0 212 652 15 44
Çalışma Saatlerimiz
Hafta İçi 09.00 - 18.00

Davaların Yığılması

HMK Madde 110

(1) Davacı, aynı davalıya karşı olan, birbirinden bağımsız birden fazla asli talebini, aynı dava dilekçesinde ileri sürebilir. Bunun için, birlikte dava edilen taleplerin tamamının aynı yargı çeşidi içinde yer alması ve taleplerin tümü bakımından ortak yetkili bir mahkemenin bulunması şarttır.



HMK Madde 110 Gerekçesi

Bu maddede, Türk hukuk uygulamasında son derece önemli bir yeri bulunan kümülatif dava yığılması Tasarıda benimsenen adıyla “davaların yığılması” kurumu düzenlenmiştir.

Davacının, aynı davalıya karşı olan birbirinden bağımsız birden fazla talebini, aralarında bir derecelendirme ilişkisi yani aslîlik–ferîlik ilişkisi kurmadan aynı dava dilekçesinde ileri sürmesine davaların yığılması denir. Bu dava çeşidinde taleplerin tümü birbirinden bağımsız, eşdeğer ve aynı derecede öneme sahiptir. Her bir talep farklı edimlerin gerçekleştirilmesine yönelmiştir. Görünüşte tek dava, gerçekte ise talep sayısınca dava mevcuttur. Yine, görünüşte tek hüküm, gerçekte ise talep sayısınca hüküm mevcuttur. Mahkeme, taleplerin tümü hakkında ayrı ayrı karar vermek ve bunları hüküm fıkrasında göstermek zorundadır. Mahkemenin, taleplerin tümü hakkında tek ve aynı şekilde karar verme zorunluluğu yoktur. Dava şartları, her bir talep bakımından ayrı ayrı belirlenir. Ayrıca, birlikte ileri sürülen talepler arasında hukukî veya ekonomik bir bağın bulunması da şart değildir.

Davaların yığılmasının varlığı hâlinde, tek müşterek olan husus, delillerin ikâmesi ile tahkikat aşamasıdır. Sözü edilen kurum, son işaret edilen nokta sebebiyle usul ekonomisi ilkesinin gerçekleştirilmesine büyük ölçüde katkıda bulunur.

Maddede ayrıca, davaların yığılmasının yani kümülatif dava yığılmasının koşullarının neler olduğu da gösterilmiştir. Buna göre, davaların yığılmasının yani kümülatif dava yığılmasının ortaya çıkabilmesi için varlığı gereken koşullar şunlardır:

a) Davacının aynı davalıya karşı ileri sürebileceği birden fazla talep olacak,

b) Birlikte ileri sürülen taleplerin tümü aynı yargı çeşidi içinde yer alacak,

c) Talepler arasında bir aslîlik–ferîlik ilişkisi kurulmamış olacak,

ç) Taleplerin tümü bakımından geçerlilik taşıyan bir ortak yetkili mahkeme bulunacak.


HMK 110 (Davaların Yığılması) Emsal Yargıtay Kararları


YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ Esas : 2016/18787 Karar : 2018/6482 Tarih : 22.05.2018

  • HMK 110. Madde

  • Davaların Yığılması

1–Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre, davalı-davacı kadının aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir.

2-Yapılan yargılama ve toplanan delillerden; erkek tarafından açılıp ispat edilemediği gerekçesiyle reddedilen ve 13.09.2011 tarihinde kesinleşen boşanma davasından sonra tarafların bir daha bir araya gelmedikleri, erkeğin ilk boşanma davasını açarak boşanma nedeni yarattığı ve bu nedenle boşanmayı sağladığı için kusurlu olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca davalı- davacı kadın tarafından açılan … Asliye(Aile) Mahkemesi nin 2011/70 esas sayılı tedbir nafakası dosyasında da erkeğin ortak konuttan ayrıldığı ve birlikte yaşamı tesis etmek için bir girişimi olmadığı gerekçesiyle kusurlu bulunarak kadın lehine tedbir nafakasına hükmedilmiştir. Bu durumda kadın ayrı yaşamakta haklılığını ispatlamış ve fiili ayrılık döneminde de kadından kaynaklanan boşanmayı gerektirir bir davranışın varlığı erkek tarafından kanıtlanamamıştır. O halde boşanmaya sebep olan olaylarda davacı erkeğin tamamen kusurlu olduğunun kabulü gerekir. Bu husus gözetilmeden tarafların eşit kusurlu olduklarının kabulü doğru olmamıştır.

3-Davalı-davacının, Türk Medeni Kanununun 174/1. maddesi kapsamında maddi tazminat talebi bulunmadığı halde, aleyhinde “kesin hüküm” oluşturacak şekilde ret kararı verilmesi doğru bulunmamış ve bozmayı gerektirmiştir.

4-Davalı-davacı, boşanma davasıyla birlikte düğünde takılan ziynetlerin eşi tarafından bozdurularak araba alındığı, arabanın da satıldığı ve ziynetlerin kendisine iade edilmediği gerekçesiyle davacı-davalıdan 50.000-TL maddi tazminat talep etmiştir. Davalı- davacı birbirinden bağımsız birden fazla asli talebini aynı dava dilekçesinde ileri sürebilir (HMK m.110). Ne var ki, boşanmanın eki niteliğinde olmayan bu bağımsız talepler için nispi karar ve ilam harcının peşin kısmının yatırılmış olması gerekir. Noksan harç tamamlanmadan, bağımsız nitelikteki bu taleplerin esası incelenemez ve esasıyla ilgili karar verilemez. O halde ziynetler karşılığı talep edilen ve davalı- davacının boşanmanın fer’isi niteliğinde olmayan yukarıdaki maddi tazminat talebi üzerinden hesaplanacak nispi peşin harç noksanlığının tamamlanması için davalı- davacıya süre tanınması neticesine göre hüküm tesis edilmesi gerekirken, bu hususun nazara alınmaması usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda 2., 3. ve 4. bentlerde gösterilen sebeplerle BOZULMASINA, bozma kapsamı dışında kalan temyiz itirazlarının ise yukarıda 1. bentte gösterilen sebeple ONANMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. 22.05.2018 (Salı)


YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ Esas : 2016/15224 Karar : 2018/4467 Tarih : 3.04.2018

  • HMK 110. Madde

  • Davaların Yığılması

Dava ve karar tarihinde yürürlükte bulunan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunun 110/1-e maddesi uyarınca davacı, dava dilekçesinde davanın dayanağı olan bütün vakıaları sıra numarası altında ve açık özetleriyle birlikte, davalı da aynı Kanunun 129/1-d maddesi gereğince savunmasının dayanağı olan bütün vakıaları sıra numarası altında ve açık özelleriyle birlikte cevap dilekçesinde göstermek zorundadırlar. Bunlar, dava ve cevap dilekçelerindeki talep sonucunun dayanağı olan ve bu talep sonucunu haklı göstermeye yarayan vakıalardır. Ön inceleme aşaması tamamlanıncaya kadar usulüne uygun biçimde bildirilen vakıaların doğru olduğu yargılama sırasında ispat edilirse, tarafların talep sonuçları da bu duruma göre kabul veya reddedilecektir. Kanunda öngörülmüş istisnalar dışında, hakim, iki tarafın birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamaz ve onları hatırlatabilecek davranışlarda dahi bulunamaz (HMK m.25/1). Mahkemece ancak tarafların dilekçelerinde dayandıkları vakıalar hakkında inceleme ve değerlendirme yapılabilir.

