0 212 652 15 44
Çalışma Saatlerimiz
Hafta İçi 09.00 - 18.00

Dilekçelerin Verilmesi

HMK Madde 317

(1) Dava açılması ve davaya cevap verilmesi dilekçe ile olur.

(2) Cevap süresi, dava dilekçesinin davalıya tebliğinden itibaren iki haftadır. Ancak mahkeme durum ve koşullara göre cevap dilekçesinin bu süre içinde hazırlanmasının çok zor yahut imkânsız olduğu durumlarda, yine bu süre zarfında mahkemeye başvuran davalıya, cevap süresinin bitiminden itibaren işlemeye başlamak, bir defaya mahsus olmak ve iki haftayı geçmemek üzere ek bir süre verebilir. Ek cevap süresi talebi hakkında verilen karar taraflara derhâl bildirilir.

(3) Taraflar cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçesi veremezler.

(4) Dava ve cevap dilekçeleri yönetmelikte belirlenecek formun doldurulması suretiyle de verilebilir.



HMK Madde 317 Gerekçesi

Maddede basit yargılama usulünde dilekçelerin verilmesi aşaması düzenlenmiştir. Zira, bir yargılama usulü düzenlendiğinde temel aşamalar olarak dilekçelerin verilmesi, tahkikat ve hüküm aşamalarının doğru düzenlenmesi, o yargılama usulünün sağlıklı uygulanmasını kolaylaştıracaktır.

Birinci fıkrada, günümüz şartları itibarıyla, her yerde dilekçe yazmanın ve yazdırmanın kolay bir iş hâline gelmesi karşısında, davanın dilekçe ile açılması ve dilekçe ile cevap verilmesi kuralı uygun bulunmuştur.

İkinci fıkrada cevap süresi düzenlenmiş, belirtilen süre içinde cevap dilekçesinin hazırlanması mümkün olmazsa bir defaya mahsus sürenin uzatılabileceği kabul edilmiştir. Cevap ek süresinin verilmesi için de, davalının cevap süresinde mahkemeye başvurusu aranmıştır. Ek cevap süresi talebi hakkında tarafların durumdan haberdar edilmesi de fıkrada yer almıştır. Böylece taraflar, bu konuda üzerlerine düşeni gecikmeden yerine getirebileceklerdir. Cevabın mümkün olduğunca yargılamayı uzatmadan verilmesinin sağlanması için, böyle bir düzenleme yapılmıştır.

Üçüncü fıkrada, yazılı yargılama usulüne göre, basit yargılama usulüne tabi davaların daha kısa sürede sonuçlanmasını sağlamak amacıyla, dilekçelerin verilmesi aşamaları kısaltılmış, tarafların yalnızca dava ve cevap dilekçeleri verebilecekleri, cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçelerini veremeyecekleri açıkça düzenlenmiştir.

Maddenin birinci fıkrasında, gerek davanın açılması gerekse cevap verilmesinin dilekçe ile olacağı açıkça düzenlenmiş bulunduğundan bu fıkra ile bağlantılı olarak, basit yargılama usulünde daha kolay dava açılması veya cevap verilmesini sağlamak için, yönetmelikte belirtilecek formların doldurulması suretiyle de dava açılıp cevap verilmesi, dördüncü fıkra hükmüyle mümkün kılınmıştır. Bu forma yer verilmesinin amacı, hem kişilerin hak arama imkânlarını daha sağlıklı ve zarara uğramadan, usulüne uygun yerine getirmelerini, hem de yargı organlarına başvuruların düzenli olmasını sağlamaktır. Böylece bir yandan yanlış yönlendirmelerle kişilerin hak kaybının önüne geçilecek, hem de yargı organları daha düzenli dosya oluşturacaktır.


HMK 317 (Basit Yargılama Usulünde Dilekçelerin Verilmesi) Yargıtay Kararları


Yargıtay HGK E.2024/208 - K.2025/328

  • HMK 317
  • Bilindiği üzere HMK`da iki temel yargılama usulü düzenlenmiştir. Bunlar; yazılı (m. 118-186) ve basit (m. 316-322) yargılama usulleri olup asıl olarak yazılı yargılama usulüne göre hükümler konulmuş ve basit yargılama usulü ise istisna kabul edilerek bu kapsamda düzenlemeler yapılmıştır.

Davacı açtığı davada, davalı tarafından ihlâl edildiğini ileri sürdüğü hakkının mahkeme aracılığı ile tanınmasını ve davalının mahkûm edilmesini talep ederken, davalı da davacının haklı olmadığının tespitini ve davanın reddini savunur. Davada, her iki taraf da kendisinin haklı olduğunu ileri sürer ve hâkimin kendi lehine karar vermesi için ispat faaliyetinde bulunur.

Dava konusu edilen hakkın ve buna karşı yapılan savunmanın dayanağı olarak taraflarca gösterilen vakıaların gerçekten var olup olmadıkları hakkında mahkemeye kanaat verilmesi faaliyetine ispat denir. İspat, hâkimi ikna (inandırma) faaliyetidir ve dayandığı delillerle hâkimi ikna eden taraf davayı kazanır. İspat araçlarına delil adı verilir (Ejder Yılmaz, Hukuk Muhakemeleri Kanunu Şerhi, 4. Baskı, Ankara, 2021, s.3495).

Bu ilke ve açıklamalara paralel olarak HMK`da yargılamanın makul sürede bitirilmesini sağlamak amacıyla düzenlemeler yapılmış ve bu amaca ulaşılabilmesi için önemli bir katkı sağlayan delillerin bildirilme zamanı özel olarak düzenlenmiştir. Delillerin belirli bir zaman dilimi içinde gösterilip sunulması yargılamayı çabuklaştıracak olmasının yanı sıra, taraflara da gösterilen delillerden haberdar olarak zamanında bunlara karşı delil veya görüş bildirebilme imkânı tanıyacak, böylece uyuşmazlıklar en kısa sürede adilane çözüme kavuşacaktır.

Medenî usul hukukunda esas itibarıyla taraflarca getirilme ilkesi geçerli olup anılan ilkenin uygulandığı davalarda, dava malzemesinin toplanması ve dosyaya sunulması taraflara ait usuli bir yüktür. Taraflar iddia ve savunmalarını temellendirmeye yarayan vakıaları mahkemeye bildirmeli ve bu vakıaları ispatlamaya yarayan delilleri de süresi içinde dava dosyasına ibraz etmelidirler. Bununla birlikte, yargılamayı makul sürede bitirebilmek için dava malzemesinin toplanmasına zaman itibarıyla sınırlama getirilmesi gerekir (Güray Erdönmez, Yasal Düzenleme ve Teorik Boyutuyla Delillerin Gösterilmesi ve Sunulması, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medenî Usûl ve İcra İflâs Hukuku Anabilim Dalı Medenî Usûl ve İcra-İflâs Hukuku Günleri Sempozyumu-I, İstanbul, 2024, s.17).

Hemen belirtmek gerekir ki, usul ekonomisi ilkesi ile dava malzemelerinin, kural olarak yargılamanın belirli bir kesitine kadar getirilmesi zorunluluğunu ifade eden teksif ilkesi, yargılamanın hem daha süratli hem de tahkikat aşamasının ve dolayısıyla yargılama sürecinin daha ucuz şekilde tamamlanmasına yönelik kanun koyucu tarafından alınan tedbirlerin meşruluğuna hizmet eder. Teksif ilkesi, HMKda, belirli bir usulî kesitten itibaren iddia ve savunmanın değiştirilmesi veya genişletilmesi yasağı şeklinde karşımıza çıkar. Bu gereklilik, aynı zamanda Anayasada öngörülen makul sürede yargılanma hakkı, başka bir ifadeyle usul ekonomisi ilkesi ile de örtüşür. Yine benzer şekilde, delillerin belirli bir süre içerisinde dava ve cevap dilekçesinde gösterilmesi gereği (HMK md. 119, 129), makul sürede yargılanma hakkının ispat hakkı üzerinde yarattığı bir sınırlamadır. Delillerin ibrazına ilişkin getirilen süre sınırlamaları bir yandan karşı tarafın ispat hakkının güvence altına alınmasını sağlarken bir yandan da hukuki belirliliğin ve güvenliğin tesis edilmesini sağlar (Pınar Çiftçi, Medeni Yargılama Hukukunda İspat Hakkı ve Sınırlamaları, Ankara, 2018, s. 278).

Bu genel açıklamalardan sonra uyuşmazlık konusu ile ilgili düzenlemelerden bahsedilmelidir. Bilindiği üzere HMK`da iki temel yargılama usulü düzenlenmiştir. Bunlar; yazılı (m. 118-186) ve basit (m. 316-322) yargılama usulleri olup asıl olarak yazılı yargılama usulüne göre hükümler konulmuş ve basit yargılama usulü ise istisna kabul edilerek bu kapsamda düzenlemeler yapılmıştır. Kanun’un “Basit yargılama usulüne tabi dava ve işler” başlıklı 316. maddesinin (g) bendi; “Diğer kanunlarda yer alan ve yazılı yargılama usulü dışındaki yargılama usullerinin uygulanacağı belirtilen dava ve işler” şeklindeki düzenleme ile hangi dava ve işlerin basit yargılama usulüne tabi olduğunu açıklamıştır. İş davaları yönünden 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 7/1. maddesinde iş mahkemelerinde basit yargılama usulü uygulanacağı benimsenmiştir. Basit yargılama usulü ise daha çabuk sonuçlandırılması gereken dava ve işler için kabul edilmiş basit ve seri bir yargılama usulüdür.

Hukuk Muhakemeleri Kanununun 119/1-(f) maddesi uyarınca, gerek yazılı gerekse basit yargılama usulünde, iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin dava dilekçesinde belirtilmesi gerekmektedir. Aynı gereklilik, cevap dilekçesi açısından da geçerlidir. HMKnın “Cevap dilekçesinin içeriği” başlıklı 129/1-(d) ve (e) maddelerine göre cevap dilekçesinde; davalının savunmasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetleri ile savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin bildirilmesi gerekir. Bu husus somutlaştırma yükümlülüğünün gereği olup davalı savunmasının dayanağı olan bütün vakıaları hangi delillerle ispat edeceğini cevap dilekçesine ekleyerek mahkemeye vermeli ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların teminini sağlayıcı açıklamalarda bulunmalıdır.

Hemen belirtmek gerekir ki HMK`nın “Somutlaştırma yükü ve delillerin gösterilmesi” başlıklı 194. maddesi; “(1) Taraflar, dayandıkları vakıaları, ispata elverişli şekilde somutlaştırmalıdırlar.

(2) Tarafların, dayandıkları delilleri ve hangi delilin hangi vakıanın ispatı için gösterildiğini açıkça belirtmeleri zorunludur.” şeklinde düzenlenmiş olup bu düzenleme, yukarıda değinilen tarafların iddialarının (HMK md. 119/1-f) ve savunmalarının (HMK md. 129/1-e) dayanaklarını dilekçelerinde göstermeleri yönündeki hükümler ile paraleldir.

Basit yargılama usulünde, dava ve davaya cevap verilmesi yazılı yargılama usulünde olduğu gibi dilekçe ile olur (md.317/1). Cevap süresi, dava dilekçesinin davalıya tebliğinden itibaren iki haftadır. Ancak, mahkeme duruma göre bu sürede cevap dilekçesi verilmesi zor ise bu süre içinde başvurulmak kaydıyla davalıya, bir defaya mahsus olmak ve iki haftayı geçmemek üzere ek bir süre verebilir (md.317/2). Belirtmek gerekir ki, 28.07.2020 tarihli ve 31199 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 7251 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un (7251 sayılı Kanun) 31. maddesi ile bu fıkrada yer alan “davalıya, bir defaya mahsus” ibaresi “davalıya, cevap süresinin bitiminden itibaren işlemeye başlamak, bir defaya mahsus olmak” şeklinde değiştirilmiştir.

Hukuk Muhakemeleri Kanunu`nun 317/3. maddesi uyarınca basit yargılama usulünde, dava ve cevap dilekçesi dışında cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçesi verilemez. Bu çerçevede, taraflar dilekçeleriyle birlikte tüm delillerini açıkça ve hangi vakıanın delili olduğunu da belirterek bildirmek, ellerinde bulunan delillerini dilekçelerine eklemek ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayacak bilgilere dilekçelerinde yer vermek zorundadırlar (md. 318). Dilekçe sayısı, bu usulde görülecek işlerin basit olması ve kısa sürede karara bağlanmasını sağlamak amacıyla sınırlandırıldığından birer defa dilekçe vermek durumunda olan tarafların daha dikkatli davranmaları gerekmektedir.

Bilindiği üzere taraflar, tahkikat aşamasında kural olarak iddia ve savunmalarını genişletip değiştiremezler; yani yeni vakıa ileri süremezler ve eski vakıaların yerine yeni vakıalar ikâme edemezler. Bunun yapılabilmesi ancak karşı tarafın açık muvafakati, bunun mümkün olmaması durumunda da ıslah suretiyle gerçekleştirilebilir. Basit yargılama usulünde ise iddia ve savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağı, yazılı yargılama usulünden farklı olarak dava açılmasıyla ve cevap dilekçesinin mahkemeye verilmesiyle başlar (md. 319).

Gelinen aşamada ön inceleme aşamasından bahsetmekte yarar bulunmaktadır.

