un 4. maddesi, davacının yürüttüğü iş açısından alt işveren ilişkisinin kurulabilir olması açısından irdelenmeli, muvazaa olgusu her dosya için ayrı ayrı tartışılmalıdır. Yazılı şekilde eksik incelemeye dayalı hükmün bozulması gerekmiştir.

Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebeplerden dolayı ( BOZULMASINA ), oybirliği ile, karar verildi.


YARGITAY 22. HUKUK DAİRESİ Esas : 2013/37925 Karar : 2014/7 Tarih : 13.01.2014

  • HMK 327. Madde

  • Dürüstlük Kuralına Aykırılık Sebebiyle Yargılama Giderlerinden Sorumluluk

Davacı İsteminin Özeti: Davacı, iş sözleşmesinin haklı neden olmadan sendikal nedenle feshedildiğini ileri sürerek feshin geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini, işe başlatılmama halinde ödenmesi gereken tazminat ile boşta geçen süre ücret ve diğer haklarının belirlenmesini istemiştir.

Davalı Cevabının Özeti: Davalı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, ihale makamı olduklarını kendilerine husumet yöneltilemeyeceğini, davacı ile aralarında işçi- işveren ilişkisi olmadığı gibi diğer davalı ile aralarında da alt işveren- asıl işveren ilişkisi olmadığını savunarak davanın reddini istemiştir.

Davalı şirket, davanın reddini istemiştir.

Mahkeme Kararının Özeti: Mahkemece, toplanan kanıtlara dayanılarak, davalı Şirketin iş sözleşmesini fesihte haksız olduğu, feshin de sendikal nedene dayandığı gerekçesiyle, davanın kabulü ile davacının alt işveren işyerindeki işe iadesine, sendikal tazminat ve boşta geçen süre ücretinden davalıların müştereken ve müteselsilen sorumlu tutulmalarına karar verilmiştir.

Temyiz: Kararı davalılar temyiz etmiştir.

Gerekçe: 1-Dosyadaki yazılara toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre davalıların aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan diğer temyiz itirazlarının reddi gerekmiştir.

2-Davalı şirket, davacının kendi işyerinde hiç çalışması bulunmadığını savunmuş olup, Davacıya ait sigortalı hizmet cetvelinin incelenmesinde, davacının feshin gerçekleştiğini iddia ettiği 31.03.2012 tarihi itibari ile 1440940 sicil numaralı Işık Gıda Güv. Taş. San. ve Tic. Ltd. Şti isimli şirkette kaydı bulunduğu, bu şirkete girişinin ise 01.03.2012 olarak bildirildiği, geri çevirme üzerine gönderilen evraklardan da bu şirketin davalı Bakanlıktan 01.01.2013 tarihi itibari ile ihale aldığı anlaşılmaktadır.

Mahkemece, öncelikle davacının aynı işyerinde 31.03.2012 tarihinden sonra da kesintisiz olarak çalışması bulunup bulunmadığı belirlenmeli, çalışma bulunmadığı ve bu tarihte iş sözleşmesinin feshedildiğinin anlaşılması halinde ise 31.03.2012 tarihi itibari ile dava dışı Işık Gıda Güv. Taş. San. ve Tic. Ltd. Şti.’nin davalı Bakanlıktan ihale alıp almadığı tespit edilmelidir. Dava dışı I… Gıda Güv. Taş. San. ve Tic. Ltd. Şti ‘nin fesih tarihi itibari ile davalı Bakanlığın alt işvereni olduğunun belirlenmesi halinde ise, Dairemizin istikrar kazanan kararları doğrultusunda davalı olarak gösterilmeyen alt işveren Işık Gıda Güv. Taş. San. ve Tic. Ltd. Şti `ne davanın teşmili için davacı tarafa süre verilmeli, verilen süre içinde, diğer dava arkadaşına teşmil edilirse davaya devam edilmeli, aksi halde dava usulden reddedilmelidir.

Taraf teşkili sağlandıktan sonra işin esasına yönelik olarak yapılacak inceleme sonucunda, asıl işveren-alt işveren ilişkisinin kanuna aykırı olarak kurulması veya muvazaaya dayanması halinde feshin geçersizliğine yönelik verilen karar gerçek işveren hakkında kurulmalı, geçersiz veya muvazaaya dayalı ilişkinin diğer tarafı hakkında sıfat yokluğu sebebiyle davanın reddine karar verilmelidir. Ancak, 6100 sayılı Kanun`un 327. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca taraf sıfatı olmadığı halde, davacıyı, davalı sıfatı kendisine aitmiş gibi yanıltarak kendisine karşı dava açılmasına sebebiyet verdiği için, davanın sıfat yokluğu sebebi ile hakkındaki davanın reddine karar verilen taraf lehine vekâlet ücreti takdir edilmemelidir.