4721 sayılı Tiirk Medeni Kanununun 184. maddesinde “Boşanmada yargılama usulü” ayrıca düzenlenmiş; anılan maddenin ilk fıkrasında “Boşanmada yargılama, aşağıdaki kurallar saklı kalmak üzere Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununa tabidir” hükmüne yer verilerek, maddede sayılan istisnalar dışında, boşanma davalarının genel yargılama usulüne tabi olduğu belirtilmiştir. Boşanmada genel yargılama usulünün uygulanmasına ayrık olan kurallar ve uygulanması gereken özel usuller. Türk Medeni Kanunu’nun 184. maddesinde sınırlı olarak belirtilmiş olmasına karşın; bu sınırlamalar ve istisnalar içindi, tarafların dayanmadığı vakıaların değerlendirmede esas alınacağına dair özel bir düzenlemeye yer verilmemiştir.

Eldeki davada mahkemece, gerekçeli kararda davalı erkeğe izafe edilen şiddet vakıasına davacı kadın dava dilekçesinde dayanmamıştır. Mahkemece, usulüne uygun şekilde ileri sürülmeyen ve dayanılmayan vakalar davalı erkeğe kusur olarak yüzlenemez. Davalı erkeğin başkaca bir kusuru da ispat edilmemiştir. Bu durumda davacı kadının davasının reddi gerekirken, kabulü hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda gösterilen sebeple BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. 03.04.2018(Salı)


YARGITAY 22. HUKUK DAİRESİ Esas : 2017/8724 Karar : 2018/1047 Tarih : 23.01.2018

  • HMK 110. Madde

  • Davaların Yığılması

Davacı, davalıya ait işyerinde 02.05.1994 – 19.07.2010 tarihleri arasında asgari ücretle çalıştığını ve emeklilik nedeniyle işten ayrıldığını, kıdem tazminatı ile ilgili olarak dava açtığını ve davanın kabul edilerek kesinleştiğini, izin ücretlerinin ise şirket tarafından ödeneceği düşünülerek, sözü edilen davada talep edilmediğini, ancak izin ücretinin ödenmemesi nedeniyle bu ek davayı açmak zorunda kaldıklarını beyanla fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla yıllık izin ücreti alacağının davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı Cevabının Özeti: Davalı, davanın reddini istemiştir.

Mahkeme Kararının Özeti:

Mahkemece, toplanan deliller ve bilirkişi raporuna dayanılarak, davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.

Temyiz:

Kararı davalı taraf temyiz etmiştir.

Gerekçe:

Taraflar arasında öncelikle çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için gerekli şartları taşıyıp taşımadığı noktasındadır

01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107. maddesiyle, mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu`nda yer almayan yeni bir dava türü olarak belirsiz alacak ve tespit davası kabul edilmiştir.

6100 sayılı Kanun`un 107. maddesine göre, “(1) Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir. (2) Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir. (3) Ayrıca, kısmi eda davasının açılabildiği hâllerde, tespit davası da açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul edilir.”

Hükümet tasarısında yer almayan bu madde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu tarafından, esasen baştan miktar veya değeri tam tespit edilemeyen bir alacakla ilgili hak arama durumunda olan kişinin, hukuk sisteminde karşılaştığı güçlüklerin bertaraf edilerek hak arama özgürlüğü çerçevesinde mümkün olduğunca en geniş şekilde korunmasının sağlanması gerekçesi üzerinde durularak ihdas edilmiş ve nihayetinde kanunlaşmıştır.

Davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için, davanın açıldığı tarih itibariyle uyuşmazlığa konu alacağın miktar veya değerinin tam ve kesin olarak davacı tarafça belirlenememesi gereklidir. Belirleyememe hali, davacının gerekli dikkat ve özeni göstermesine rağmen miktar veya değerin belirlenmesinin kendisinden gerçekten beklenilmemesi durumuna ya da objektif olarak imkansızlığa dayanmalıdır.

Madde gerekçesinde “ Alacaklının bu tür bir dava açması için, dava açacağı miktar ya da değeri tam ve kesin olarak gerçekten belirlemesi mümkün olmamalı ya da bu objektif olarak imkânsız olmalıdır. Açılacak davanın miktarı biliniyor yahut tespit edilebiliyorsa. böyle bir dava açılamaz. Çünkü, her davada arandığı gibi, burada da hukukî yarar aranacaktır, böyle bir durumda hukukî yararın bulunduğundan söz edilemez. Özellikle, kısmî davaya ilişkin yeni hükümler de dikkate alınıp birlikte değerlendirildiğinde, baştan tespiti mümkün olan hâllerde bu yola başvurulması kabul edilemez.” şeklindeki açıklamayla, alacağın belirli veya belirlenebilir nitelikte olması durumunda, belirsiz alacak davası açılarak bu davanın sağladığı imkanlardan yararlanmanın mümkün olmadığına işaret edilmiştir.

Alacağın hangi hallerde belirsiz, hangi hallerde belirli veya belirlenebilir olduğu hususunda kesin bir sınıflandırma yapılması mümkün olmayıp, her bir davaya konu alacak bakımından somut olayın özelliklerinin nazara alınarak sonuca gidilmesi gereklidir.

6100 sayılı Kanun`un 107/2. maddesinde, sorunun çözümünde yol gösterici mahiyet kriterlere yer verilmiştir. Anılan madde fıkrasında, karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonuç alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacının, iddianın genişletilmesi yasağına tâbi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabileceği hüküm altına alınmış, madde gerekçesinde de “karşı tarafın verdiği bilgiler ve sunduğu delillerle ya da delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemleri sonucu (örneği bilirkişi ya da keşif incelemesi sonucu)” belirlenebilme hali açıklanmıştır.

Davacının alacağının miktar veya değerini belirleyebilmesi için elinde bulunması gerekli bilgi ve belgelere sahip olmaması ve bu belgelere dava açma hazırlığı döneminde ulaşmasının da (gerçekten) mümkün olmaması ve dolayısıyla alacağın miktarının belirlenmesinin karşı tarafın elinde bulunan bilgi ve belgelerin sunulmasıyla mümkün hale geleceği durumlarda alacak belirsiz kabul edilmelidir.

Sırf taraflar arasında alacak miktarı bakımından uyuşmazlık bulunması, talep sonucunun belirlenmesinin davacıdan beklenemeyecek olması anlamına gelmez. Önemli olan objektif olarak talep sonucunun belirlenmesinin davacıdan beklenemeyecek olmasıdır. Sadece alacak miktarının taraflar arasında uyuşmazlık bulunması ya da tartışmalı olmasının belirsiz alacak davası açılması için yeterli sayılması halinde, neredeyse tüm davaların belirsiz alacak davası olarak kabulü gerekir ki, bu da kanunun amacına aykırıdır. Çünkü, zaten uyuşmazlık bulunduğu için dava açılmakta ve uyuşmazlık mahkeme önüne gelmektedir. Önemli olan davacının talebini belirli kılacak imkâna sahip olup olmadığıdır.

Burada, alacağın belirlenebilir olması ile ispat edilebilirliğinin de ayrıca değerlendirilmesi gerektiği unutulmamalıdır. Davacının talep ettiği alacağı belirlenmesi objektif olarak mümkün, ancak belirleyebildiği alacağını ispat etmesi, kanunun öngördüğü şekilde ispatı (elindeki delillerle) mümkün değilse, burada da belirsiz alacak davası açılacağından söz edilemez. Çünkü, bir alacağın belirlenmesi ile onun ispâtı ayrı şeylerdir. Davacı, talep konusu yaptığı alacağını çok net şekilde belirleyebilir; ancak her zaman onu ispat edecek durumda olmayabilir. Aksinin kabulü, her ispat güçlüğü olan alacağı belirsiz alacağa dönüştürmek gibi, hem kanunun amacına hem de genel ilkelere aykırı bir durumu ortaya çıkartabilir.

Alacağın miktarının belirlenebilmesinin, tahkikat aşamasında yapılacak delillerin incelenmesi, bilirkişi incelemesi veya keşif gibi sair işlemlerin yapılmasına bağlı olduğu durumlarda da belirsiz alacak davası açılabileceği kabul edilmelidir. Ne var ki, bir davada bilirkişi incelemesine gidilmesi belirsiz alacak davasının açılabilmesi için yeterli değildir. Bir davada bilirkişiye başvurulmasına rağmen davacı dava açarken alacak miktarını belirleyebiliyorsa, belirsiz alacak davası açılamaz.