1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu döneminde yargılama (dilekçeler, tahkikat, sözlü yargılama ve hüküm aşaması) dört aşamadan ibaret iken HMK ile usul hukukuna yeni ve önemli bir kurum olarak yargılamada ön inceleme safhası (dilekçeler, ön inceleme aşaması, tahkikat, sözlü yargılama ve hüküm aşaması) dâhil edilmiştir. Ön inceleme aşaması (md. 140), yargılamada özel bir öneme sahiptir. Bu aşamanın başarısı, esasen bu duruşmaya doğru bir şekilde hazırlanılması ve yapılması gereken işlemlerin mahkemece ve taraflarca doğru bir şekilde yapılmasına bağlıdır (Yılmaz, s. 2994 vd.).

Hukuk Muhakemeleri Kanunu`nun “Ön incelemenin kapsamı” başlıklı 137/1. maddesinde ise “Dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra ön inceleme yapılır. Mahkeme ön incelemede; dava şartlarını ve ilk itirazları inceler, uyuşmazlık konularını tam olarak belirler, hazırlık işlemleri ile tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapar, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği davalarda onları sulhe veya arabuluculuğa teşvik eder ve bu hususları tutanağa geçirir.” düzenlemesi bulunmaktadır.

Ön inceleme, dilekçeler aşaması ile tahkikat aşaması arasında ayrı ve bağımsız bir aşama olacak şekilde, beş yargılama aşamasından biri olarak öngörülmüştür. Bu aşamada ilk itirazlar ve dava şartları yönünden dosyanın bir incelemeye tabi tutulması ve tarafların uyuşmazlık içerisinde olduğu konular ile anlaştıkları konuların ayrılarak delillerin toplandığı ve değerlendirildiği tahkikat aşamasına eksiksiz ve hazır bir şekilde geçilmesi amaçlanmıştır. Ön incelemenin asıl işlevi, uygulamada birbirinin içine geçirilmiş aşamaların ayrılması bağlamında ortaya çıkmaktadır. Zira ön inceleme aşamasına kadar dilekçeler tamamlanmış ve tahkikat aşamasında toplanması gerekenler dışında kalan deliller toplanmış olacak, böylece artık tahkikat aşamasında kural olarak delil toplanması söz konusu olmayacağından, duruşmalar delillerin tartışıldığı oturumlar hâline gelmiş bulunacaktır.

Bu çerçevede ön inceleme duruşmasında tahkikat işlemleri yapılamaz, tahkikata götüren hazırlık işlemleri yapılır. Tahkikat aşamasından farklı olarak ön inceleme aşamasında işin esasına girilmeyeceğinden, kural olarak delillerin incelenmesi söz konusu olmayacaktır. Bu aşamada delillerin toplanması için hazırlık işlemleri yapılacak ve bu sayede dosyanın tekemmül etmesi sağlanacaktır.

Hukuk Muhakemeleri Kanununun “Ön inceleme duruşmasına davet” başlıklı 139. maddesi, 7251 sayılı Kanunun 13. maddesiyle yapılan değişiklikten önce; “(1)Mahkeme, dilekçelerin karşılıklı verilmesinden ve yukarıdaki maddelerde belirtilen incelemeyi tamamladıktan sonra, ön inceleme için bir duruşma günü tespit ederek taraflara bildirir. Çıkarılacak davetiyede, duruşma davetiyesine ve sonuçlarına ilişkin diğer hususlar yanında, taraflara sulh için gerekli hazırlığı yapmaları, duruşmaya sadece taraflardan birinin gelmesi ve yargılamaya devam etmek istemesi durumunda, gelmeyen tarafın yokluğunda yapılan işlemlere itiraz edemeyeceği ve diğer tarafın, onun muvafakati olmadan iddia ve savunmasını genişletebileceği yahut değiştirebileceği ayrıca ihtar edilir.” şeklinde iken 7251 sayılı Kanun’un 13. maddesiyle yapılan değişiklikle birlikte anılan madde; “(1) Mahkeme, dilekçelerin karşılıklı verilmesinden ve yukarıdaki maddelerde belirtilen incelemeyi tamamladıktan sonra, ön inceleme için bir duruşma günü tespit ederek taraflara bildirir. (Değişik cümle: 22/7/2020-7251/13 md.) Çıkarılacak davetiyede aşağıdaki hususlar ihtar edilir:

a) Duruşma davetiyesine ve sonuçlarına ilişkin diğer hususlar.

b) Tarafların sulh için gerekli hazırlığı yapmaları.

c) Duruşmaya sadece taraflardan birinin gelmesi ve yargılamaya devam etmek istemesi durumunda gelmeyen tarafın yokluğunda yapılan işlemlere itiraz edemeyeceği.

ç) Davetiyenin tebliğinden itibaren iki haftalık kesin süre içinde tarafların dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları, bu hususların verilen süre içinde yerine getirilmemesi hâlinde o delile dayanmaktan vazgeçmiş sayılacaklarına karar verileceği.” şeklinde düzenlenmiştir.

Hukuk Muhakemeleri Kanunu`nun 139. maddesinin yeni düzenlemesine bakıldığında, dilekçelerin teatisi aşamasının tamamlanması ve tarafların ön inceleme duruşmasına davet edilmesi yine iki farklı aşama olarak korunmaya devam edilmiştir. Fakat değişiklikle birlikte eksik delillerin sunulması ve başka yerden getirtilecek delillere ilişkin açıklama yapılması ihtarının artık ön inceleme duruşması davetiyesi ile birlikte yapılacağı düzenlenmiştir.

Ön inceleme aşamasına ilişkin genel açıklamalardan sonra basit yargılama usulünde HMK`nın “Ön inceleme ve tahkikat” başlıklı 320. maddesinin;

“(1) Mahkeme, mümkün olan hâllerde tarafları duruşmaya davet etmeden dosya üzerinden karar verir.

(2) Daha önce karar verilemeyen hâllerde mahkeme, ilk duruşmada dava şartları ve ilk itirazlarla hak düşürücü süre ve zamanaşımı hakkında tarafları dinler; daha sonra tarafların iddia ve savunmaları çerçevesinde, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususları tek tek tespit eder. Uyuşmazlık konularının tespitinden sonra hâkim, tarafları sulhe veya arabuluculuğa teşvik eder. Tarafların sulh olup olmadıkları, sulh olmadıkları takdirde anlaşamadıkları hususların nelerden ibaret olduğu tutanağa yazılır; tutanağın altı hazır bulunan taraflarca imzalanır. Tahkikat bu tutanak esas alınmak suretiyle yürütülür.

(3) Mahkeme, tarafların dinlenmesi, delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemlerinin yapılmasını yukarıdaki fıkrada belirtilen duruşma hariç, iki duruşmada tamamlar. Duruşmalar arasındaki süre bir aydan daha uzun olamaz. İşin niteliği gereği bilirkişi incelemesinin uzaması, istinabe yoluyla tahkikat işlemlerinin yürütülmesi gibi zorunlu hâllerde, hâkim gerekçesini belirterek bir aydan sonrası için de duruşma günü belirleyebilir ve ikiden fazla duruşma yapabilir.

(4) Basit yargılama usulüne tabi davalarda, işlemden kaldırılmasına karar verilmiş olan dosya, yenilenmesinden sonra takipsiz bırakılırsa, dava açılmamış sayılır” şeklinde düzenlendiğini belirtmek gerekmektedir.

Hukuk Muhakemeleri Kanununun 322. maddesi atfı ile basit yargılama usulünde de uygulama alanı bulan “Ön İnceleme duruşması” başlıklı 140. maddesinin, 7251 sayılı Kanunun 14. maddesi ile değiştirilmeden önceki 5. fıkrasına göre; ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir. Bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi hâlinde o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir. Yapılan değişiklikle ise 5. fıkra; “139 uncu madde uyarınca yapılan ihtara rağmen dilekçelerinde gösterdikleri belgeleri sunmayan veya belgelerin getirtilmesi için gerekli açıklamayı yapmayan tarafın bu delillere dayanmaktan vazgeçmiş sayılmasına karar verilir.” şeklinde düzenlenmiştir.

Burada vurgulanması gereken husus özellikle 140. maddede “dilekçelerinde gösterdikleri” ibaresinin kullanılmış olmasıdır. HMK`nın 140. maddesinin gerekçesinde belirtildiği üzere taraflar, delil olarak dayandıkları belgeleri dilekçelerine ekleyerek vermek ya da başka yerden getirilecekse, bunu belirtmek zorundadırlar. Şayet taraflar, bu konuda yapmaları gereken işlemleri eksik bırakmışlarsa, tahkikata başlamadan önce taraflara son kez kısa bir süre verilerek bu eksiklikleri tamamlamaları düşünülmüştür. Taraflar bu şanslarını da doğru kullanamazlarsa artık tahkikat mevcut delillerle yürütülecek ve tarafların o delile dayanmaktan vazgeçtikleri kabul edilecektir.

Hukuk Muhakemeleri Kanunu`nun 140/5. maddesi, ön inceleme duruşmasında dahi dava ve cevap dilekçesinde gösterilmiş olmayan belgenin ikâmesine izin vermemiştir. Zira şekli gerçeği arayan özel hukuk yargılamasında, ilişkinin maddi gerçeği değil, özel hukukun biçtiği kalıplara uygunluğu incelenecektir. Böyle bir kalıbı ispat eden belgeyi delil olarak zikretmeyen tarafın, hak arama özgürlüğünü doğru biçimde kullandığından söz edilemez. Hakkını etkin biçimde kullanma çabasını başlangıçta göstermeyen tarafın, sonradan belgeyi delil olarak kullanmak istemesi, uyuşmazlığın netleşmesini de çözümünü de geciktirecektir. Üstelik böyle bir belgenin dava veya cevap dilekçesinde zikredilmiş olması, uzlaşmayı kolaylaştırabilecekken bu imkân da kaybedilmiş olacaktır. Böyle olunca, uyuşmazlığın süratle çözümlenmesinden beklenen kamu yararı zedelenecektir. O hâlde dava ve cevap dilekçelerinde gösterilmemiş bulunan belgelerin, ön inceleme duruşması da dâhil olmak üzere sonradan ikame edilmesi, ancak 145. maddede belirtilen şartlarla mümkündür.

Hukuk Muhakemeleri Kanunu sisteminde, uyuşmazlık döneminde yürürlükte bulunan 140/5. madde dikkate alındığında ön inceleme duruşmasında tayin edilen kesin süreye uyulmaması, vazgeçme yaptırımına bağlanarak davayı uzatıcı bu kötüniyetli davranışlar engellenmeye çalışılmıştır. Zira dilekçelere eklenip sunulmamış, daha sonra ön incelemede ek olarak bildirilen süre içinde de verilmemiş delillere, tahkikat içinde kural olarak dayanılamaz. Tahkikatın amacı, kural olarak delil toplamak değil, delilleri incelemek ve değerlendirmektir; aksi hâlde tahkikat tamamlanamaz ve yargılama uzar.

Ancak istisnaen belirli koşulların gerçekleşmesi kaydıyla taraflar gerek ön inceleme gerekse de tahkikat aşamasında yeni delil gösterebilme olanağına sahiptirler. Nitekim bu husus, HMK`nın “Sonradan delil gösterilmesi” başlığını taşıyan 145. maddesinde “(1) Taraflar, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler. Ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir.” şeklinde düzenlenmiştir.

Tarafların HMK`da belirtilen süreden sonra delil gösteremeyeceklerine ilişkin kurala getirilen istisnanın, dava ve cevap dilekçelerinde hiç delil bildirmeyen, ön inceleme aşamasında veya çıkarılacak davetiye üzerine delillerini sunmayan veya toplanması için gerekli işlemleri yapmayan tarafın tahkikat aşamasında delil bildirme hakkının olduğu şeklinde anlaşılması mümkün değildir.

Bu kapsamda delilin sonradan sunulması, o delile daha önceden ulaşılamamasına ya da o delilin varlığı hakkında mazur görülebilir bir bilgisizliğe, bir engellemeye vs. dayanıyorsa mümkündür. Tarafın salt ihmâlkârlığı, yeterince araştırmaması, davayı uzatma amacı, davayı önemsememesi, kötüniyeti gibi hususlarla o delili sunmaması hâlinde sonradan delil sunulması kabul edilemez, artık o delilden vazgeçmiş sayılır (Oğuz Atalay, Pekcanıtez Usul Medeni Usul Hukuku, Cilt II, 15. Bası, İstanbul, 2017, s.1760).

Nitekim HMK`nın 145. maddesinin gerekçesinde de şöyle denilmektedir: “Uygulamada, davaların uzamasının temel sebeplerinden birinin de gereksiz yere yeni delil sunulması ve bu konuda taraflara verilen sürelere uyulmaması olduğu bilinmektedir. Maddenin ilk fıkrasıyla, Kanunda belirtilen sürelerden sonra, davada yeni delil sunulmasının yasak olduğu kural olarak benimsenmiştir. Fakat iki istisna kabul edilmiştir. Yeni delil sunulması talebi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya delilin süresinde sunulmaması ilgili tarafın kusuru dışında bir sebebe dayanıyorsa, hâkim gerekçesini de belirtmek şartıyla, yeni delil sunulmasına izin verebilir. Bu şekilde delil sunma kuralına istisna getirilmesi, hukukî dinlenme hakkının tabiî bir sonucudur”.