Bu yönler gözetilmeden eksik inceleme ile sonuca gidilmesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

3-4857 sayılı İş Kanunu’nun 2. maddesinin altıncı ve yedinci fıkralarına göre asıl işveren-alt işveren ilişkisinin geçerli olup olmadığı veya muvazaaya dayanıp dayanmadığına yönelik re’sen yapılması gereken yargısal denetim; İlişkinin taraflarının, yani asıl işveren ve alt işverenin davada yer almalarını ve kendi hukuklarını koruyacak açıklama ve ispat haklarını zorunlu kılmaktadır. Aksince bir düşünce Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkına ve 6100 sayılı Kanun`un 27. maddesinde öngörülen hukuki dinlenilme hakkına aykırılık teşkil eder.

Asıl işveren-alt işveren ilişkisinin kanuna aykırı olarak kurulması veya muvazaaya dayanması halinde feshin geçersizliğine yönelik verilen karar gerçek işveren hakkında kurulmalı, geçersiz veya muvazaaya dayalı ilişkinin diğer tarafı hakkında sıfat yokluğu sebebiyle davanın reddine karar verilmelidir.

Ancak, 6100 sayılı Kanun`un 327. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca taraf sıfatı olmadığı halde, davacıyı, davalı sıfatı kendisine aitmiş gibi yanıltarak kendisine karşı dava açılmasına sebebiyet verdiği için, davanın sıfat yokluğu sebebi ile hakkındaki davanın reddine karar verilen taraf lehine vekâlet ücreti takdir edilmemelidir. Mahkemece taraflar arasındaki ilişkinin muvazaalı olup olmadığı araştırılmadan yazılı şekilde karar verilmesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

4-6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu`nun “sendika özgürlüğünün güvencesi “ başlıklı 25. maddesinin ikinci fıkrasına göre; İşveren, bir sendikaya üye olan işçilerle sendika üyesi olmayan işçiler veya ayrı sendikalara üye olan işçiler arasında, çalışma şartları veya çalıştırmaya son verilmesi bakımından herhangi bir ayrım yapamaz; ücret, ikramiye, prim ve paraya ilişkin sosyal yardım konularında toplu iş sözleşmesi hükümleri saklıdır. Üçüncü fıkrasına göre; İşçiler, sendikaya üye olmaları veya olmamaları, iş saatleri dışında veya işverenin izni ile iş saatleri içinde işçi kuruluşlarının faaliyetlerine katılmaları veya sendikal faaliyette bulunmalarından dolayı işten çıkarılamaz veya farklı işleme tabi tutulamaz. Aynı maddenin dördüncü fıkrasına göre ise; İşverenin fesih dışında yukarıdaki fıkralara aykırı hareket etmesi hâlinde işçinin bir yıllık ücret tutarından az olmamak üzere sendikal tazminata hükmedilir.

Dosya içeriğine göre fesih için geçerli bir nedenin varlığı davalı işverence kanıtlanmadığından mahkemece feshin geçersizliğine karar verilmiş olması isabetlidir. Ancak; feshin sendikal sebebe dayanıp dayanmadığı hususunda yapılan araştırma ve inceleme yetersizdir. Dosya içeriğine göre sendikanın yetki tespiti başvurusunda bulunup bulunmadığı ve yetki alıp almadığı ile işyerinde fesih tarihi itibari ile çalışan, sendikaya üye olan, üyelikten çekilen, üyelikten çekilenlerden çalıştırılan, iş sözleşmesi feshedilen, işten çıkarılanlardan sendikalı olan ve sendikalı olup da işyerinde çalışması devam eden işçiler olup olmadığı dosya içeriğinden anlaşılamamaktadır. Feshin sendikal nedene dayanıp dayanmadığı hususunun kuşkuya yer vermeyecek şekilde açıklığa kavuşturulması için belirtilen yönlerden gerekli araştırmaya gidilmeli ve toplanacak deliller dosya içeriği ile yeniden bir değerlendirmeye tabi tutularak sonucuna göre bir karar verilmelidir. Eksik incelemeyle yazılı şekilde hüküm kurulması hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebeplerden dolayı ( BOZULMASINA ), peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 1. HUKUK DAİRESİ Esas: 2016/12486 Karar: 2017/166 Tarih: 11.01.2017

  • HMK 327. Madde

  • Dürüstlük Kuralına Aykırılık Sebebiyle Yargılama Giderlerinden Sorumluluk

Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.

Davacı, mirasbırakan babası …‘in kayden maliki olduğu 1345 parsel sayılı taşınmazları tek oğlu olan davalı …‘e temlik ettiğini,işlemlerin mirasçılardan mal kaçırma amacıyla ve muvazaalı olarak yapıldığını ileri sürerek, miras payı oranında tapu iptali ve tescile karar verilmesini istemiştir.