Kategorik olarak, belirli bir tür davanın veya belirli kişilerin açtığı davaların baştan belirli veya belirsiz alacak davası olduğundan da söz edilemez. Belirsiz alacak davası, bu davaya ilişkin ölçütlerin somut olaya uygulanarak belirlenmesi gerekir.

Hakime alacak miktarının tayin ve tespitinde takdir yetkisi tanındığı hallerde (Örn:6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu md 50, 51,56), hakimin kullanacağı takdir yetkisi sonucu alacak belirli hale gelebileceğinden, davacının davanın açıldığı tarih itibariyle alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin imkansız olduğu kabul edilmelidir. Örneğin, iş hukuku uygulamasında, Yargıtayca, fazla çalışma, hafta tatili, ulusal bayram ve genel tatil ücreti alacaklarının yazılı belgelere ve işyeri kayıtlarına dayanmayıp, tanık anlatımlarına dayanması halinde, hesaba esas alınan süre ve alacağın miktarı nazara alınarak takdir edilecek uygun oranda takdiri indirim yapılması gerekliliği kabul edilmektedir. Bu halde, tanık anlatımlarına dayanılarak hesaplanan alacak miktarından hakimin takdir yetkisine bağlı olarak yapılacak indirim oranı baştan belirli olmadığından, alacak belirsiz kabul edilmelidir.

6100 sayılı Kanun ile birlikte, yukarıda belirtilen çerçevede belirsiz alacak davası açma imkanı tanınarak belirsiz alacaklar bakımından hak arama özgürlüğü genişletilmiş; bununla bağlantılı olarak da hukuki yarar bulunmadan kısmi dava açma imkanı sınırlandırılmakla birlikte tamamen kaldırılmamıştır.

Zaman zaman, 6100 sayılı Kanun ile birlikte kabul edilen belirsiz alacak davası ile kısmi davaya ilişkin yeni düzenlemedeki sınırın tam olarak tespit edilemediği, birinin diğeri yerine kullanıldığı görülmektedir. Oysa bu iki davanın amacı ve niteliği ayrıdır. Alacak, belirli veya belirlenebilir ise, belirsiz alacak davası açılamaz; ancak şartları varsa kısmi dava açılması mümkündür.

Kanun`un kısmi dava açma imkanını sınırlamakla birlikte tamamen ortadan kaldırmadığı da gözetildiğinde, belirli alacaklar için, belirsiz alacak davası açılamasa da, şartları oluştuğunda ve hukuki yarar bulunduğunda kısmi dava açılması mümkündür.

Aksi halde, sadece ya belirsiz alacak davası açma veya belirli tam alacak davası açma şeklinde iki imkandan söz edilebilir ki, o zaman da kısmi davaya ilişkin 6100 sayılı Kanun’un 109. maddesindeki hükmün fiilen uygulanması söz konusu olamayacaktır. Çünkü, belirsiz alacak davasında zaten belirsiz alacak davasının sağladığı imkanlardan yararlanarak dava açılabilecek; şayet alacak belirli ise de, o zaman sadece tam eda davası açılabilecektir. Oysa kanun koyucunun abesle iştigal etmeyeceği prensibi gereği, anılan maddeyle kısmi davaya ilişkin düzenleme yapıldığı düşünülerek ve Kanun`daki sınırlamalara dikkat edilerek kısmi dava açılabilecektir.

Bu noktada şu da açıklığa kavuşturulmalıdır ki, şartları bulunmadığı halde dava dilekçesinde davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı durumda davacıya herhangi bir süre verilmeden hukuki yarar yokluğundan davanın reddi yoluna gidilmelidir. Çünkü, alacağın belirlenebilmesi mümkün iken, böyle bir davanın açılmasına Kanun izin vermemiştir. Böyle bir durumda, belirsiz alacak davası açmakta hukuki yarar yokluğundan dava reddedilmeli, ek bir süre verilmemelidir. Zira, burada talep açıktır, bu sebeple 6100 sayılı Kanun`un 119/1-ğ. maddesinin uygulanarak süre verilmesi mümkün değildir; aslında açılmaması gerektiği halde belirsiz alacak davası açılmış olduğundan, bu konudaki eksiklik de süre verilerek tamamlanamayacağından, dava hukuki yarar yokluğundan reddedilmelidir.

Buradaki hukuki yarar, sonradan tamamlanacak nitelikte bir hukuki yarar değildir. Çünkü, dava açıldığında o sırada mevcut olmayan hukuki yarar, bunun da açıkça mahkemece bilindiği bir durumda, tamamlanacak bir hukuki yarar değildir. Aksinin kabulü, aslında açık olan talep sonucunun süre verilerek davacı tarafından değiştirilmesi ve bulunmayan hukuki yararın sağlanması için davacıya ek imkan sağlanması anlamına gelecektir ki, buna usûl bakımından imkan yoktur, böyle bir durum taraflar arasındaki eşitlik ilkesine de aykırı olacaktır.

Bunın yanında, Şayet açılan davada asgari bir miktar gösterilmişse ve bunun alacağın bir bölümü olduğu anlaşılmakla birlikte, belirsiz alacak davası mı yoksa belirli alacak olmakla birlikte kısmi dava mı olduğu anlaşılamıyorsa, bu durumda 6100 sayılı Kanun`un 119/1-ğ. maddesinin aradığı şekilde açıkça talep sonucu belirtilmemiş olacaktır.

Talep, talep türü ve davanın niteliği açıkça anlaşılamıyorsa, talep muğlaksa, aynı Kanun`un 119/2. maddesi gereğince, davacıya bir hafta kesin süre verilerek talebinin belirsiz alacak davası mı, yoksa kısmi dava mı olduğunun belirtilme istenmelidir. Verilen bu süreden sonra, davacının talebini açıklamasına göre bir yol izlenmelidir. Eğer talep, davacı tarafından belirsiz alacak davası şeklinde açıklanmış olmakla birlikte, gerçek belirsiz alacak davası şartlarını taşımıyorsa, o zaman yukarıdaki şekilde hareket edilmeli, hukuki yarar yokluğundan dava reddedilmelidir. Açıklamadan sonra talep belirsiz alacak davası şartlarını taşıyorsa, bu davanın sonuçlarına göre, talep kısmi davanın şartlarını taşıyorsa da kısmi davanın sonuçlarına göre dava yürütülerek karar verilmelidir (Dairemizin 31.12.2012 tarih 2012/30463 esas 2012/30091 karar sayılı kararı).

6100 sayılı Kanun’un 110. maddesinde düzenlenen, davacının aynı davalıya karşı birbirinden bağımsız birden fazla asli talebini aynı dava dilekçesinde ileri sürmesi olarak tanımlanan davaların yığılması (objektif dava birleşmesi) halinde, talep sayısı kadar dava bulunduğu kabul edildiğinden ve aynı Kanun`un 297/2. maddesi uyarınca da her bir talep bakımından ayrı ayrı hüküm verilmedi gerektiğinden, bu durumda da dava dilekçesinde ileri sürülen taleplerin belirsiz alacak olup, olmadığının her bir talep bakımından ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekecektir.

Tüm bu açıklamalar sonucunda şunu belirtmek gerekir ki,

İş hukukundan kaynaklanan alacaklar bakımından baştan belirli veya belirsiz alacak davası şeklinde belirleme yapmak kural olarak doğru ve mümkün değildir. Bu sebeple iş hukukunda da belirsiz alacak davasının açılabilmesi, bu davanın açılması için gerekli şartların varlığına bağlıdır. Eğer bu şartlar varsa, iş hukukunda da belirsiz alacak davası açılabilir, yoksa açılamaz. Keza aynı şey kısmî dava için söz konusudur.

Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında eldeki davaya konu somut olayın özellikleri dikkate alınarak belirsiz alacak davası yönünden yapılan değerlendirmede;

Davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı şüphesizdir. Oysa yukarıda açıklandığı üzere somut olay bakımından davacının yıllık izinleri talepleri, belirsiz alacak davasının konusunu oluşturmayacağından davanın hukuki yarar yokluğundan reddine karar verilmesi gerekirken söz konusu taleplerin hüküm altına alınması hatalıdır.

Sonuç:

Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı sebeplerden BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının isteği halinde ilgilisine iadesine, 23.1.2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 11. HUKUK DAİRESİ Esas : 2016/13685 Karar : 2017/1263 Tarih : 3.03.2017

  • HMK 110. Madde

  • Davaların Yığılması

Davacı vekili; davalıya, müvekkili banka ile yaptığı ticari kredi sözleşmesi uyarınca kredi kullandırıldığı, davalının kendisinden masraf adı altında haksız para alındığı iddiasıyla ve bu bedelin iadesi istemiyle müvekkili aleyhine Tüketici Hakem Heyeti’ne başvurduğu ve Hakem Heyeti tarafından 10287 ve 10294 sayılı dosyalarda davalı lehine karar verildiği, davalının tüketici olmadığı ve kullandığı kredinin de ticari ve mesleki kredi olduğu iddiasıyla Hakem Heyeti kararının iptaline ve ödenen meblağın iadesine karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı davaya cevap vermemiştir.

İlkderece mahkemesince; 10287 sayılı Tüketici Hakem Heyeti tarafından verilen karar yönünden heyetin ticari nitelikli krediler yönünden yetki ve görevinin bulunmadığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.

Miktar itibariyle kesin olan kararın kanun yararına bozulması istemiyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı temyiz kanun yoluna başvurmuştur.

Davacı vekilince, Hakem Heyeti tarafından verilen 10287 ve 10294 sayılı dosyalarda verilen kararların iptali talep edilmiş, mahkemece 10287 sayılı dosya yönünden verilen Heyet kararı iptal edilmiş ise de, 10294 sayılı dosya yönünden ilk derece mahkemesi olumlu veya olumsuz bir karar vermemiştir. HMK 110 maddesi uyarınca “dava yığılması” metoduyla, aslında bağımsız olarak ileri sürülebilecek birden fazla talebin aynı dava içerisinde ileri sürülmesi mümkün olup, mahkemece her bir bağımsız istem hakkında ayrı ayrı karar verilmesi gerekmekte ise de, taleplerden biri hakkında karar verilmemiş olması halinde mahkemenin hakkında karar verilmeyen talep yönünden dosyayı yeniden esasa kayıt etmesi ve talep hakkında hüküm kurması gerekmekte olup, mahkemece esasa ilişkin bir karar verilmeden kararın denetlenmesi mümkün görülmediğinden temyiz isteminin reddine karar vermek gerekmiştir.

SONUÇ: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının Kanun Yararına Temyiz isteminin REDDİNE, 03/03/2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


YARGITAY 6. HUKUK DAİRESİ Esas : 2016/4556 Karar : 2016/3425 Tarih : 26.04.2016

  • HMK 110. Madde

  • Davaların Yığılması

Dava, kiracılığın tespiti,muarazanın giderilmesi, kiralanan arsa üzerindeki tüm yapı ve müştemilatın davacıya ait olduğunun tespiti ve davacı hakkının tapu kütüğüne şerh verilmesi istemlerine ilişkindir. Mahkemece, davanın reddine karar verilmesi üzerine hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

1-Dosya kapsamına, toplanan delillere, mevcut deliller mahkemece takdir edilerek karar verilmiş olmasına ve takdirde de bir isabetsizlik bulunmamasına göre davacı vekilinin kiracılığın tespiti ve muarazanın giderilmesi isteminin reddine ilişkin hükme yönelik temyiz itirazları yerinde değildir.

2-Davacı vekilinin kiralanan arsa üzerindeki tüm yapı ve müştemilatın davacıya ait olduğunun tespiti ve davacı hakkının tapu kütüğüne şerh verilmesi istemlerinin reddine ilişkin temyiz itirazlarına gelince;

Davacı vekili, dava dilekçesinde, davacının dava konusu mecuru 1991 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığından kiraladığını, kiralanan yer üzerinde kas hastaları ve engelliler için tamamı derneğin üyeleri ve duyarlı dostları tarafından yapılmış 2 katlı dernek binası bulunduğunu, fizik tedavi ve rehabilitasyon ünitesi, mesleki rehabilitasyon ünitesi, toplantı salonu, bilişim kütüphanesi gibi birimleri olan dernek binasında kamusal yarar sağlayacak şekilde ücretsiz olarak hizmet gerçekleştiğini ve 100.000 civarında kas hastasının bu hizmetlerden yararlandığını, … Emlak Yönetimi Daire Başkanlığı Emlak Müdürlüğünün 07/12/2009 tarih, 2296026-10869 sayılı yazıları ile kira sözleşmesinin yenilenmeyeceğinin bildirildiğini, Bakırköy Kaymakamlığınca gönderilen 05/02/2010 gün ve 1242 sayılı yazı ile tahliye işlemine başlandığını ve 02/03/2010 tarihinde derneğin tahliyesinin yapılacağının bildirildiğini, bu işlemin iptali ve yürütmesinin durdurulması için İstanbul 4. İdare Mahkemesine açılan davada mahkemece 2010/339 E, 2011/1564 sayılı kararı ile davanın reddine karar verildiğini, bu kararın temyiz edildiğini bilahare Bakırköy kaymakamlığının 17/02/2012 gün ve 449 sayılı yazısında derneğin 27/02/2012 günü tahliye edileceğine dair yazı gönderildiğini bu nedenlerle İstanbul Büyükşehir Belediyesine ait tahliyesi talep edilen arsa üzerindeki tüm yapı ve müştemilatın davacı derneğe ait olduğunun tespiti ve davacı hakkının tapu kütüğüne şerhine, … ile … arasındaki kira sözleşmesine dayalı kiracılık ilişkisinin sürdüğünün tespitine ve davalının bu konuda çıkardığı muarazanın önlenmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı … vekili, cevap dilekçesinde, davacı derneğin 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu

./..

uyarınca 07/03/1991 tarihli kira sözleşmesine göre 1 yıl süre ile kiralananda kiracı olduğunu, bu yerin Özürlüler Müdürlüğüne tahsis edilmesi nedeniyle dava konusu sözleşmenin yenilenmeyeceğini ve taşınmazın belediyeye teslim edilmesini aksi halde aynı yasanın 75.maddesi hükümleri uygulanmak sureti ile tahliye işleminin gerçekleştirileceğini 07.12.2009 tarihli ihtar ile bildirdiğini,akdin 01.01.2010 tarihinden itibaren yenilenmeyeceğinin ihtar edildiğini, davalının tahliyeye yönelik olarak idare mahkemesine açtığı davanın İstanbul 4. İdare Mahkemesinin 2010/339 E sayılı dosyasında reddedildiğini,kiracılığın tespiti isteminin reddi gerektiğini, ayrıca dava konusu kiralanan üzerindeki binanın davalı belediyece yaptırıldığını, yapı sahibinin davalı … olduğunu, davacının daha sonraki yıllarda projeyi değiştirmesinin bu binayı davacıya ait kılmayacağını belirterek tapuya şerh verilmesi ve binanın davacıya ait olduğunun tespiti isteminin de reddi gerektiğini savunmuş, Mahkemece tüm davaların reddine karar verilmiştir.

Dava tarihinde yürürlükte bulunan 6100 sayılı HMK`nun davaların yığılması başlıklı 110.maddesine göre, “davacı, aynı davalıya karşı olan, birbirinden bağımsız birden fazla asli talebini, aynı dava dilekçesinde ileri sürebilir. Bunun için, birlikte dava edilen taleplerin tamamının aynı yargı çeşidi içinde yer alması ve taleplerin tümü bakımından ortak yetkili bir mahkemenin bulunması şarttır.”