Görüldüğü üzere, kanun koyucunun belli şartların varlığı hâlinde taraflara yargılamanın daha sonraki aşamalarında delil ileri sürebilmeleri için istisnai bir düzenleme getirmesinin gerekçesi, adil yargılanma hakkının bir unsurunu oluşturan “hukukî dinlenilme hakkı” dır (Yılmaz, s.3032).

Hukuk Muhakemeleri Kanunu`nun 322. madde yollamasıyla uygulama yeri bulan 145. maddesindeki koşulların bulunması hâlinde sonradan gösterilen delillerin basit yargılama usulünde de incelenmesi mümkündür.

Yapılan bu açıklamalara göre HMKnın sistematiği içinde tahkikat aşamasına geçilmezden evvel, tarafların uyuşmazlık konularının ve bu uyuşmazlıkların çözümü için ileri sürdükleri delillerin daha işin en başında belirlenerek tahkikatın etkin bir şekilde yapılmasının hedeflendiği anlaşılmaktadır. Bu sebeple HMKnın 145. maddesinde belirtilen ve tarafın etki alanı dışında kalan çok özel durumlar dışında, sonradan delil sunulması hâlinde bu deliller dikkate alınmamalıdır.

Somut olayda, davacı vekili fazla çalışma ile diğer bir kısım işçilik alacaklarının tahsili talebi ile 21.12.2017 tarihinde eldeki davayı açmış, İlk Derece Mahkemesince 12.01.2018 tarihli tensip tutanağının (5) numaralı bendinde “Dava dilekçesi, delil listesi ve tensip zaptının davalıya tebliğine, HMK 317/2 maddesi uyarınca tebliğden itibaren iki hafta içinde cevap verebileceği, HMK 131. maddesi gereği cevap dilekçesinin verilmesinden sonra, cevap süresi dolmamış olsa bile ilk itirazların ileri sürülemeyeceği, HMK 318 maddesine göre ilk itirazları ve tüm delillerini açıkça ve hangi vakıalarının delili olduğunu da belirterek bildirmesi, elinde bulunan delillerini dilekçesine eklemesi, başka yerden getirtilecek belge ve dosyalar için, bulunabilmelerini sağlayıcı bilgileri dilekçesinde belirtmesi, varsa tanıklarının isim ve açık adresleri, tanıklık yapacakları konuları bildirmesi, HMK 324. maddesine göre 75,00 TL delil ikame avansını yatırması için tebliğden itibaren iki hafta süre verildiği, hizmet süresi ,ödenen ücret ve ücret ödemelerinin ne şekilde yapıldığı hususlarında açıklama yapılması gerektiği ,ücret hususu çekişmeli olduğu takdirde emsal ücret araştırması yapılmasını istediği yerleri bildirmesi gerektiği,ihtarname var ise tebliğ şerhli örneğini sunması gerektiği, bu hususlar yerine getirilmediğinde HMK 140/5 maddesi gereği ancak ön inceleme aşamasında bu eksiklikleri tamamlayabileceği, aksi halde bu delillerinden vazgeçmiş sayılacağı, HMK 128. maddesi gereği tebliğden itibaren iki hafta içinde cevap dilekçesi verilmezse dava dilekçesinde ileri sürülen vakıaların tamamını inkar etmiş sayılacağının ihtarına” karar verilmiştir.

İlk Derece Mahkemesince dava dilekçesi ve tensip tutanağının tebliği üzerine davalı vekili tarafından süresinde sunulan cevap dilekçesinde, davacının çalışma saatlerinin 4857 sayılı İş Kanunu`nda öngörülen haftalık çalışma süresi kapsamında olduğu ancak zaman zaman fazla çalışma yapmış ise de imzaladıkları ikinci iş sözleşmesi gereği fazla çalışmalar aylık ücretine dahil olduğundan fazla çalışma alacağının bulunmadığını savunmuş, dilekçenin deliller kısmında işyeri kayıtları, şahsi sicil dosyası, ücret bordroları, izin kullanma formları ile diğer delillere yer verilmiş, dilekçe ekinde ise iş sözleşmesinin sona erme nedenine ilişkin olarak bir kısım belge örnekleri sunulmuştur.

Öte yandan davalı vekili 26.04.2018 tarihli ön inceleme duruşması da dahil olmak üzere son duruşma olan 02.07.2019 tarihine kadar olan duruşmalara katılmamış, bilirkişi raporuna itiraz dilekçesi ile 02.07.2019 tarihli duruşmada cevap dilekçesinde olduğu gibi fazla çalışma ücreti yönünden aynı savunmayı yapmıştır.

İlk Derece Mahkemesinin davanın kısmen kabulüne dair kararı taraf vekillerince istinaf edilmiş, davalı vekili istinaf dilekçesinde diğer istinaf itirazlarının yanı sıra fazla çalışma ücretine ilişkin olarak cevap dilekçesindeki beyanlarını tekrarlamıştır. Bölge Adliye Mahkemesinin İlk Derece Mahkemesi kararının kaldırılmasına ve davanın yeniden görülmesi için dosyanın mahkemesine gönderilmesine dair kararı sonrasında İlk Derece Mahkemesince yapılan yargılamada yeniden bilirkişi raporu alınmış, davalı vekili 10.12.2021 tarihli dilekçesi ile bilirkişi raporuna karşı önceki itirazlarını tekrar etmiştir. Davalı vekili 16.12.2021 tarihli ve “Esasa ilişkin beyan ve ödeme belgelerinin sunulması” konulu dilekçesinde ise fazla çalışmanın ücrete dahil olduğu itirazını yineleyerek dilekçe ekinde buna dair hükmün yer aldığı ikinci iş sözleşmesini sunmuş ve “fazla mesaiye ilişkin elden ödeme belgelerinin sunulmasına” dair açıklama ile fazla çalışma karşılığı yapılan ödemelerin fazla çalışma alacağından mahsup edilmesini talep etmiş, bununla birlikte bu delilleri öncesinde sunamama sebebini ise açıklamamıştır.

Açıklanan maddi ve hukuki olgular ışığında, 21.12.2017 tarihinde açılan eldeki davada, davalı tarafından İlk Derece Mahkemesince yapılan yargılamada sunulmayıp Bölge Adliye Mahkemesinin kaldırma kararından ve dava açıldıktan yaklaşık dört yıl sonra “Esasa ilişkin beyan ve ödeme belgelerinin sunulması” konulu dilekçe ekinde sunulan belgelerin HMK`da öngörülen sürede ibraz edilmediği açıktır.

Diğer taraftan davalı vekilinin HMK`nın 145. maddesinin sağladığı imkândan da yararlanması söz konusu değildir. Zira yukarıda da ayrıntılı olarak izah edildiği üzere bir delilin sonradan ileri sürülmesinin yargılamayı geciktirme amacı taşımaması veya süresinde ileri sürülmemesinin davalı tarafın kusurundan kaynaklanmaması hâllerinin somut olayda gerçekleşmediği sabittir.

Gerçekten de uyuşmazlık hakkında, bu işlemin dayandığı veya onu ortadan kaldıran kalıba uygun belge ya baştan beri vardır ya da yoktur. Böyle bir belge varsa, belgeyi bilen davalının buna rağmen bu belgeden söz etmemesi ya da sunmaması, ona etkin hak arama imkânı tanınmamasından değil, kendi ihmâlinden kaynaklanmaktadır. Böyle olunca da, bu belgenin sonradan sunulması davayı uzatacak ve bu suretle davanın kısa sürede çözümlenmesini engelleyecektir. Bu itibarla İlk Derece Mahkemesince yapılan yargılama aşamasında söz konusu belgeyi ileri sürmeyen davalının, yargılamanın geldiği aşamada yeni deliller dosyaya sunarak bu deliller doğrultusunda değerlendirme yapılmasını talep etmesi mümkün değildir. Aksinin kabulü hukuk yargılamasının temel ilke ve esasları ile bağdaşmayacaktır.


YARGITAY HUKUK GENEL KURULU Esas : 2017/1575 Karar : 2018/672 Tarih : 4.04.2018

  • HMK 317. Madde

  • Dilekçelerin Verilmesi

Dava velayetin değiştirilmesi istemine ilişkindir.

Davacı vekili müvekkili ile davalının anlaşmalı olarak boşandıklarını ve müşterek çocuğun velayetinin anneye verildiğini, boşanma kararı sonrasında davalı annenin Gürbüz Özsoy isimli erkek arkadaşı ile birlikte yaşamaya başladığını, bu durumun çocukta bazı davranış bozukluklarına sebebiyet verdiğini, söz konusu evde davalı ve erkek arkadaşının sürekli kavga etmesi ve 12 yaşında olan çocuğun ergenlik sürecinin birleşmesi nedeniyle olumsuzlukların devam ettiğini, uluslararası sözleşmeler ve Yargıtay içtihatlarına göre idrak çağına gelmiş bulunan çocuğun görüşüne başvurulması gerektiğini belirterek velayetin değiştirilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, davacının aşırı kuralcı, mükemmelliyetçi, baskıcı, telaşlı, denetleyici bir kişilik yapısına sahip olduğunu, müvekkilinin evlilik devam ederken şiddete maruz kaldığını, aynı şekilde davacının müşterek çocuğa karşı davranışlarının da sorun teşkil ettiğini, davacının amacının müvekkiline zarar vermek olduğunu, müvekkilinin evlenme gayreti içinde olmasının davacıyı kızdırdığını, davacının uygunsuz arkadaşları bulunduğu gibi iş hayatının da istikrarsız olduğunu, müvekkilinin ise düzenli bir iş hayatı olduğunu, müvekkilinin velayet görevini gereği gibi yerine getirdiğini, çocuğun tüm masraflarının müvekkili tarafından karşılandığını belirterek davanın reddine karar verilmesini istemiştir.

Mahkemece, velayetin değiştirilmesi davalarının basit yargılama usulüne tabi olduğu, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 317/3. maddesine göre basit yargılama usulüne tabi davalarda tarafların cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçesi veremeyecekleri, HMK’nın 318. maddesinde tarafların dilekçeleri ile birlikte tüm delillerini açıkça ve hangi vakıanın delili olduğunu da belirterek bildirmek, ellerinde bulunan delillerini dilekçelerine eklemek ve başka yerlerden gelecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayan bilgilere dilekçelerinde yer vermek zorunda oldukları, HMK`nın 320/1. maddesinde de mahkememin mümkün olan hâllerde tarafları duruşmaya davet etmeden karar vereceğinin hüküm altına alabileceği hususlarının düzenlendiğini, tarafların dava ve cevap dilekçelerinde tanık deliline dayanmalarına rağmen tanıklarla hangi vakıanın ispat edileceğini açıklamadıkları, dolayısıyla somutlaştırma yüküne aykırı davrandıkları gerekçesiyle hangi vakıayı ispat edeceği belirli olmayan davacı ve davalı tanıklarının dinlenmediği belirtildikten sonra; müşterek çocuğun anne yanında kalmasının çocuğun bedeni, fikri ve ahlâki gelişimine engel olacağının veya hemen meydana gelebilecek tehlikelerin varlığının davacı baba tarafından kanıtlanamamış olması ve kendi hayatı ve geleceği hakkında karar verebilecek yaşta olan 26.06.2001 doğumlu müşterek çocuğun isteği dikkate alınarak aile mahkemesi uzmanı tarafından düzenlenen 19.03.2013 havale tarihli rapora itibar olunduğu gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.

Davacı vekilinin temyizi üzerine

karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde yer alan gerekçe ile bozulmuştur.

Mahkemece, velayet davalarında resen araştırma ilkesinin hakim olduğu, bu ilke gereği resen uzman raporu alındığı, uzman tarafından davacının iddia ettiği hususlar dikkate alınıp çocuğa da sorulup irdelenerek rapor düzenlendiği, böylece davacının tanıkla ispat etmek istediği hususların ayrıca ispat edilmesine gerek kalmadığı, ayrıca ispat edilmesine gerek kalmayan bir hususta tanık dinlenmesinin bir anlamının da olmadığı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.

Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; velayetin değiştirilmesi istemli davada, dava dilekçesinde tanık deliline dayanılmasına rağmen mahkemece hangi vakıaların ispat edileceği hususunda somutlaştırma yükünün yerine getirilmediğinden bahisle taraf tanıkları dinlenmeden, müşterek çocuğun beyanı ve uzman raporuna göre davanın kanıtlanamadığı gerekçesiyle reddine karar verilmiş olmasının hukuki dinlenilme hakkının ihlaline yol açıp açmayacağı, burada varılacak sonuca göre HMK`nın 240 ve devamı maddeleri gereğince tanık dinlenmesine gerek olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.

Öncelikle HMK`nın 27. maddesinde düzenlenen “hukuki dinlenilme hakkının” açıklanmasında yarar görülmektedir. “(1) Davanın tarafları, müdahiller ve yargılamanın diğer ilgilileri, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahiptirler. (2) Bu hak; a) Yargılama ile ilgili olarak bilgi sahibi olunmasını, b) Açıklama ve ispat hakkını, c) Mahkemenin, açıklamaları dikkate alarak değerlendirmesini ve kararların somut ve açık olarak gerekçelendirilmesini, içerir”.