Davalı, davaya konu 23 parselin geldisi 145 parsel sayılı taşınmazın tapulama sırasında murisin bağışı sebebiyle adına tescil edildiğini, 1345 parsel sayılı taşınmazın ise Mehmet oğlu A. A.’dan satın aldığını murisle bir ilgisi olmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, 352 ada 23 numaralı parsel içerisinde bulunan bilirkişi raporunda A harfi ile gösterilen alanın tapusunun iptali ile, davacının miras payı oranında tesciline 23 parselin kalan kısmı ve 1345 parsel sayılı taşınmazlar hakkındaki davanın reddine karar verilmiştir.

Dosya içeriği ve toplanan delillerden, 1933 doğumlu mirasbırakan …‘ün 30.06.2003 tarihinde öldüğü, geriye çocukları … davacı … ve davalı …‘ın mirasçı olarak kaldığı, davaya konu taşınmazların kadastro tespiti ile davalı adına tescil edildiği, 21.06.1988 tarihli tespit tutanağında 1345 parsel sayılı taşınmazın dava dışı A. A.’dan satın alındığı, murisle ilgisinin bulunmadığı, 23 parsel sayılı taşınmazın geldisi olan 145 parsele ait 18.06.1987 tarihli tapulama tutanağında ise murise ait olan taşınmazın davalıya 1984 yılında hibe edildiği ve murisin tespite muvafakat ettiği anlaşılmaktadır.

Hemen belirtmek gerekir ki, davacı 23 parsel sayılı taşınmazın ifrazı ile takdir olunan vekalet ücretini temyiz etmiş, davalı ise, sadece hükmedilen harcı temyiz etmiştir.

Çekişme konusu olup da reddedilen 1345 parsel sayılı taşınmaz bakımından tarafların temyizi bulunmamaktadır.

Bilindiği üzere; mirasbırakan tarafından tapulu taşınmazların, tapuda resmi memur önünde yaptığı temlikler 01.04.1974 tarih ½ sayılı İçtihatı Birleştirme Kararı kapsamında muris muvazaasına konu edilebilir. Somut olayda 23 parsel sayılı taşınmazın geldisi olan 145 parsel sayılı taşınmazın kadastro tespiti sırasında mirasbırakanın onayı ile davalı adına tescil edildiği, bu durumda 01.04.1974 tarih ½ sayılı İçtihatı Birleştirme Kararı kapsamsında değerlendirilmesinin mümkün olmadığı açıktır.

Ne varki, 23 ( 145 ) parsel sayılı taşınmazın kısmen kabulüne dair karar davacının temyizi olsa da davalının temyizi bulunmadığından aleyhe bozma yasağı sebebiyle bu konu bozma nedeni yapılamamıştır.

Ancak; hâkimin doğru sicil oluşturma yükümlülüğü gözetildiğinde taşınmazların yasalara uygun olarak geometrik yapılarına uygun bir şekilde oluşturulması gerekliliği açıktır. Kamu düzeniyle ilgili doğru sicil oluşturma ilkesinin gözardı edilmesi doğru değildir.

Hâl böyle olunca, bilirkişi raporuna göre taşınmazın mevcut haliyle ifrazının mümkün olup olmadığının taşınmazın bulunduğu yer gözetilerek, ilgili birimden görüş alınması, gelecek cevaba göre karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması hatalıdır.

Kabule göre de; HMK.nın 327/2. maddesi gereğince yargılama giderlerinin taraflardan haklılık oranına göre alınması gerekirken bu usul kuralının göz ardı edilerek hatalı harç ve vekalet ücretine karar verilmesi isabetsizdir.

SONUÇ : Tarafların temyiz itirazları değinilen yön itibariyle yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü ( 6100 Sayılı Kanun’un geçici 3.maddesi yollaması ile ) 1086 Sayılı 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, 11.01.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


UYARI

Web sitemizdeki tüm makale ve içeriklerin telif hakkı Av. Baran Doğan’a aittir. Tüm makaleler hak sahipliğinin tescili amacıyla elektronik imzalı zaman damgalıdır. Sitemizdeki makalelerin kopyalanarak veya özetlenerek izinsiz bir şekilde başka web sitelerinde yayınlanması halinde hukuki ve cezai işlem yapılacaktır. Avukat meslektaşların makale içeriklerini dava dilekçelerinde kullanması serbesttir.

Makale Yazarlığı İçin

Avukat veya akademisyenler hukuk makalelerini özgeçmişleri ile birlikte yayımlanmak üzere avukatbd@gmail.com adresine gönderebilirler. Makale yazımında konu sınırlaması yoktur. Makalelerin uygulamaya yönelik bir perspektifle hazırlanması rica olunur.

Paylaş
RSS