Davacı vekili dava dilekçesinde kiracılığın tespiti ve muarazanın giderilmesi talepleri dışında ayrıca İstanbul Büyükşehir Belediyesine ait tahliyesi talep edilen arsa üzerindeki tüm yapı ve müştemilatın davacı derneğe ait olduğunun tespiti ve davacı hakkının tapu kütüğüne şerhine ilişkin iki talep de daha bulunmuştur. 6100 sayılı HMK`nun 110.maddesinde düzenlenen davaların yığılması hali söz konusudur. İş bu davada dava konusu edilen taleplerin birlikte görülme zorunluluğu bulunmamaktadır. Bu taleplerin bir kısmı Türk Borçlar Kanunu bir kısmı ise Medeni Kanun hükümleri uygulanarak çözümlenecek davalardır. Ayrıca, kiracılığın tespiti ve muarazanın giderilmesi davası ile arsa üzerindeki muhdesatın tespiti ( İstanbul Büyükşehir Belediyesine ait tahliyesi talep edilen arsa üzerindeki tüm yapı ve müştemilatın davacı derneğe ait olduğunun tespiti) ve tapuya şerhine ilişkin davaların Yargıtaydaki temyiz inceleme yerleri de ayrıdır. Mahkemece, birbiriyle bağlantılı olmayan, birlikte görülme zorunluluğu bulunmayan, yargılama usulü ve sonuçları ile Yargıtaydaki temyiz inceleme yerleri aynı olmayan davaların tefrik edilerek ayrı ayrı görülmesi gerekirken yazılı şekilde birlikte görülerek hüküm verilmesi doğru değildir.

SONUÇ;Yukarıda 1 nolu bentte açıklanan nedenlerle kiracılığın tespiti ve muarazanın giderilmesi isteminin reddine ilişkin hükmün ONANMASINA, 2 nolu bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile kiralanan arsa üzerindeki tüm yapı ve müştemilatın davacı derneğe ait olduğunun tespiti ve davacı hakkının tapu kütüğüne şerhine ilişkin istemin reddine ilişkin hükmün BOZULMASINA, onanan kısım için temyiz harcı peşin alındığından yeniden alınmasına mahal olmadığına, 26.4.2016 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.


YARGITAY HUKUK GENEL KURULU Esas: 2014/11-1307 Karar: 2016/1045 Tarih: 09.11.2016

  • HMK 110. Madde

  • Davaların Yığılması

Taraflar arasındaki “Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa dayalı tespit, tecavüzün önlenmesi, maddi ve manevi tazminat” taleplerine dair karşılıklı davalardan dolayı yapılan yargılama sonunda; İstanbul 3. Fikri ve Sınaî Haklar Hukuk Mahkemesince asıl ve birleşen davaların reddine dair verilen 25.12.2012 gün ve 2006/301 E., 2012/275 K. sayılı kararın incelenmesinin taraf vekillerince istenilmesi üzerine, Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 25.11.2013 gün ve 2012/7415 E., 2013/21316 K. sayılı kararı ile;

( … Davacı vekili, Erich Fromm ve Annis Fromm’un edebi miraslarının hak sahibi olan Dr. Ranier Funk ile müvekkili arasında imzalanan 30.06.2004 tarihli sözleşme gereği, Türkçe’ye çevrilmesi ile ülkemizdeki çoğaltma ve yayma haklarının, münhasıran müvekkiline ait olan “Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum” ( Yanılsama Zinciri ) ile “Kendini Savunan İnsan” adlı kitapların, davalı tarafından haksız ve hukuka aykırı olarak 1982 yılından bu yana Türkçe tercümesinin yapıldığını, çoğaltıldığını, dağıtıldığını ve satışa sunulduğunu, bu durumun haksız rekabet teşkil etmesinin yanı sıra müvekkili haklarına tecavüz teşkil ettiğini iddia ederek, tecavüzün kaldırılması ile olası tecavüzlerin önlenmesini, fazlaya ve manevi tazminat davası açmaya dair hakları saklı kalmak kaydıyla şimdilik, 00 TL mali hak bedelinin, FSEK uyarınca 3 katı olan 2.250,00 TL tazminatın, kitapların ilk çoğaltma ve piyasaya arz tarihi olan 1982 yılından itibaren işletilecek kısa vadeli kredilere uygulanan en yüksek banka reeskont faizi ile birlikte davalıdan tahsilini ve hükmün ilanını talep ve dava etmiştir.

Davalı-karşı davacı vekili, davacının iddiasının aksine, müvekkilinin söz konusu kitapların yasal ve müktesep hak sahibi olduğunu, davaya konu kitapların Türkçe’ye çevrilip yayımlandığı 1982 yılında yürürlükte bulunan FSEK 28. hükmüne göre, ilk defa Türkçe’den başka bir dilde yayımlanmış olan bir ilim ve edebiyat eserinin, yayımlandığı tarihten itibaren 10 yıl içinde eser sahibi veya onun müsaadesi ile başka bir kimse tarafından Türkçe tercümesi yapılarak yayımlanmamış ise, 10 yıl geçmesiyle bu eserin Türkçe’ye çevrilmesinin serbest olduğu gerekçesi ile müvekkilinin davaya konu kitapları Türkçe’ye tercüme ederek yayınladığını ve dolayısıyla bunlar üzerinde yasal ve müktesep hak sahibi olduğunu savunarak asıl davanın reddini, müvekkilinin FSEK gereğince davaya konu kitapların yasal ve müktesep hak sahibi olduğunun tespitini, fazlaya dair haklarını saklı tutarak şimdilik 1.000,00 TL maddi ve 1.000,00 TL manevi tazminatın, en yüksek banka reeskont faizi ile birlikte davacı-karşı davalıdan tahsilini ve hükmün ilanını talep ve karşı dava etmiştir.

Mahkemece iddia, savunma bilirkişi raporu ve tüm dosya kapsamına göre; e, Eric From-Literaty Estate Dr. Rainner Funk kaşesi ile davaya konu her iki kitabın münhasıran Türkçe çevrisinin basımının yayım ve çoğaltma haklarının davacıya 30.06.2004 tarihinden itibaren hak doğuracak şekilde devredildiği ve sözleşmenin 5 yıl süre ile düzenlendiği görülmekte ise de, eser sahiplerinden ya da mirasçılarından Dr. Rainner Funk’un bu eserlerin mali haklarını devretme yetkisi olduğuna dair dosyaya delil sunulmadığı, davalı-karşı davacının söz konusu eserleri sözleşme tarihinden çok önce 1980’li yıllarda Türkçe’ye çevirerek yayınladığı, FSEK 2001 yılında yürürlükten kaldırılmış ise de, davalı-k.davacı tarafından kitapların basıldığı tarihte yürürlükte olması sebebiyle davalı yayınevinin bu kitapları Türkçe olarak basan yayın evi olması sebebiyle işleme eser niteliğindeki Türkçe basılı kitaplar üzerinde kazanılmış hak sahibi konumunda olup, belirtildiği üzere, işleme eser sahibi olan konumunda olan davalı-karşı davacının bu eserler ile ilgili yapılan sözleşmeler ile asıl eserin mali hakları devredilse dahi yapılan sözleşmeler batıl durumda olacağından ve davalı yayın evinin müktesep hakkına dayalı işleme eser sahipliği devam ettiğinden, bu doğrultuda yapılan fiilin hukuki zeminde olduğu ve dolayısıyla daha sonra bu hususu bilerek eserlerin mali haklarını devralan davacının eserlerin Türkçe çevirisine davalı yanın tecavüzde bulunduğu yolundaki iddialarının yasal dayanağının bulunmadığı gerekçesiyle asıl davanın reddine, davacı-karşı davalının sözleşme ile her iki kitapla ilgili mali hakları devraldıktan sonra yasal başvuru hakkını kullandığı, başvurusunun ilgili mercilerce değerlendirilmesi safhasında davalı-k.davacının maruz kaldığı mahrumiyet sebebiyle tazmini gerekir bir durumunda mevcut olmadığı, bu husustaki iddiaların dosya kapsamı ile de kanıtlanamadığı gerekçesiyle de karşı davanın reddine karar verilmiştir.