Hukuki dinlenilme hakkı çoğunlukla “iddia ve savunma hakkı” olarak bilinmektedir. Ancak bu hak iddia ve savunma hakkı kavramına göre daha geniş ve üst bir kavramdır.

Hakkın temel unsurları maddede tek tek belirtilmiş, böylece uygulamada bu temel yargısal hak konusundaki tereddütlerin önüne geçilmesi amaçlanmıştır.

Bunlardan ilki “bilgilenme hakkı” dır. Bu çerçevede, öncelikle tarafların gerek yargı organlarınca gerek karşı tarafça yapılan işlemler konusunda bilgilendirilmeleri zorunludur. Kişinin kendisinden habersiz yargılama yapılarak karar verilmesi, kural olarak mümkün değildir. Hak sahibinin kendisi ile ilgili yargılama ve yargılamanın içeriği hakkında tam bir şekilde bilgi sahibi olması sağlanmalıdır. Tarafın bilgi sahibi olmadığı işlemler, belge ve bilgiler yargılamada esas alınamaz. Bilgilenmenin şekli bakımından, hukuki dinlenilme hakkına uygun davranılmalı, ilgilinin bilgilenmesi şeklen değil, gerçek anlamda sağlanmaya çalışılmalıdır.

Bu hakkın ikinci unsuru, “açıklama ve ispat hakkı”dır. Taraflar, yargılamayla ilgili açıklamada bulunma, bu çerçevede iddia ve savunmalarını ileri sürme ve ispat etme hakkına sahiptirler. Her iki taraf da bu haktan eşit şekilde yararlanırlar. Bu durum “silahların eşitliği ilkesi” olarak da ifade edilmektedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) adil yargılanma hakkını düzenleyen 6. maddesinin 1. bendinin ilk cümlesinde yer alan silahların eşitliği ilkesi, yine AİHS’ne göre, mahkeme önünde sahip olunan hak ve vecibeler bakımından taraflar arasında tam bir eşitliğin bulunması ve bu dengenin bütün yargılama boyunca korunmasıdır. Başka bir deyişle, silahların eşitliği ilkesi, davanın taraflarından birini diğeri karşısında avantajsız bir duruma düşürmeyecek şekilde her iki tarafın deliller de dâhil olmak üzere, iddia ve savunmasını ortaya koymak için makul bir olanağa sahip olması, tarafların denge içinde olması demektir. Söz konusu ilke tarafların usulüne uygun olarak mahkemenin önüne gelmelerini sağlayan tebligat işlemi açısından da önemlidir. Çünkü ancak hukuka uygun bir usulde gerçekleşen tebligat üzerine, durumdan haberdar olan taraflar iddia ve savunmalarını eşit şekilde yapabileceklerdir.

Hukuki dinlenilme hakkının üçüncü unsuru, “tarafların iddia ve savunmalarını yargı organlarının tam olarak dikkate alıp değerlendirmesi”dir. Bu değerlendirmenin de karar gerekçesinde yapılması gerekir (6100 sayılı HMK’nın gerekçesi m. 32). Yargılama bakımından, sadece bir tarafın dinlenip diğerinin dinlenmemesi, tek yönlü karar verilmesi demektir. Yargılamada yer alan taraflar yargılamanın objesi değil, süjesidir. Hukukî dinlenilme hakkı doğru karar verilmesinin garantisidir; bu nedenle, haksızlığa karşı koyabilme imkânı tanır. Bu hak, hukuk devletinin, insan onurunun korunması ve eşitlik ilkesinin, hak arama özgürlüğünün, adil yargılanma hakkının bir gereğidir.

Bu genel açıklamadan sonra somut olay açısından “velayet” ile ilgili düzenlemelerin incelenmesinde yarar görülmektedir.

Türk Medeni Kanunu (TMK) uyarınca velayet, çocukların bakım, eğitim, öğretim ve korunması ile temsil görevlerini kapsar. Aynı zamanda ana babanın velayeti altındaki çocukların kişiliklerine ve mallarına ilişkin hakları, ödevleri, yetkileri ve yükümlülükleri de içerir.

Ana ve babanın çocukların kişiliklerine ilişkin hak ve ödevleri, özellikle çocukların şahıslarına bakmak, onları görüp gözetmek, geçimlerini sağlamak, yetiştirilmelerini ve eğitimlerini gerçekleştirmektir.

Bu noktada; çocuğun, eğitim ile istenilen ölçüde dürüst, kötü alışkanlıklardan uzak, iyi ahlâk sahibi, çalışkan ve bilgili bir insan olarak yetiştirmek hak ve yükümlülüğü bulunan ana ve babanın, sayılan tüm bu unsurlar yönünden çocuğa örnek teşkil etmeleri, çocuğun fiziksel ve ruhsal gelişimine ilişkin tüm önlemleri almaları gerektiği her türlü duraksamadan uzaktır.

Bilindiği üzere ergin olmayan çocuk ana babasının velayeti altındadır (TMK m.335). Evlilik devam ettiği sürece ana ve baba velayeti birlikte kullanırlar.

Ancak 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)`nun 336. maddesi uyarınca, ortak hayata son verilmiş veya ayrılık hâli gerçekleşmiş ise hâkim, velayeti eşlerden birine verebilir. Velayet ana babadan birinin ölümü hâlinde sağ kalana, boşanmada ise çocuk kendisine bırakılan tarafa aittir.

Belirtmek gerekir ki; velayete ilişkin kararlar kesin hüküm oluşturmaz.

TMK`nın 183. maddesinde de “Ana veya babanın başkasıyla evlenmesi, başka bir yere gitmesi veya ölmesi gibi yeni olguların zorunlu kılması hâlinde hâkim, resen veya ana ve babadan birinin istemi üzerine gerekli önlemleri alır” şeklindeki düzenlemeye göre değişen koşullara göre velayetin değiştirilmesi mümkündür.

TMK`nın 349. maddesinde ise; “Velayete sahip ana veya babanın yeniden evlenmesi, velayetin kaldırılmasını gerektirmez. Ancak, çocuğun menfaati gerektirdiğinde velayet sahibi değiştirilebileceği gibi, durum ve koşullara göre velayet kaldırılarak çocuğa vasi de atanabilir.” hükmü yer aldığı gibi,

TMK`nın 351. maddenin birinci fıkrasında da durumun değişmesi hâlinde çocuğun korunmasına ilişkin önlemlerin yeni koşullara uydurulması gerektiği düzenlemesi mevcuttur.

O hâlde, koşulların değişmesi (TMK m.183, 349, 351/1) veya velayetin değiştirilmesini gerektiren haklı bir sebebin bulunması hâlinde mahkemece velayetin değiştirilmesine karar verilebilir.

Öte yandan, TMK`nun 335 ila 351. maddeleri arasında düzenlenen “velayet”e ilişkin hükümler kural olarak, kamu düzenine ilişkindir ve velayete ilişkin davalarda resen (kendiliğinden) araştırma ilkesi uygulandığından hâkim, tarafların isteği ile bağlı değildir.

Velayetin değiştirilmesine yönelik istem incelenirken ebeveynlerin istek ve tercihlerinden ziyade çocuğun üstün yararı göz önünde tutulur.

Nitekim, Hukuk Genel Kurulunun 14.06.2017 gün ve 2017/2-1887 E., 2017/1196 K. sayılı kararında da velayetin düzenlenmesinin kamu düzenine ilişkin olduğu, usulü kazanılmış hak ilkesinin istisnasını oluşturduğu benimsenerek aynı ilkeye vurgu yapılmıştır.

Öğretide ise, kamu düzeni düşüncesiyle mahkemece kendiliğinden (resen) araştırma ilkesinin uygulandığı davalarda, hâkim belli vakıaları kendiliğinden araştırma yetkisine (ve yükümlülüğüne) sahip olduğu için, bu nitelikteki davalarda iddia ve savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağına ilişkin ilkenin (HMK m.141) uygulanmayacağı açıklandıktan sonra, davanın açılmasından sonra doğan olayların, karşı tarafın izni veya ıslah yoluna başvurulmaksızın ileri sürülebileceği belirtilmektedir (Pekcanıtez H.: Pekcanıtez Usul Medeni Usul Hukuku, C.II, 15. Bası, İstanbul 2017, s.1250; Tanrıver S.:Medeni Usul Hukuku, C.I, Ankara 2016, s.681,682).

Ayrıca belirtmek gerekir ki, HMK`nın 382.maddesinde “velayetin kaldırılması, velayetin eşlerden birinden alınarak diğerine verilmesi ve kaldırılan velayetin geri verilmesi” isteklerinin “çekişmesiz yargı” işi olarak düzenlendiği,

aynı Kanunun “yargılama usulü” başlıklı 385.maddesinin ikinci fıkrasında ise “çekişmesiz yargı işlerinde aksine hüküm bulunmadıkça resen araştırma ilkesinin geçerli olduğu” düzenlenmiştir.

Bu nedenledir ki, velayet, kamu düzenine ilişkin ve çekişmesiz yargı işlerinden olduğundan, mahkemece resen delil toplanabileceği gibi, taraflar da yargılamanın her aşamasında delil sunabilirler. Velayetin düzenlenmesinde asıl olanın, küçüğün yararını korumak ve geleceğini güvence altına almak olduğundan, mahkemece yargılama aşamasında taraflarca ileri sürülen iddialar, meydana gelen yeni gelişmeler göz önünde tutularak tüm deliller büyük bir titizlikle incelenerek sonuca gidilmelidir.

Tüm bu açıklamalar karşısında somut olaya gelindiğinde, davacı baba dava dilekçesinde tanık deliline dayanmasına karşın mahkemece davacı tarafa tanıklarını bildirmesi için gerekli imkân tanınmadan, hukuki dinlenilme hakkına aykırı olacak şekilde karar verilmesi hatalı olduğu gibi, sadece pedagog tarafından düzenlenen uzman raporu dikkate alınarak bir değerlendirilme yapılması da doğru görülmemiştir.

Mahkemece yapılacak iş, davacı tanıkları dinlendikten ve 4787 sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yargılama Usullerine Dair Kanunun 5. maddesi gereğince aile mahkemesi bünyesinde bulunan “psikolog, pedagog ve sosyal çalışmacıdan” oluşan üç kişilik bilirkişi heyetinden rapor alındıktan sonra diğer tüm deliller birlikte değerlendirilmek suretiyle velayet hususunda bir karar vermekten ibarettir.

Hâl böyle olunca, direnme kararının yukarıda açıklanan bu değişik gerekçe ve nedenle bozulması gerekmiştir.

S O N U Ç : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda gösterilen değişik gerekçe ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı Kanun`un 440. maddesi uyarınca tebliğden itibaren on beş günlük süre içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 04.04.2018 gününde oy birliği ile karar verildi.


YARGITAY 8. HUKUK DAİRESİ Esas : 2017/7944 Karar : 2018/439 Tarih : 16.01.2018

  • HMK 317. Madde

  • Dilekçelerin Verilmesi

Dava dilekçesinde, davacı … vekili, …‘ın TMK`nun 408. maddesi gereği kısıtlanarak vasi tayini istemiş; Mahkemece, duruşma yapılmadan ve kısıtlı adayı dinlenmeden dosya üzerinden davanın kabulüne karar verilmesi üzerine; hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 408. maddesi kapsamında vesayet altına alınma istemine ilişkindir.

6100 sayılı HMK.nun 33. maddesi uyarınca, olayları açıklamak taraflara, hukuki niteleme hakime aittir.

Vesayete ilişkin hükümler kamu düzenine ilişkindir. Hukuk Muhakemeleri Kanunu`nun 382/2b-19. maddesinde vesayet işlerinin çekişmesiz yargı işi olduğu, 385. maddesinde niteliğine uygun düştüğü ölçüde basit yargılama usulünün uygulanacağı, 317. maddesinde ise, davalıya tebligat yapılması gerektiği düzenlenmiştir.

Aynı Kanun`un 320-1 maddesinde: “Mahkeme, mümkün olan hallerde tarafları duruşmaya davet etmeden dosya üzerinden karar verir.” hükmü öngörülmüştür. Mahkemece, bu madde hükmü gözetilerek, dosya üzerinden karar verilmişse de, varılan sonucun maddenin yanlış yorumlanmasından kaynaklandığı anlaşılmıştır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki; anılan maddeye göre, duruşma yapmadan karar verilebilmesi için, hukuken bunun mümkün olması gerekir. Başka bir anlatımla, ancak hukukun cevaz verdiği hallerde duruşma açmadan dosya üzerinden karar verilebilir. (Örneğin ihtiyati tedbir ve ihtiyati haciz kararları gibi) veya kanunun duruşma açılmadan dosya üzerinden karar verilmesinde hakime takdir hakkı tanındığı hallerde dosya üzerinden karar verilebilir. (Örneğin İİK.nun 17-18. maddelerinde öngörülen şikayet başvurusu gibi) Kanunun açıkça duruşma açılarak yargılama yapılmasını emrettiği hallerde dosya üzerinden karar verilemez.

Bilindiği üzere HMK.nun Hukuki Dinlenme Hakkı başlıklı 27. maddesi uyarınca davanın tarafları, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahip olup, bu hak yargılama ile ilgili bilgi sahibi olunmasını da içerir.