Kararı, tarafların vekilleri temyiz etmiştir.

1- ) Dava dosyası içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre, davacı İ… İzmir Basın Yayın Medya-Yapım Dağ. Paz. San. Tic. Ltd. Şti. vekilinin tüm, davalı-karşı davacı … Şti. vekilinin aşağıda ( 2 ) numaralı bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.

2- ) Ancak, asıl davada davacı tarafça tecavüzün önlenmesi talebi ile birlikte tazminat talebinde bulunulduğuna göre mahkemece reddedilen tazminat talebi dikkate alınmak suretiyle davalı-karşı davacı yararına vekalet ücreti takdiri gerekirken, yazılı şekilde eksik vekalet ücreti takdiri doğru görülmemiş kararın bu sebeple mümeyyiz karşı davacı … Şti. yararına bozulması gerekmiştir… ),

Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : Dava Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’na aykırılığa dayalı tespit, tecavüzün önlenmesi, maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.

Mahkemece davaya konu her iki kitabın münhasıran Türkçe çevrisinin, basımının, yayım ve çoğaltma haklarının davacıya 30.06.2004 tarihinden itibaren hak doğuracak şekilde devredildiği ve sözleşmenin 5 yıl süre ile düzenlendiği, ne var ki Dr. Funk’un bu eserlerin mali haklarını devretme yetkisi olduğuna dair dosyaya delil sunulmadığı; öte yandan davalının 2001 yılında yürürlükten kaldırılan FSEK’in uyarınca kazanılmış hak sahibi olduğu gerekçesiyle asıl davanın reddine; hakları devralan davacının yasal yollara başvurmasında ve başvurusunun ilgili mercilerce değerlendirilmesi safhasında davalı-karşı davacının maruz kaldığı mahrumiyet sebebiyle tazmini gerekir bir durumun mevcut olmadığı ve bu husustaki iddiaların kanıtlanamadığı gerekçesiyle de karşı davanın reddine karar verilmiş; taraf vekillerinin temyiz itirazları üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde gösterilen sebeplerle bozulmuştur.

Yerel Mahkemece önceki kararda direnilmiştir. Direnme kararı davalı-karşı davacı vekilince temyize getirilmektedir.

Hukuk Genel Kurulunun önüne gelen uyuşmazlık; tecavüzün önlenmesi talebi ile birlikte ( dava yığılması suretiyle ) ileri sürülen tazminat talebi için ayrıca vekalet ücreti takdiri gerekip gerekmeyeceği noktasında toplanmaktadır.

Somut olayda asıl davada davacı tarafça tecavüzün önlenmesi talebi ile birlikte tazminat talebinde bulunulmuş; bir diğer ifade ile davalı-karşı davacı aynı dava içinde birden çok talep sonucu ile karşı karşıya kalmıştır. “Davaların yığılması” veya “objektif dava birleşmesi” denilen bu hukuki müessesenin kısaca açıklanmasında fayda görülmektedir.

Davaların yığılması 1086 Sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunda açık olarak düzenlenmemiş iken 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 110. maddesinde: “Davacı, aynı davalıya karşı olan, birbirinden bağımsız birden fazla asli talebini, aynı dava dilekçesinde ileri sürebilir. Bunun için, birlikte dava edilen taleplerin tamamının aynı yargı çeşidi içinde yer alması ve taleplerin tümü bakımından ortak yetkili bir mahkemenin bulunması şarttır.” şeklinde düzenlenmiştir.

Hukuk Usûlü Muhakemeleri Kanunu’nun 3. maddesindeki “Müddeabih, birden ziyade ise miktar ve kıymetlerinin mecmuu esas ittihaz olunur” kuralından yola çıkıldığında önceki Kanunun da dava yığılmasını kabul ettiği fikri benimsenmekte idi ( KURU, B.: Hukuk Muhakemeleri Usulü, C.II, İstanbul 2001, s.1496 vd. ).

Usul hukuku ilkeleri çerçevesinde değerlendirildiğinde davacı, davalıya karşı birbirinden bağımsız olan birden fazla aslî talebini aynı davada birleştirebilir, yani birden fazla davasını aynı dava dilekçesiyle açabilir. Bir başka anlatımla dava yığılması bir davada aynı taraflar arasında birden fazla talebin ileri sürülmesi, yani aynı taraflar arasında birden fazla talep sonucunun mahkeme önüne çözümlenmesi amacıyla getirilmesidir. Dava yığılmasında görünüşte tek dava var iken gerçekte talep sayısınca dava mevcuttur ve söz konusu bu birden fazla talepler birbirinden bağımsızdır.

Taleplerin birbirinden bağımsız olması, diğer deyişle mahkemenin önünde birden çok talep sonucu bulunması sebebiyle mahkemenin her bir talebi ayrı ayrı incelemesi ve her biri için ayrı hüküm kurması gerekir. Bu gereklilik çerçevesinde varılan önemli sonuçlardan biri de kendisini vekâlet ücretinin, her bir talep için ayrı ayrı takdir edilmesi noktasında gösterir. Gerçekten de dava yığılmasında her bir talebin tek başına dava edilme olanağı bulunduğuna göre, her bir talep bakımından da ilgilisi yararına ayrı ayrı vekalet ücreti takdir edilmesi gerekir ( KURU, s.1500 ).

Somut olaya dönüldüğünde asıl dava davacısı, asıl dava davalısı aleyhine tek dilekçeyle fakat davaların yığılması niteliğinde olmak üzere, tecavüzün önlenmesi ve tazminat konulu iki asli talep içeren bir dava açmıştır; tazminat talebi tecavüzün önlenmesi talebinin fer’i niteliğinde de değildir. Bu taleplerin her birinin ayrı ayrı reddedilmiş olması sebebiyle her bir talep bakımından davalı yararına vekâlet ücreti takdiri gerekir.

Bu itibarla Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu sebeple direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ : Davalı-karşı davacı şirket vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istenmesi halinde temyiz peşin harcının yatırana iadesine, 1086 Sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440. maddesi uyarınca karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 09.11.2016 günü oybirliği ile karar verildi.


YARGITAY 22. HUKUK DAİRESİ Esas: 2014/27826 Karar: 2014/29950 Tarih: 31.10.2014

  • HMK 110. Madde

  • Davaların Yığılması

Davacı İsteminin Özeti: Davacı vekili, davanın belirsiz alacak davası olduğunu belirterek, ihbar olunan şirket ile davalı arasındaki ilişkinin muvazaalı olduğunu, davacının baştan itibaren Türk Telekomünikasyon A.Ş. işçisi olduğunu, Türkiye Haber-İş Sendikasına üye olduğunu asıl ve gerçek işvereni olan Türk Telekomünikasyon A.Ş.’ne bildirdiğini, ancak sendika kayıt fişinin iade edildiğini ve işyerinde uygulanan dönem toplu iş sözleşmelerinden faydalandırılmadığını ileri sürerek, 9. dönem toplu iş sözleşmesinden kaynaklanan ücret farkı, ilave tediye alacağı, ikramiye alacağı, yemek bedeli, vardiya nöbet primi alacağı, ulusal bayram genel tatil ücreti, 6 günlük prim alacağı ve giyecek yardımı alacağının faizleriyle birlikte davalıdan tahsilini istemiştir.

Davalı Cevabının Özeti: Davalı vekili, davacının ihbar olunan şirket işçisi olduğunu ve Türk Telekomünikasyon A.Ş. işyerinde uygulanan toplu iş sözleşmesinden yararlanamayacağını savunarak, davanın reddini istemiştir.