Hukuki dinlenme hakkının gereği olarak, taraflar duruşmaya çağrılmadan hüküm verilememesi, Anayasa’nın 36. maddesi ile düzenlenen iddia ve savunma hakkının kullanılmasına olanak tanınması ilkesinin doğal bir sonucudur. Aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi`nin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılama hakkının da en önemli unsurudur.

Gerçekten savunma hakkını güvence altına alan T.C. Anayasa’nın 36. maddesi ile 6100 sayılı HMK`nun 27. maddesinde açıkça belirtildiği üzere, mahkemece taraf, dinlenmek ve savunması alınmak üzere kanuni şekillere uygun olarak davet edilmedikçe hüküm verilmesi mümkün bulunmamaktadır.

Bu nedenlerle, mahkemece duruşma açılması gerekirken, dosya üzerinden inceleme yapılarak yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiştir.

Diğer yandan, Türk Medeni Kanunu’nun 408. maddesinde, yaşlılığı, sakatlığı, deneyimsizliği veya ağır hastalığı sebebiyle işlerini gerektiği gibi yönetemediğini ispat eden her erginin kısıtlanmasını isteyebileceği hükme bağlanmıştır. Dosya kapsamından kısıtlı adayı …`ın yargılama sırasında dinlenilmediği, kısıtlanmak isteyip istemediğinin sorulmadığı anlaşılmaktadır. Mahkemece kısıtlı adayının dinlenerek sonucuna göre hüküm kurulması gerekirken, kısıtlı adayının beyanı alınmadan karar verilmesi de hatalı olmuş, kararının bu sebeple de bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Davacının temyiz itirazlarının kabulüyle, usul ve yasaya uygun bulunmayan hükmün 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3.maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’un 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, HUMK`nun 440/III-1, 2, 3 ve 4. bentleri gereğince ilama karşı karar düzeltme yolu kapalı bulunduğuna, 16.01.2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 8. HUKUK DAİRESİ Esas : 2017/3003 Karar : 2017/17653 Tarih : 28.12.2017

  • HMK 317. Madde

  • Dilekçelerin Verilmesi

Dava dilekçesinde küçük …`ya vasi atanması istenilmiştir.

Mahkemece davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekilince temyiz edilmiştir.

Vesayete ilişkin hükümler kamu düzenine ilişkindir.

Hukuk Muhakemeleri Kanunu`nun, 382/2b-19. maddesinde vesayet işlerinin çekişmesiz yargı işi olduğu, 385.maddesinde niteliğine uygun düştüğü ölçüde basit yargılama usulünün uygulanacağı, 317.maddesinde ise, davalıya tebligat yapılması gerektiği, 320-1maddesinde de mahkemenin mümkün olan hallerde tarafları duruşmaya davet etmeden dosya üzerinden karar vereceği hükme bağlanmış olup;

Mahkemece, 320/1 maddesi gözetilerek, dosya üzerinden karar verilmiş ise de, varılan sonucun maddenin yanlış yorumlanmasından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki; anılan maddeye göre, duruşma yapmadan karar verilebilmesi için, hukuken bunun mümkün olması ve hukukun cevaz verdiği hallerinde (Örneğin ihtiyati tedbir ve ihtiyati haciz kararları gibi) veya Kanunun duruşma açılmadan dosya üzerinden karar verilmesinde hakime takdir hakkı tanındığı durumlarda dosya üzerinden karar verilebilir. (Örneğin İİK.nun 17-18. maddelerinde öngörülen şikayet davası gibi) Kanunun açıkça duruşma açılarak yargılama yapılmasını emrettiği hallerde dosya üzerinden karar verilemez.

Bilindiği üzere HMK`nun hukuki dinlenme hakkı başlıklı 27. maddesi uyarınca davanın tarafları, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahip olup, bu hak yargılama ile ilgili bilgi sahibi olunmasını da içerir.

Hukuki dinlenme hakkının gereği olarak, taraflar duruşmaya çağrılmadan hüküm verilememesi, Anayasa’nın 36. maddesi ile düzenlenen iddia ve savunma hakkının kullanılmasına olanak tanınması ilkesinin doğal bir sonucudur. Aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi`nin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılama hakkının da en önemli unsurudur.

Gerçekten savunma hakkını güvence altına alan T.C. Anayasa’nın 36. maddesi ile 6100 Sayılı HMK.nun 27. maddesinde açıkça belirtildiği üzere, mahkemece davalı taraf, dinlenmek ve savunması alınmak üzere kanuni şekillere uygun olarak davet edilmedikçe hüküm verilmesi mümkün bulunmamaktadır.

Bu nedenlerle, mahkemece duruşma açılması gerekirken, dosya üzerinden inceleme yapılarak yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile şimdilik diğer yönleri incelenmeksizin hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, HUMK`nun 440/III-1, 2, 3 ve 4. bentleri gereğince ilama karşı karar düzeltme yolu kapalı bulunduğuna 28.12.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 9. HUKUK DAİRESİ Esas : 2017/5261 Karar : 2017/9964 Tarih : 8.06.2017

  • HMK 317. Madde

  • Dilekçelerin Verilmesi

A) Davacı İsteminin Özeti:

Davacı vekili, davalılardan alt işveren olan … Yapı ve Mermer ve Madencilik Tur. San. Ltd. Şti.nde, … Elektrik Üretim Barajı yapımı işinde operatör olarak 02/09/2008 ila 31/08/2009 tarihleri ve bir müddet işe ara verdikten sonra yine aynı iş yerinde 17/12/2009 ila 09/04/2010 tarihleri arasında çalıştığı, davacı işçinin iş akdinin davalılar tarafından çalışmaların bittiğinden bahisle tek taraflı olarak feshedildiği, haftanın yedi günü (Cumartesi Pazar dinlenme olmaksızın) diğer işçilerle beraber yaz aylarında sabah 08:00 den akşam 18:00’a kadar kış aylarında ise sabah 07:00’ den akşam 17:00’ a kadar en az 10 saat mesai yaparak çalışmasını sürdürdüğü, yıllık ücretli izinleri ve fazla çalışma mesai ücretleri ödenmediği gibi son beş aylık maaşlarının ödenmediğini, hafta sonu, genel tatil, dini ve milli bayramlarda da çalışmış olmasına rağmen ücretlerinin ödenmediğini ileri sürerek, fazla çalışma ücreti, ulusal bayram ve genel tatil ücreti, hafta tatili ücreti ve ücret alacağını talep etmiştir.

B) Davalı Cevabının Özeti:

Davalı … Elektrik Enerji Üretimi San. Tic. A.Ş. vekili, asıl işveren, alt işveren işçilerine karşı bu kanundan doğan yükümlülüklerden alt işveren ile birlikte sorumlu olduğunu, buna karşın bir işin bütünüyle devri durumunda veya anahtar teslimi ile ve ihale ile bütünüyle verilmesi durumunda işi devreden kişinin işverenlik sıfatı kalkacağından sorumluluğu cihetine gidilemeyeceği ve dolayısıyla husumet yöneltilemeyeceğini, davacının taleplerinin müvekkiline yöneltme imkanının bulunmadığını, davacının, müvekkili şirketin çalışanı olmadığını bu yönü ile de davacıya borcu bulunmayan müvekkilinin iddia edilen hususlar hakkında da bir bilgisi bulunmadığını, davacının iddialarının gerçeği yansıtmadığını savunarak davanın reddini istemiştir.

C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti ve Yargılama Süreci:

Mahkemece, toplanan kanıtlar ve bilirkişi raporuna dayanılarak, davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.

D) Temyiz:

Kararı davalı … Elektrik Enerji Üretimi San. Tic. A.Ş. vekili temyiz etmiştir.

E) Gerekçe:

1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davalı vekilinin aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.

2-6100 sayılı HMK’nun 25. maddesi uyarınca hakim iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamaz. Davacı dava dilekçesinde açıkça yazın 08.00-18.00 saatleri arasında, kışın 07.00-17.00 saatleri arasında mesai yapıldığını belirtmesine rağmen bilirkişi yaz kış ayrımı yapmadan 07.00-18.00 saatleri arasında çalışma kabul ederek hesaplama yapmıştır. Bu kabul yukarıda belirtilen maddia vakıaya bağlılık ilkesine aykırı olduğundan fazla mesai ücretinin davacının talebi dikkate alınarak hesaplanması gerekir.

3-Zamanaşımı, alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden dava edilebilme niteliğinden yoksun kalmasını ifade eder. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere zamanaşımı, alacak hakkını sona erdirmeyip sadece onu “eksik bir borç” haline dönüştürür ve “alacağın dava edilebilme özelliği”ni ortadan kaldırır.

Bu itibarla zamanaşımı savunması ileri sürüldüğünde, eğer savunma gerçekleşirse hakkın dava edilebilme niteliği ortadan kalkacağından, artık mahkemenin işin esasına girip onu incelemesi mümkün değildir.

Zamanaşımı, bir borcu doğuran, değiştiren ortadan kaldıran bir olgu olmayıp, salt doğmuş ve var olan bir hakkın istenmesini ortadan kaldıran bir savunma aracıdır. Bu bakımdan zamanaşımı alacağın varlığını değil, istenebilirliğini ortadan kaldırır. Bunun sonucu olarak da, yargılamayı yapan yargıç tarafından yürüttüğü görevinin bir gereği olarak kendiliğinden göz önünde tutulamaz. Borçlunun böyle bir olgunun var olduğunu, yasada öngörülen süre ve usul içinde ileri sürmesi zorunludur. Demek oluyor ki zamanaşımı, borcun doğumu ile ilgili olmayıp, istenmesini önleyen bir savunma olgusudur. Şu durumda zamanaşımı, savunması ileri sürülmedikçe, istemin konusu olan hakkın var olduğu ve kabulüne karar verilmesinde hukuksal ve yasal bir engel bulunmamaktadır.

Uygulamada, fazlaya ilişkin hakların saklı tutulması, dava açma tekniği bakımından, tümü ihlal ya da inkâr olunan hakkın ancak bir bölümünün dava edilmesi, diğer bölümüne ait dava ve talep hakkının bazı nedenlerle geleceğe bırakılması anlamına gelir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca benimsenmiş ilkeye göre, kısmi davada fazlaya ilişkin hakların saklı tutulmuş olması, saklı tutulan kesim için zamanaşımını kesmez, zamanaşımı, alacağın yalnız kısmi dava konusu yapılan miktar için kesilir.

Zamanaşımı, dava devam ederken iki tarafın yargılamaya ilişkin her işleminden ve hâkimin her emir ve hükmünden itibaren yeniden işlemeye başlar ve kesilmeden itibaren yeni bir süre işler.

Dava konusunun ıslah yoluyla arttırılması durumunda, 1086 sayılı HUMK hükümlerinin uygulandığı dönemde, ıslah dilekçesinin tebliğini izleyen ilk oturuma kadar ya da ilk oturumda yapılan zamanaşımı defi de ıslaha konu alacaklar yönünden hüküm ifade eder. Ancak Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 01.10.2011 tarihinden sonraki uygulamada, 317/2 ve 319. maddeler uyarınca ıslah dilekçesinin davalı tarafa tebliği üzerine iki haftalık süre içinde ıslaha konu kısımlar için zamanaşımı definde bulunulabileceği kabul edilmelidir.

Somut uyuşmazlıkta, davalı tarafından ıslah dilekçesine karşı süresi içinde zamanaşımı definde bulunduğu halde, Mahkemece ıslaha karşı yapılan zamanaşımı defi değerlendirilmeden karar verilmesi hatalı olup, bozmayı gerektirmiştir.

F) Sonuç:

Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebeplerden dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine 08/06/2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 8. HUKUK DAİRESİ Esas : 2017/1191 Karar : 2017/3821 Tarih : 16.03.2017

  • HMK 317. Madde

  • Dilekçelerin Verilmesi

Dava dilekçesinde, taşınmaz maliki … kızı … yönünden yönetim kayyımı atanması istenmiştir. Mahkemece, dosya üzerinden yapılan inceleme sonucu davanın reddine karar verilmesi üzerine; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Olayları açıklamak taraflara, hukuki niteleme hakime aittir. Dava, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 427. maddesi ile 3561 sayılı Kanuna dayalı, kayyım tayin edilmesi talebine ilişkindir.

Türk Medeni Kanunu’nun 431. maddesinde, “Vasinin atanması usulüne ilişkin kuralların kayyım ve yasal danışman atanmasında da uygulanır.” 430. maddesinde “Temsil kayyımı, kendisine kayyım atanacak kimsenin yerleşim yeri vesayet makamı tarafından atanır. Yönetim kayyımı, malvarlığının büyük bölümünün yönetildiği veya temsil edilen kimsenin payına düşen malların bulunduğu yer vesayet makamı tarafından atanır.” hükümleri getirilmiştir.

Vesayete ilişkin hükümler kamu düzenini ilgilendirdiğinden, Hukuk Muhakemeleri Kanununun 382/2b-19. maddesinde vesayet işlerinin çekişmesiz yargı işi olduğu, 385. maddesinde niteliğine uygun düştüğü ölçüde basit yargılama usulünün uygulanacağı, 317. maddesinde ise, davalıya tebligat yapılması gerektiği düzenlenmiştir. Aynı Kanunun 320-1 maddesinde: “Mahkeme, mümkün olan hallerde tarafları duruşmaya davet etmeden dosya üzerinden karar verir.” hükmü öngörülmüştür. Mahkemece, bu madde hükmü gözetilerek, dosya üzerinden karar verilmiş ise de, varılan sonucun maddenin yanlış yorumlanmasından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki; sözü edilen maddeye göre, duruşma yapmadan karar verilebilmesi için, hukuken bunun mümkün olması gerekir. Başka bir anlatımla, ancak hukukun cevaz verdiği hallerde (Örneğin ihtiyati tedbir ve ihtiyati haciz kararları gibi) veya kanunun duruşma açılmadan dosya üzerinden karar verilmesinde hakime takdir hakkı tanıdığı hallerde dosya üzerinden duruşma açmadan karar verilebilir (Örneğin İİK.nun 17-18. maddelerinde öngörülen şikayet davası gibi). Kanunun açıkça duruşma açılarak yargılama yapılmasını emrettiği hallerde dosya üzerinden karar verilemez.

Bilindiği üzere HMK.nun hukuki dinlenme hakkı başlıklı 27. maddesi uyarınca davanın tarafları, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahip olup, bu hak yargılama ile ilgili bilgi sahibi olunmasını da içerir.

Hukuki dinlenme hakkının gereği olarak, taraflar duruşmaya çağrılmadan hüküm verilememesi, Anayasanın 36. maddesi ile düzenlenen iddia ve savunma hakkının kullanılmasına olanak tanınması ilkesinin doğal bir sonucudur. Aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılama hakkının da en önemli unsurudur.

Gerçekten savunma hakkını güvence altına alan T.C. Anayasa’sının 36. maddesi ile 6100 sayılı HMK.nun 27. maddesinde açıkça belirtildiği üzere, mahkemece davanın tarafları, dinlenmek, iddia ve savunmaları alınmak üzere kanuni şekillere uygun olarak davet edilmedikçe hüküm verilmesi mümkün bulunmamaktadır.

Bu nedenlerle, duruşma açılmak suretiyle inceleme yapılması ve delillerin değerlendirilerek sonuca göre karar verilmesi gerekirken, dosya üzerinden inceleme yapılarak yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiştir.

SONUÇ: Davacının temyiz itirazlarının kabulüyle, usul ve yasaya uygun bulunmayan hükmün 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3.maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’un 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, bozma nedenine göre sair temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına, HUMK’nun 440/III-1, 2, 3 ve 4. bentleri gereğince ilama karşı karar düzeltme yolu kapalı bulunduğuna ve peşin harcın temyiz edene iadesine, 16.03.2017 gününde oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 22. HUKUK DAİRESİ Esas : 2017/5804 Karar : 2017/4594 Tarih : 6.03.2017

  • HMK 317. Madde

  • Dilekçelerin Verilmesi

Davacı İsteminin Özeti:

Davacı iş sözleşmesini haksız olarak feshedildiğini ileri sürerek kıdem tazminatı, yıllık izin, bayram genel tatil, fazla mesai alacağ ücretinin davalıdan tahsilini istemiştir.

Davalı Savunmasının Özeti:

Davalı davanın reddine karar verilmesini istemiştir.

Mahkeme Kararının Özeti:

Mahkemece bilirkişi raporu dikkate alınarak davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.

Temyiz:

Karar davalılar ve feri müdahil tarafından temyiz edilmiştir.

Gerekçe:

…-Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davalıların ve feri müdahilin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.

…-İşçilik alacaklarının zamanaşımı konusu taraflar arasındaki diğer uyuşmazlık noktasıdır.

Zamanaşımı, alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden dava edilebilme niteliğinden yoksun kalmasını ifade eder. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere zamanaşımı, alacak hakkını sona erdirmeyip sadece onu “eksik bir borç” haline dönüştürür ve “alacağın dava edilebilme özelliği”ni ortadan kaldırır.

Bu itibarla zamanaşımı savunması ileri sürüldüğünde, eğer savunma gerçekleşirse hakkın dava edilebilme niteliği ortadan kalkacağından, artık mahkemenin işin esasına girip onu incelemesi mümkün değildir.

Uygulamada, fazlaya ilişkin hakların saklı tutulması, dava açma tekniği bakımından, tümü ihlal ya da inkâr olunan hakkın ancak bir bölümünün dava edilmesi, diğer bölümüne ait dava ve talep hakkının bazı nedenlerle geleceğe bırakılması anlamına gelir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca benimsenmiş ilkeye göre, kısmi davada fazlaya ilişkin hakların saklı tutulmuş olması, saklı tutulan kesim için zaman aşımını kesmez, zaman aşımı, alacağın yalnız kısmi dava konusu yapılan miktarı için kesilir. Dava konusunun ıslah yoluyla arttırılması durumunda, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 01…..2011 tarihinden sonraki uygulamada 317/… ve 319. maddeler uyarınca ıslah dilekçesinin davalı tarafa tebliği üzerine iki haftalık süre içinde ıslaha konu kısımlar için zamanaşımı definde bulunulabileceği kabul edilmelidir.

Somut olayda davacı … Başkanlığının hizmet alım sözleşmesi ile taşımacılık işini verdiği davalı şirket bünyesinde şoför olarak çalışmaktadır. Davalılar arasında asıl işveren-alt işverenlik ilişkisi bulunmakta olup dava konusu alacaklardan müteselsilen sorumlulukları mevcuttur. Davalılardan … şirketi ile …. Temizlik şirketi zamanaşımı definde bulunmuş olup bu defileri Mahkemece kabul edilmiş ancak asıl işveren davalı … ise zamanaşımı definde bulunmadığından Belediye yönünden zamanaşımı defi dikkate alınmamıştır. Ancak asıl işverenin sorumluluğu yasa gereği alt işverenin sorumluluğunu aşamayacağından başka bir anlatımla asıl işverenin sorumluluğu alt işverenin işçilerinin o işyerinde çalıştığı süreyle ve alt işverenin bu işçiler karşısındaki sorumluluğuyla sınırlı olmakla alacakların zamanaşımına uğradığı yönündeki defi asıl işveren Belediye yönünden de incelenmelidir. Mahkemece yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Temyiz olunan hükmün yukarıda açıklanan sebepten BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 06.03.2017 gününde oybirliği karar verildi.


YARGITAY 9. HUKUK DAİRESİ Esas : 2015/4872 Karar : 2016/17687 Tarih : 11.10.2016

  • HMK 317. Madde

  • Dilekçelerin Verilmesi

A) Davacı İsteminin Özeti:

Davacı vekili dava dilekçesi ile özetle ; müvekkilinin 01/09/2005 tarihinde davalı işverenin Karaköy adresinde bulunan işyerinde çalışmaya başladığını, işyerinin 07/02/2012 tarihinde Maslak-Şişli adresine taşınması, fazla mesailerinin ödenmemesi, sigorta bildirimlerinin eksik ücret üzerinden yapılması nedenleriyle işten ayrılmak zorunda bırakıldığını, işten ayrılırken işverence ibraname imzalatıldığını, ancak ödeme yapılmadığını ileri sürerek, kıdem tazminatı, fazla mesai, ücret ikramiyesi, performans teşvik ücreti alacaklarını istemiştir.

B) Davalı Cevabının Özeti:

Davalı vekili cevap dilekçesinde özetle ; davacının 01/09/2005 tarihli hizmet sözleşmesi gereğince …A.Ş.operasyon departmanında memur unvanı ile çalışmaya başladığını, Oyak emeklilik`in müvekkili şirket tarafından satın alınması üzerine 07/02/2012 tarihine kadar çalışmasını sürdürdüğünü, davacının istifa ederek işten ayrıldığını, istifa dilekçesinde istifa nedeni olarak şirket merkezinin taşınmasını gösterdiğini, işyerinde esnek çalışma saatleri uygulandığını, savunarak, davanın reddini istemiştir.

C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti:

Mahkemece toplanan deliller,tanık beyanları,bilirkişi raporu ve tüm dosya kapsamının değerlendirilmesinde;davacının işyeri adresinin değişmesi ve ulaşım zorluğundan bahsederek istifa ettiği, ibranamede yasal haklarını saklı tuttuğu, davalı işyerinde 6 yıl 5 ay 6 gün hizmeti bulunan davacının tazminat hakkından vazgeçecek şekilde davranmasının hayatın olağan akışına aykırı olduğu, işçi lehine yorum ilkesi de dikkate alınarak mevcut delil ve belgeler ile tanık beyanlarından ücret alacağı bulunan davacının haklı olarak iş akdine son verdiği kıdem tazminatına hak kazandığı 11/02/2014 havale tarihli hesap raporu ve davalı vekilinin rapora itirazı ve ıslah dilekçesine zamanaşımı itirazı üzerine bilirkişi tarafından 16/09/2014 havale tarihli ek rapor içeriği itibarıyla dosyadaki belgelere usul ve yasaya uygun olup mahkemece benimsendiğinden belirtilen miktarla sınırlı olarak kıdem tazminatı,fazla mesai ücreti, 2011 yılı maaş ikramiyesi, performans ve teşvik primi alacak taleplerinin kabulüne, fazla mesai alacağından takdiren %30 oranında indirim yapılmasına karar verilmiştir.

D) Temyiz:

Kararı davalı temyiz etmiştir.

E) Gerekçe:

1- Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre davalı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.

2-Taraflar arasında, işçilik alacaklarının zamanaşımına uğrayıp uğramadığı konusunda uyuşmazlık bulunmaktadır.

Zamanaşımı, alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden dava edilebilme niteliğinden yoksun kalmasını ifade eder. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere zamanaşımı, alacak hakkını sona erdirmeyip sadece onu “eksik bir borç” haline dönüştürür ve “alacağın dava edilebilme özelliği”ni ortadan kaldırır.

Bu itibarla zamanaşımı savunması ileri sürüldüğünde, eğer savunma gerçekleşirse hakkın dava edilebilme niteliği ortadan kalkacağından, artık mahkemenin işin esasına girip onu incelemesi mümkün değildir.

Zamanaşımı, bir borcu doğuran, değiştiren ortadan kaldıran bir olgu olmayıp, salt doğmuş ve var olan bir hakkın istenmesini ortadan kaldıran bir savunma aracıdır. Bu bakımdan zamanaşımı alacağın varlığını değil, istenebilirliğini ortadan kaldırır. Bunun sonucu olarak da, yargılamayı yapan yargıç tarafından yürüttüğü görevinin bir gereği olarak kendiliğinden göz önünde tutulamaz. Borçlunun böyle bir olgunun var olduğunu, yasada öngörülen süre ve usul içinde ileri sürmesi zorunludur. Demek oluyor ki zamanaşımı, borcun doğumu ile ilgili olmayıp, istenmesini önleyen bir savunma olgusudur. Şu durumda zamanaşımı, savunması ileri sürülmedikçe, istemin konusu olan hakkın var olduğu ve kabulüne karar verilmesinde hukuksal ve yasal bir engel bulunmamaktadır.

5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanununun 7 nci maddesinde, iş mahkemelerinde sözlü yargılama usulü uygulanır. Ancak 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 447 inci maddesi ile sözlü yargılama usulü kaldırılmış, aynı yasanın 316 ve devamı maddeleri gereğince iş davaları için basit yargılama usulü benimsenmiştir.

Sözlü yargılama usulünün uygulandığı dönemde zamanaşımı def`i ilk oturuma kadar ve en geç ilk oturumda yapılabilir. Ancak 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun yürürlükte olduğu dönemde 319 uncu madde hükmü uyarınca savunmanın değiştirilmesi yasağı cevap dilekçesinin verilmesiyle başlayacağından, zamanaşımı defi cevap dilekçesi ile ileri sürülmelidir. 01.10.2011 tarihinden sonraki dönemde ilk oturuma kadar zamanaşımı definin iler sürülmesi ve hatta ilk oturumda sözlü olarak bildirilmesi mümkün değildir.

Dava konusunun ıslah yoluyla arttırılması durumunda, 1086 sayılı HUMK hükümlerinin uygulandığı dönemde, ıslah dilekçesinin tebliğini izleyen ilk oturuma kadar ya da ilk oturumda yapılan zamanaşımı defi de ıslaha konu alacaklar yönünden hüküm ifade eder. Ancak Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 01.10.2011 tarihinden sonraki uygulamada, 317/2 ve 319. maddeler uyarınca ıslah dilekçesinin davalı tarafa tebliği üzerine iki haftalık süre içinde ıslaha konu kısımlar için zamanaşımı definde bulunulabileceği kabul edilmelidir.

Cevap dilekçesinde zamanaşımı defi ileri sürülmemiş ya da süresi içince cevap dilekçesi verilmemişse ilerleyen aşamalarda 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 141/2 maddesi uyarınca zamanaşımı defi davacının açık muvafakati ile yapılabilir.

1086 sayılı HUMK yürürlükte iken süre geçtikten sonra yapılan zamanaşımı define davacı taraf süre yönünden hemen ve açıkça karşı çıkmamışsa (suskun kalınmışsa) zamanaşımı defi geçerli sayılmakta iken, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun uygulandığı dönemde süre geçtikten sonra yapılan zamanaşımı definin geçerli sayılabilmesi için davacının açıkça muvafakat etmesi gerekir. Başka bir anlatımla 01.10.2011 tarihinden sonraki uygulamalar bakımından süre geçtikten sonra ileri sürülen zamanaşımı define davacı taraf muvafakat etmez ise zamanaşımı defi dikkate alınmaz.