Mahkeme Kararının Özeti: Mahkemece, toplanan deliller ve bilirkişi raporuna dayanılarak, davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.

Temyiz: Kararı davalı vekili temyiz etmiştir.

Gerekçe: Taraflar arasında öncelikle çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için gerekli şartları taşıyıp taşımadığı noktasında toplanmaktadır.

01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107. maddesiyle, mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda yer almayan yeni bir dava türü olarak belirsiz alacak ve tespit davası kabul edilmiştir.

6100 sayılı Kanunun 107. maddesine6100 sayılı Kanunun 107. maddesine göre,

“(1) Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.

(2) Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir.

(3) Ayrıca, kısmi eda davasının açılabildiği hâllerde, tespit davası da açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul edilir.”

Hükümet tasarısında yer almayan bu madde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu tarafından, esasen baştan miktar veya değeri tam tespit edilemeyen bir alacakla ilgili hak arama durumunda olan kişinin, hukuk sisteminde karşılaştığı güçlüklerin bertaraf edilerek hak arama özgürlüğü çerçevesinde mümkün olduğunca en geniş şekilde korunmasının sağlanması gerekçesi üzerinde durularak ihdas edilmiş ve nihayetinde kanunlaşmıştır.

Davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için, davanın açıldığı tarih itibariyle uyuşmazlığa konu alacağın miktar veya değerinin tam ve kesin olarak davacı tarafça belirlenememesi gereklidir. Belirleyememe hali, davacının gerekli dikkat ve özeni göstermesine rağmen miktar veya değerin belirlenmesinin kendisinden gerçekten beklenilmemesi durumuna ya da objektif olarak imkansızlığa dayanmalıdır.

Madde gerekçesinde “Alacaklının bu tür bir dava açması için, dava açacağı miktar ya da değeri tam ve kesin olarak gerçekten belirlemesi mümkün olmamalı ya da bu objektif olarak imkânsız olmalıdır. Açılacak davanın miktarı biliniyor yahut tespit edilebiliyorsa, böyle bir dava açılamaz. Çünkü, her davada arandığı gibi, burada da hukukî yarar aranacaktır, böyle bir durumda hukukî yararın bulunduğundan söz edilemez. Özellikle, kısmî davaya ilişkin yeni hükümler de dikkate alınıp birlikte değerlendirildiğinde, baştan tespiti mümkün olan hâllerde bu yola başvurulması kabul edilemez.” şeklindeki açıklamayla, alacağın belirli veya belirlenebilir nitelikte olması durumunda, belirsiz alacak davası açılarak bu davanın sağladığı imkanlardan yararlanmanın mümkün olmadığına işaret edilmiştir.

Alacağın hangi hallerde belirsiz, hangi hallerde belirli veya belirlenebilir olduğu hususunda kesin bir sınıflandırma yapılması mümkün olmayıp, her bir davaya konu alacak bakımından somut olayın özelliklerinin nazara alınarak sonuca gidilmesi gereklidir.

6100 sayılı Kanun’un 107/2. maddesinde6100 sayılı Kanun’un 107/2. maddesinde, sorunun çözümünde yol gösterici mahiyette kriterlere yer verilmiştir. Anılan madde fıkrasında, karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacının, iddianın genişletilmesi yasağına tâbi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabileceği hüküm altına alınmış, madde gerekçesinde de “karşı tarafın verdiği bilgiler ve sunduğu delillerle ya da delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemleri sonucu (örneği bilirkişi ya da keşif incelemesi sonucu)” belirlenebilme hali açıklanmıştır.

Davacının alacağının miktar veya değerini belirleyebilmesi için elinde bulunması gerekli bilgi ve belgelere sahip olmaması ve bu belgelere dava açma hazırlığı döneminde ulaşmasının da (gerçekten) mümkün olmaması ve dolayısıyla alacağın miktarının belirlenmesinin karşı tarafın elinde bulunan bilgi ve belgelerin sunulmasıyla mümkün hale geleceği durumlarda alacak belirsiz kabul edilmelidir.

Sırf taraflar arasında alacak miktarı bakımından uyuşmazlık bulunması, talep sonucunun belirlenmesinin davacıdan beklenemeyecek olması anlamına gelmez. Önemli olan objektif olarak talep sonucunun belirlenmesinin davacıdan beklenemeyecek olmasıdır (H. Pekcanıtez, Belirsiz Alacak Davası, Ankara 2011, s. 45; H. Pekcanıtez/0. Atalay/M. Özekes, Medeni Usul Hukuku, 14. Bası, Ankara 2013, s. 448). Sadece alacak miktarının taraflar arasında uyuşmazlık bulunması ya da tartışmalı olmasının belirsiz alacak davası açılması için yeterli sayılması halinde, neredeyse tüm davaların belirsiz alacak davası olarak kabulü gerekir ki, bu da kanunun amacına aykırıdır. Çünkü, zaten uyuşmazlık bulunduğu için dava açılmakta ve uyuşmazlık mahkeme önüne gelmektedir. Önemli olan davacının talebini belirli kılacak imkâna sahip olup olmadığıdır. Burada, alacağın belirlenebilir olması ile ispat edilebilirliğinin de ayrıca değerlendirilmesi gerektiği unutulmamalıdır. Davacının talep ettiği alacağı belirlenmesi objektif olarak mümkün, ancak belirleyebildiği alacağını ispat etmesi, kanunun öngördüğü şekilde ispatı (elindeki delillerle) mümkün değilse, burada da belirsiz alacak davası açılacağından söz edilemez. Çünkü, bir alacağın belirlenmesi ile onun ispatı ayrı şeylerdir. Davacı, talep konusu yaptığı alacağını çok net şekilde belirleyebilir; ancak her zaman onu ispat edecek durumda olmayabilir. Aksinin kabulü, her ispat güçlüğü olan alacağı belirsiz alacağa dönüştürmek gibi, hem kanunun amacına hem de genel ilkelere aykırı bir durumu ortaya çıkartabilir.

Alacağın miktarının belirlenebilmesinin, tahkikat aşamasında yapılacak delillerin incelenmesi, bilirkişi incelemesi veya keşif gibi sair işlemlerin yapılmasına bağlı olduğu durumlarda da belirsiz alacak davası açılabileceği kabul edilmelidir. Ne var ki, bir davada bilirkişi incelemesine gidilmesi belirsiz alacak davasının açılabilmesi için yeterli değildir. Bir davada bilirkişiye başvurulmasına rağmen davacı dava açarken alacak miktarını belirleyebiliyorsa, belirsiz alacak davası açılamaz (C. Simil, Belirsiz Alacak Davası, I. Bası, İstanbul 2013, s. 225).

Kategorik olarak, belirli bir tür davanın veya belirli kişilerin açtığı davaların baştan belirli veya belirsiz alacak davası olduğundan da sözedilemez. Belirsiz alacak davası, bu davaya ilişkin ölçütlerin somut olaya uygulanarak belirlenmesi gerekir.

Hakime alacak miktarının tayin ve tespitinde takdir yetkisi tanındığı hallerde (Örn: 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu md 50,, 51,56), hakimin kullanacağı takdir yetkisi sonucu alacak belirli hale gelebileceğinden, davacının davanın açıldığı tarih itibariyle alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin imkansız olduğu kabul edilmelidir. Örneğin, iş hukuku uygulamasında, Yargıtay’ca, fazla çalışma, hafta tatili, ulusal bayram ve genel tatil ücreti alacaklarının yazılı belgelere ve işyeri kayıtlarına dayanmayıp, şahit anlatımlarına dayanması halinde, hesaba esas alınan süre ve alacağın miktarı nazara alınarak takdir edilecek uygun oranda takdiri indirim yapılması gerekliliği kabul edilmektedir. Bu halde, şahit anlatımlarına dayanılarak hesaplanan alacak miktarından hakimin takdir yetkisine bağlı olarak yapılacak indirim oram baştan belirli olmadığından, alacak belirsiz kabul edilmelidir.