Zamanaşımı definin cevap dilekçesinin ıslahı yoluyla ileri sürülmesi de mümkündür (Yargıtay HGK. 04.06.2011 gün 2010/ 9-629 E. 2011/ 70. K.).

Somut uyuşmazlıkta davalı hem cevap dilekçesinde hem de bilirkişi raporuna beyan dilekçesinde zamanaşımı definde bulunmuş olup,mahkemece hükme esas alınan bilirkişi ek raporunda ıslaha karşı zamanaşımı itirazı değerlendirilerek 04.04.2014 ıslah tarihinden geriye 5 yıl gidildiğinde 04.04.2009 tarihine göre fazla mesai alacağı hesap edilmiştir.

Hükme esas kök raporda dava tarihi tarihi 04.05.2012 tarihinden geriye beş yıl gidildiğinde 04.05.2007 tarihinden öncesi alacaklar zamanaşımına uğramasına rağmen davaya karşı zamanaşımı itirazı değerlendirilmeden eksik inceleme ile hüküm kurulması hatalıdır.

Mahkemece yapılacak iş davalı vekilinin hem davaya hem ıslaha karşı yapmış olduğu zamanaşımı itirazlarının birlikte değerlendirilerek dava konusu işçilik alacaklarının hesap edilmesidir.

3-Mahkemece davacının performans teşvik primi alacağı olduğu kabul edilerek bu alacağa hükmedilmiştir. Tanık anlatımlarına göre performans teşvik priminin ödendiği anlaşılmaktadır. Ancak bu alacağın ödenmesine ilişkin kriterler ile davacının daha önceki dönemlerde aldığı ödemeler ve bu ödeme koşulları saptanmadan eksik inceleme ile bu alacağın hüküm altına alınması isabetsiz olup kararın bozulmasını gerektirmiştir.

F) Sonuç:

Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebeplerden dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 11.10.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 7. HUKUK DAİRESİ Esas : 2014/22277 Karar : 2015/23672 Tarih : 30.11.2015

  • HMK 317. Madde

  • Dilekçelerin Verilmesi

1-Dosyadaki yazılara, hükmün Dairemizce de benimsenmiş bulunan yasal ve hukuksal gerekçeleriyle dayandığı maddi delillere ve özellikle bu delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre davalı Milli Eğitim Bakanlığının aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazlarının reddine,

2- Davacı, iş akdinin işveren tarafından haksız feshedildiği iddiasına dayalı ihbar tazminatı ile fazla mesai ve ücret alacaklarının ödetilmesi istemine ilişkindir.

Davalı, davacının taleplerinin haksız olduğunu savunarak davanın reddini talep etmiştir.

Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiştir.

İşçi ücretlerinin ödenmesi konusunda taraflar arasında uyuşmazlık bulunmaktadır.

5510 sayılı Yasa’nın 18. maddesinde 4/a bendine tabi sigortalılara kuruma yetkilendirilen hekim veya sağlık kurullarında istirahat raporu alınmış olması şartıyla iş kazası veya meslek hastalığı sebebiyle iş göremezliğe uğrayan sigortalıya her gün için, hastalık sebebiyle geçici işgöremezliğe uğraması sebebiyle iş göremezliğin başladığı tarihten önceki bir yıl içinde en az doksan gün kısa vadeli sigorta primi ödenmiş olması şartıyla geçici iş göremezliğin 3. gününden başlamak üzere her gün için yatarak tedavilerde 17. maddeye göre hesaplanan kazancının yarısı, ayakta tedavilerde ise 2/3`nin geçici iş göremezlik ödeneği olarak ödeneceği, 4857 sayılı Kanunun geçici iş göremezlik ödeneği başlıklı 48. maddesi “İşçilere geçici iş göremezlik ödeneği verilmesi gerektiği zamanlarda geçici iş göremezlik süresine rastlayan ulusal bayram, genel tatil ve hafta tatilleri, ödeme yapılan kurum veya sandıklar tarafından geçici iş göremezlik ölçüsü üzerinden ödeneceği, hastalık nedeni ile çalışılmayan günlerde Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından ödenen geçici iş göremezlik ödeneğinin aylık ücretli işçilerin ücretlerinden mahsup edileceği bildirilmiştir.

Somut olayda, davacının 21.02.2013 tarihinde ameliyat olup 28.02.2013 tarihinde taburcu olduğu ve 30 gün raporlu olduğu anlaşılmıştır. Davacının fiilen çalışmadığı bu günler için ücret alacağı hüküm altına alınmıştır. Mahkemece davacının raporlu olduğu 2013 yılının 3. Ayı için Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından ödenmesi gereken miktar belirlenip dışlanmak suretiyle ücret alacağının belirlenmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi hatalıdır.

3- Taraflar arasında davacı işçinin fazla mesai süresi konusunda uyuşmazlık bulunmaktadır.

Fazla mesai yaptığını ispat yükü işçiye, çalışma olgusunun ispatlanması halinde ücretlerinin ödendiğini ispat yükü ise işverene düşmektedir.

Fazla çalışmanın ispatı konusunda işyeri kayıtları, özellikle işyerine giriş çıkışı gösteren belgeler, işyeri yazışmaları delil niteliğindedir. Ancak fazla çalışmanın yazılı belgelerle kanıtlanamaması durumunda tarafların tanık beyanlarıyla sonuca gidilmesi gerekir. Bunun dışında herkesçe bilinen genel bazı vakıalarda bu noktada gözönüne alınabilir. İşçinin fiilen yaptığı işin niteliği ve yoğunluğuna göre fazla çalışma olup olmadığı araştırılmalıdır.

İmzalı ücret bordrolarında fazla çalışma ücreti ödendiği anlaşılıyorsa, işçi tarafından gerçekte daha fazla çalışma yaptığının ileri sürülmesi mümkün değildir. Ancak, işçinin fazla çalışma alacağının daha fazla olduğu yönündeki ihtirazi kaydının bulunması halinde, bordroda görünenden daha fazla çalışmanın ispatı her türlü delille söz konusu olabilir. Buna karşın, bordroların imzalı ve ihtirazı kayıtsız olması durumunda dahi, işçinin geçerli bir yazılı belge ile bordroda yazılı olandan daha fazla çalışmayı yazılı delille kanıtlaması gerekir. İşçiye bordro imzalatılmadığı halde, fazla çalışma ücreti tahakkuklarını da içeren her ay değişik miktarlarda ücret ödemelerinin banka kanalıyla yapılması durumunda da ihtirazi kayıt ileri sürülmemiş olması, ödenenin üzerinde fazla çalışma yapıldığının yazılı delille ispatlanması gerektiği sonucunu doğurmaktadır.

Somut olayda, davacının 21.02.2013 tarihinde ameliyat olup 28.02.2013 tarihinde taburcu olduğu ve 30 gün raporlu olduğu anlaşılmıştır. Davacının fiilen çalışmadığı bu günler fazla mesai ücreti hesabından dışlanmamıştır. Davacının raporlu bulunduğu günler için de fazla çalışma alacağı hesabı yapan hatalı bilirkişi raporunun hükme esas alınmış olması isabetsiz olup, bozma nedenidir.

4- Davacı vekili, ıslah dilekçesinde faiz talebinde bulunmamıştır. Mahkemece ıslah dilekçesinde faiz talep edilmediği halde ıslah edilen kısımlar yönünden faize hükmedilmesi 1086 sayılı HUMK’nun 74. (6100 sayılı HMK`nun 26.) maddesinde belirtilen taleple bağlılık kuralına aykırı ve hatalı olup bozma nedenidir.

5- Davacı işçi fazla çalışma ücreti isteğinde bulunmuş, mahkemece isteğin kabulüne karar verilmiştir.

Fazla çalışma ücreti geniş anlamda ücret niteliğinde olup, 4857 sayılı İş Kanununun 34. maddesi gereğince, gününde ödenmemesi halinde bankalarca mevduata uygulanan en yüksek faize karar verilmelidir.

İşverenin dava tarihinden önce temerrüde düşürülmesi durumunda, istekle bağlı olarak temerrüt tarihinden itibaren faiz yürütülmelidir. Bunun dışında dava veya ıslah tarihlerinden itibaren talep edilen miktarlarla sınırlı olarak faize karar verilmelidir.

Somut olay yönünden, hüküm altına alınan fazla çalışma ücreti için dava dilekçesi ile talep edilen kısmına fesih tarihinden itibaren faiz yürütülmesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

6- Taraflar arasında, işçilik alacaklarının zamanaşımına uğrayıp uğramadığı konusunda uyuşmazlık bulunmaktadır.

Zamanaşımı, alacak hakkının belirli bir süre kullanılmaması yüzünden dava edilebilme niteliğinden yoksun kalmasını ifade eder. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere zamanaşımı, alacak hakkını sona erdirmeyip sadece onu “eksik bir borç” haline dönüştürür ve “alacağın dava edilebilme özelliğini ortadan kaldırır.

Bu itibarla zamanaşımı savunması ileri sürüldüğünde, eğer savunma gerçekleşirse hakkın dava edilebilme niteliği ortadan kalkacağından, artık mahkemenin işin esasına girip onu incelemesi mümkün değildir.

4857 sayılı Kanundan daha önce yürürlükte bulunan 1475 sayılı Yasada ücret alacaklarıyla ilgili olarak özel bir zamanaşımı süresi öngörülmediği halde, 4857 sayılı İş Kanununun 32/8 maddesinde, işçi ücretinin beş yıllık özel bir zamanaşımı süresine tabi olduğu açıkça belirtilmiştir. Ancak bu Kanundan önce tazminat niteliğinde olmayan, ücret niteliği ağır basan işçilik alacakları, Borçlar Kanununun 126/1 maddesi (6098 Sayılı TBK 147) uyarınca beş yıllık zamanaşımına tabidir.

5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanununun 7. maddesinde, iş mahkemelerinde sözlü yargılama usulü uygulanır. Ancak 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 447. maddesi ile sözlü yargılama usulü kaldırılmış, aynı yasanın 316 ve devamı maddeleri gereğince iş davaları için basit yargılama usulü benimsenmiştir.

Sözlü yargılama usulünün uygulandığı dönemde zamanaşımı def’i ilk oturuma kadar ve en geç ilk oturumda yapılabilir. Ancak 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun yürürlükte olduğu dönemde 319’uncu madde hükmü uyarınca savunmanın değiştirilmesi yasağı cevap dilekçesinin verilmesiyle başlayacağından, zamanaşımı def’i cevap dilekçesi ile ileri sürülmelidir. 01.10.2011 tarihinden sonraki dönemde ilk oturuma kadar zamanaşımı def`inin ileri sürülmesi ve hatta ilk oturumda sözlü olarak bildirilmesi mümkün değildir.

Dava konusunun ıslah yoluyla arttırılması durumunda, 1086 sayılı HUMK hükümlerinin uygulandığı dönemde, ıslah dilekçesinin tebliğini izleyen ilk oturuma kadar ya da ilk oturumda yapılan zamanaşımı def’i de ıslaha konu alacaklar yönünden hüküm ifade eder. Ancak Hukuk Muhakemeleri Kanununun yürürlüğe girdiği 01.10.2011 tarihinden sonraki uygulamada, 317/2 ve 319. maddeler uyarınca ıslah dilekçesinin davalı tarafa tebliği üzerine iki haftalık süre içinde ıslaha konu kısımlar için zamanaşımı def`inde bulunulabileceği kabul edilmelidir.

Cevap dilekçesinde zamanaşımı def’i ileri sürülmemiş ya da süresi içinde cevap dilekçesi verilmemişse ilerleyen aşamalarda 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 141/2 maddesi uyarınca zamanaşımı def`i davacının açık muvafakati ile yapılabilir.

1086 sayılı HUMK yürürlükte iken süre geçtikten sonra yapılan zamanaşımı def’ine davacı taraf süre yönünden hemen ve açıkça karşı çıkmamışsa (suskun kalınmışsa) zamanaşımı def’i geçerli sayılmakta iken, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun uygulandığı dönemde süre geçtikten sonra yapılan zamanaşımı def’inin geçerli sayılabilmesi için davacının açıkça muvafakat etmesi gerekir. Başka bir anlatımla 01.10.2011 tarihinden sonraki uygulamalar bakımından süre geçtikten sonra ileri sürülen zamanaşımı def’ine davacı taraf muvafakat etmez ise zamanaşımı def`i dikkate alınmaz.

Zamanaşımı def`inin cevap dilekçesinin ıslahı yoluyla ileri sürülmesi de mümkündür (Yargıtay HGK.nın 04.06.2011 gün 2010/9-629 E. 2011/ 70. K).

Somut olayda, mahkemece, davalı Milli Eğitim Bakanlığının ıslah dilekçesine karşı ileri sürdüğü zamanaşımı def’i değerlendirilmemiştir. Mahkemece fazla çalışma alacağı yönünden ıslah tarihi itibarıyla zamanaşımı def’i değerlendirilip sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, zamanaşımı def`i dikkate alınmadan fazla çalışma alacağının kabulü hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ : Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı nedenle ( BOZULMASINA ), gününde oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 1. HUKUK DAİRESİ Esas : 2015/12569 Karar : 2015/12087 Tarih : 19.10.2015

  • HMK 317. Madde

  • Dilekçelerin Verilmesi

Dava, tapu kaydında düzeltim isteğine ilişkin olup; 17.8.2013 tarih ve 28738 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan yeni Tapu Sicil Tüzüğü`nün yürürlüğü zamanında 28.04.2015 tarihinde açılmıştır.

Mahkemece, davalıya duruşma günü ve dava dilekçesi tebliğ edilmeksizin ve duruşma açılmaksızın dosya üzerinden inceleme yapılarak,istenen düzeltme için öncelikle Tapu İdaresine başvurulması gerektiği, böyle bir başvuru yapılmadan açılan davanın dinlenemeyeceği gerekçesiyle, davanın usulden reddine karar verilmiş, karar davacı tarafından temyiz edilmiştir.

Hemen belirtmek gerekir ki, bu tür işlerde 6100 Sayılı HMK`nun 382. maddesinin çekişmesiz yargı işlerini sıraladığı 2. fıkrasının eşya hukukundaki çekişmesiz yargı işlerini gösterdiği (ç) bendinin birinci alt bendinde açıkça “taşınmaz üzerinde taraf oluşturulmasına ve hak ihlaline sebebiyet vermeyecek düzeltmelerin yapılmasında” çekişmesiz yargı usulünün uygulanacağı ifade edilmiştir. Aynı Kanunun 385/1. maddesinin birinci fıkrasına göre, çekişmesiz yargı işlerinde, niteliğine uygun düştüğü ölçüde, basit yargılama usulü uygulanacağı ve 385/2. maddesinde ise çekişmesiz yargı işlerinde aksine hüküm bulunmadıkça resen araştırma ilkesinin geçerli olduğu ve 317.maddesinde ise, davalıya tebligat yapılması gerektiği düzenlenmiştir.Aynı Kanunun 320/1. maddesinde ise, “Mahkeme, mümkün olan hallerde tarafları duruşmaya davet etmeden dosya üzerinden karar verir.” hükmü öngörülmüştür. Mahkemece, bu madde hükmü gözetilerek, dosya üzerinden karar verilmiş ise de, varılan sonucun maddenin yanlış yorumlanmasından kaynaklandığı anlaşılmıştır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki; anılan maddeye göre, duruşma yapmadan karar verilebilmesi için, hukuken bunun mümkün olması gerekir. Başka bir anlatımla ancak hukukun cevaz verdiği hallerde duruşma açmadan dosya üzerinden karar verilebilir (Örneğin ihtiyati tedbir ve ihtiyati haciz kararları gibi) veya kanunun duruşma açılmadan dosya üzerinden karar verilmesinde hakime takdir hakkı tanındığı hallerde dosya üzerinden karar verilebilir. (Örneğin İİK.nun 17-18. maddelerinde öngörülen şikayet davası gibi) Kanunun açıkça duruşma açılarak yargılama yapılmasını emrettiği hallerde dosya üzerinden karar verilemez.

Bilindiği üzere HMK.nun Hukuki Dinlenme Hakkı başlıklı 27. maddesi uyarınca davanın tarafları, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahip olup, bu hak yargılama ile ilgili bilgi sahibi olunmasını da içerir. Hukuki dinlenme hakkının gereği olarak, taraflar duruşmaya çağrılmadan hüküm verilememesi, Anayasa`nın 36. maddesi ile düzenlenen iddia ve savunma hakkının kullanılmasına olanak tanınması ilkesinin doğal bir sonucudur. Aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılama hakkının da en önemli unsurudur.

Gerçekten de; savunma hakkını güvence altına alan T.C.Anayasa’nın 36. maddesi ile 6100 sayılı HMK.nun 27. maddesinde açıkça belirtildiği üzere, mahkemece davalı taraf dinlenmek ve savunması alınmak üzere kanuni şekillere uygun olarak davet edilmedikçe hüküm verilmesi mümkün bulunmamaktadır.

Bu nedenlerle duruşma açılmak suretiyle inceleme yapılması gerekirken, dosya üzerinden inceleme yapılarak yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiştir.

Davacının bu yöne değinen temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile, hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK`un 428.maddesi gereğince ( BOZULMASINA ), alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 12. HUKUK DAİRESİ Esas : 2014/13091 Karar : 2014/15948 Tarih : 3.06.2014

  • HMK 317. Madde

Alacaklı tarafından borçlu şirket aleyhine bonolara dayalı olarak kambiyo senetlerine mahsus haciz yoluyla yapılan icra takibinde, keşideci şirket vekili, usulsüz tebligat şikayeti ile birlikte takip dayanağı bonodaki imzanın şirket yetkilisine ait olmayıp, İ…G… isimli şahsa zorla imzalattırıldığını ileri sürerek borca itiraz ettiği, mahkemece, usulsüz tebligat şikayetinin kabulüne, ancak Menderes 1. Noterliğince düzenlenen ve borçlu şirket yetkilisince İ.G. vekil tayin edildiği, vekalette vekilin borçlandırma yetkisinin olmadığı belirtilmişse de anılan vekaletnameye istinaden söz konusu kişinin bonoyu imzaladığı, dolayısıyla İdris`in yetkisinin olmadığının ileri sürülmesinin hakkın kötüye kullanımı olduğundan bahisle borca itirazın reddine karar verildiği görülmektedir.

Türk Borçlar Kanunu`nun 504.maddesi gereğince vekilin kambiyo taahhüdünde bulunabilmesi için özel yetkiyi haiz olması gerektiği gibi, ticari vekilin böyle bir taahhüt altına girmesi de aynı Kanunun 551.maddesinde özel yetkinin bulunması koşuluna bağlanmıştır.

Somut olayda takip dayanağı bonodaki imzanın şirket yetkilisi H…G…‘ye ait olmayıp İ…G…‘ye ait olduğu tarafların kabulündedir. Menderes 1. Noterliğinin 08.08.2011 tarih ve 6898 yevmiye no’lu vekaletnamesi ile şirket yetkilisince İ…G…`ye, üçüncü kişilerle şirket ve iştigal konuları ile ilgili her türlü sözleşme yapma yetkisi verilmiş ise de, kambiyo taahhüdüne ilişkin açıkça bir yetkinin olmadığı görülmektedir.

Öte yandan takibe konu senedi imzalayan İ.G., verilen vekalete göre TBK`nın 548 ve devamı maddelerinde öngörülen ticari temsilci de değildir. Her ne kadar ticari temsilcinin (yani ticari mümessil) kambiyo taahhüdünde bulunmaya yetkisi varsa da, limited şirketlerde ticari temsilciyi atama yetkisi genel kurula ait olup somut olayda böyle bir durum da söz konusu değildir.

Diğer taraftan, icra mahkemeleri İİK’nın 18.maddesi delaletiyle 6100 sayılı HMK`nın 316-322. maddeleri arasında düzenlenen basit yargılama usulüne göre yargılama yapar. İcra mahkemelerinin kuruluş amacı, icra organlarınca yürütülen cebri icra yetkisinin, hukuka ve kanuna uygunluğunu, icra ve iflas hukuku çerçevesinde denetlemektir. İcra dairelerinin işlemleriyle ilgili olarak yapılan şikayet ve itirazlara ilişkin uyuşmazlıkları sınırlı ve biçimsel olarak incelemek ve en seri şekilde karara bağlamak icra mahkemelerinin görevidir. Bu nedenle icra mahkemelerinin yargılama yetkileri, genel mahkemelere göre sınırlıdır. Ekseriyetle sadece yazılı belge üzerinden inceleme yaparak uyuşmazlığı çözüme kavuşturmak zorundadırlar. Yetkisi sınırlı icra mahkemesi, sadece itiraz konusu kambiyo senedi ile ilgili imza incelemesi yaptırıp sonucuna göre bir karar vermekle yükümlüdür.

Bu durumda kambiyo taahhüdünde bulunma yetkisi olmayan vekilin imzaladığı bonodan dolayı borçlu şirket sorumlu tutulamayacağından mahkemece borca itirazın kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile istemin reddi isabetsizdir.

Borçlunun temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle ( BOZULMASINA ), peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 18. HUKUK DAİRESİ Esas: 2014/527 Karar: 2014/11955 Tarih: 03.07.2014

  • HMK 317. Madde

  • Dilekçelerin Verilmesi

Davacı, babasının yaşlılığı nedeniyle akli melekelerini yitirdiğini, diğer çocuklarının bu durumdan faydalanarak gayrimenkullerini satmaya ve borcu olmadığı halde senet imzalattırdıkları, kısıtlı adayının vesayet altına alınarak vasi atanmasını istemiş, mahkemece kısıtlanması istenen hakkında sağlık kurulu raporu gerekçe gösterilerek, duruşma yapılmadan dosya üzerinden davanın reddine karar verilmiştir.

1- 6100 sayılı HMK.nun 33. maddesi uyarınca, olayları açıklamak taraflara, hukuki niteleme hakime aittir.

Dava, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 405, 406. maddelerine dayalı, akıl hastalığı ve mal varlığını kötü yönetme sebebiyle vasi atanması isteğine ilişkindir.

Vesayete ilişkin hükümler kamu düzenindendir. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 382/2b-19. maddesinde vesayet işlerinin çekişmesiz yargı işi olduğu, 385. maddesinde niteliğine uygun düştüğü ölçüde basit yargılama usulünün uygulanacağı, 317. maddesinde ise, davalıya tebligat yapılması gerektiği düzenlenmiştir.

Aynı Kanunun Aynı Kanunun 320-1 maddesinde: “Mahkeme, mümkün olan hallerde tarafları duruşmaya davet etmeden dosya üzerinden karar verir.” hükmü öngörülmüştür. Mahkemece, bu madde hükmü gözetilerek, dosya üzerinden karar verilmişse de, varılan sonucun maddenin yanlış yorumlanmasından kaynaklandığı anlaşılmıştır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki; anılan maddeye göre, duruşma yapmadan karar verilebilmesi için, hukuken bunun mümkün olması gerekir. Başka bir anlatımla, ancak hukukun cevaz verdiği hallerde duruşma açmadan dosya üzerinden karar verilebilir. (Örneğin ihtiyati tedbir ve ihtiyati haciz kararları gibi) veya kanunun duruşma açılmadan dosya üzerinden karar verilmesinde hakime takdir hakkı tanındığı hallerde dosya üzerinden karar verilebilir. (Örneğin 17-18. maddelerinde öngörülen şikayet davası gibi) Kanunun açıkça duruşma açılarak yargılama yapılmasını emrettiği hallerde dosya üzerinden karar verilemez.

Bilindiği üzere hukuki dinlenme hakkı başlıklı 27. maddesi uyarınca davanın tarafları, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahip olup, bu hak yargılama ile ilgili bilgi sahibi olunmasını da içerir.

Hukuki dinlenme hakkının gereği olarak, taraflar duruşmaya çağrılmadan hüküm verilememesi, Anayasanın 36. maddesi ile düzenlenen iddia ve savunma hakkının kullanılmasına olanak tanınması ilkesinin doğal bir sonucudur. Aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılama hakkının da en önemli unsurudur.

Gerçekten savunma hakkını güvence altına alan T.C.Anayasa’nın 36. maddesi ile 6100 Sayılı HMK.nun 27. maddesinde açıkça belirtildiği üzere, mahkemece davalı taraf, dinlenmek ve savunması alınmak üzere kanuni şekillere uygun olarak davet edilmedikçe hüküm verilmesi mümkün bulunmamaktadır.

Bu nedenlerle, duruşma açılmak suretiyle inceleme yapılması gerekirken, dosya üzerinden inceleme yapılarak yazılı şekilde karar verilmesi,

Ayrıca;

2- Dava dilekçesinde, akıl hastalığı yanında Türk Medeni Kanunu’nun 406. maddesi gereğince mal varlığını kötü yönetme sebebiyle de vasi atanması istenmiştir. Mahkemece kararda malvarlığını kötü yönetme iddiası yönünden herhangi bir araştırma ve değerlendirme yapılmamıştır. Vesayet hakkındaki hükümler kamu düzenine ilişkin olup, mahkemece davacıya duruşma günü de tebliğ edilmek suretiyle kendiliğinden bu yönde araştırma yapılması, gösterdikleri takdirde tüm delilleri toplanıp değerlendirmesi yapılarak sonucuna göre bir karar vermek gerekirken, yetersiz araştırma ve eksik inceleme ile davanın tümden reddine karar verilmesi,

Doğru görülmemiştir.

Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar göz önünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün 428.maddesi gereğince bozulmasına, 03.07.2014 gününde oybirliği ile, karar verildi.


UYARI

Web sitemizdeki tüm makale ve içeriklerin telif hakkı Av. Baran Doğan’a aittir. Tüm makaleler hak sahipliğinin tescili amacıyla elektronik imzalı zaman damgalıdır. Sitemizdeki makalelerin kopyalanarak veya özetlenerek izinsiz bir şekilde başka web sitelerinde yayınlanması halinde hukuki ve cezai işlem yapılacaktır. Avukat meslektaşların makale içeriklerini dava dilekçelerinde kullanması serbesttir.

Makale Yazarlığı İçin

Avukat veya akademisyenler hukuk makalelerini özgeçmişleri ile birlikte yayımlanmak üzere avukatbd@gmail.com adresine gönderebilirler. Makale yazımında konu sınırlaması yoktur. Makalelerin uygulamaya yönelik bir perspektifle hazırlanması rica olunur.

Paylaş
RSS