6100 sayılı Kanun ile birlikte, yukarıda belirtilen çerçevede belirsiz alacak davası açma imkanı tanınarak belirsiz alacaklar bakımından hak arama özgürlüğü genişletilmiş; bununla bağlantılı olarak da hukuki yarar bulunmadan kısmi dava açma imkanı sınırlandırılmakla birlikte, tamamen kaldırılmamıştır.

Zaman zaman, 6100 sayılı Kanun ile birlikte kabul edilen belirsiz alacak davası ile kısmi davaya ilişkin yeni düzenlemedeki sınırın tam olarak tespit edilemediği, birinin diğeri yerine kullanıldığı görülmektedir. Oysa bu iki davanın amacı ve niteliği ayrıdır. Alacak, belirli veya belirlenebilir ise, belirsiz alacak davası açılamaz; ancak şartları varsa kısmi dava açılması mümkündür. Kanunun kısmi dava açma imkanını sınırlamakla birlikte tamamen ortadan kaldırmadığı da gözetildiğinde, belirli alacaklar için, belirsiz alacak davası açılamasa da, şartları oluştuğunda ve hukuki yarar bulunduğunda kısmi dava açılması mümkündür. Aksi halde, sadece ya belirsiz alacak davası açma veya belirli tam alacak davası açma şeklinde iki imkandan sözedilebilir ki, o zaman da kısmi davaya ilişkin 6100 sayılı Kanun’un 109. maddesindeki hükmün fiilen uygulanması söz konusu olamayacaktır. Çünkü, belirsiz alacak davasında zaten belirsiz alacak davasının sağladığı imkanlardan yararlanarak dava açılabilecek; şayet alacak belirli ise de, o zaman sadece tam eda davası açılabilecektir. Oysa kanun koyucunun abesle iştigal etmeyeceği prensibi gereği, anılan maddeyle kısmi davaya ilişkin düzenleme yapıldığı düşünülerek ve Kanundaki sınırlamalara dikkat edilerek kısmi dava açılabilecektir.

Bu noktada şu da açıklığa kavuşturulmalıdır ki, şartları bulunmadığı halde dava dilekçesinde davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı durumda davacıya herhangi bir süre verilmeden hukuki yarar yokluğundan davanın reddi yoluna gidilmelidir. Çünkü, alacağın belirlenebilmesi mümkün iken, böyle bir davanın açılmasına Kanun izin vermemiştir. Böyle bir durumda, belirsiz alacak davası açmakta hukuki yarar yokluğundan dava reddedilmeli, ek bir süre verilmemelidir. Zira, burada talep açıktır, bu sebeple 6100 sayılı Kanun’un 119/1 -ğ maddesinin uygulanarak süre verilmesi mümkün değildir; aslında açılmaması gerektiği halde belirsiz alacak davası açılmış olduğundan, bu konudaki eksiklik de süre verilerek tamamlanamayacağından, dava hukuki yarar yokluğundan reddedilmelidir. Buradaki hukuki yarar, sonradan tamamlanacak nitelikte bir hukuki yarar değildir. Çünkü, dava açıldığında o sırada mevcut olmayan hukuki yarar, bunun da açıkça mahkemece bilindiği bir durumda, tamamlanacak bir hukuki yarar değildir. Aksinin kabulü, aslında açık olan talep sonucunun süre verilerek davacı tarafından değiştirilmesi ve bulunmayan hukuki yararın sağlanması için davacıya ek imkan sağlanması anlamına gelecektir ki, buna usûl bakımından imkan yoktur, böyle bir durum taraflar arasındaki eşitlik ilkesine de aykırı olacaktır (H. Pekcanıtez/O. Atalay/M. Özekes, Medeni Usul Hukuku, 14. Bası, Ankara 2013, s. 454). Bunun yanında, şayet açılan davada asgari bir miktar gösterilmişse ve bunun alacağın bir bölümü olduğu anlaşılmakla birlikte, belirsiz alacak davası mı yoksa belirli alacak olmakla birlikte kısmi dava mı olduğu anlaşılamıyorsa, bu durumda 6100 sayılı Kanun’un 119/1-ğ maddesinin aradığı şekilde açıkça talep sonucu belirtilmemiş olacaktır. Talep, talep türü ve davanın niteliği açıkça anlaşılamıyorsa, talep muğlaksa, aynı Kanun’un 119/2. maddesi gereğince, davacıya bir haftalık kesin süre verilerek talebinin belirsiz alacak davası mı, yoksa kısmi dava mı olduğunun belirtilmesi istenmelidir. Verilen bu süreden sonra, davacının talebini açıklamasına göre bir yol izlenmelidir. Eğer talep, davacı tarafından belirsiz alacak davası şeklinde açıklanmış olmakla birlikte, gerçekte belirsiz alacak davası şartlarını taşımıyorsa, o zaman yukarıdaki şekilde hareket edilmeli, hukuki yarar yokluğundan dava reddedilmelidir. Açıklamadan sonra talep belirsiz alacak davası şartlarını taşıyorsa, bu davanın sonuçlarına göre, talep kısmi davanın şartlarını taşıyorsa da kısmi davanın sonuçlarına göre dava yürütülerek karar verilmelidir (Dairemizin 31.12.2012 tarih 2012/30463 esas 2012/30091 karar sayılı kararı). 6100 sayılı Kanun’un 110. maddesinde düzenlenen, davacının aynı davalıya karşı birbirinden bağımsız birden fazla asli talebini aynı dava dilekçesinde ileri sürmesi olarak tanımlanan davaların yığılması (objektif dava birleşmesi) halinde, talep sayısı kadar dava bulunduğu kabul edildiğinden ve aynı Kanun’un 297/2. maddesi uyarınca da her bir talep bakımından ayrı ayrı hüküm verilmesi gerektiğinden, bu durumda da dava dilekçesinde ileri sürülen taleplerin belirsiz alacak olup olmadığının her bir talep bakımından ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekecektir.

Tüm bu açıklamalar sonucunda şunu belirtmek gerekir ki, iş hukukundan kaynaklanan alacaklar bakımından baştan belirli veya belirsiz alacak davası şeklinde belirleme yapmak kural olarak doğru ve mümkün değildir. Bu sebeple iş hukukunda da belirsiz alacak davasının açılabilmesi, bu davanın açılması için gerekli şartların varlığına bağlıdır. Eğer bu şartlar varsa, iş hukukunda da belirsiz alacak davası açılabilir, yoksa açılamaz (C. Simil, Belirsiz Alacak Davası, I. Bası, İstanbul 2013, s. 414). Keza aynı şey kısmî dava için söz konusudur.

Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında eldeki davaya konu somut olayın özellikleri dikkate alınarak belirsiz alacak davası yönünden yapılan değerlendirmede;

Davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı şüphesizdir. Uyuşmazlık konusu toplu iş sözleşmesinden kaynaklanan ücret farkı, ilave tediye alacağı, ikramiye alacağı, yemek bedeli, vardiya nöbet primi alacağı, ulusal bayram genel tatil ücreti, 6 günlük prim alacağı ve giyecek yardımı alacakları bakımından; talep içeriğinden de açıkça anlaşıldığı üzere, davacı sendikaya üye olduğu ve toplu iş sözleşmesinden yaralanabileceği tarihi, çalışma süresini, en son ödenen ücreti, toplu iş sözleşmesi gereği alması gerektiğini iddia ettiği aylık ücret miktarım, ödenmesi gereken ikramiye, ilave tediye ve yemek yardımı tutarını işyerinde uygulanan toplu iş sözleşmesi hükümleri gereğince belirleyebilecek durumdadır. Bu halde toplu iş sözleşmesinden kaynaklı fark ücret, ilave tediye, ikramiye ve yemek bedeli alacakları, belirsiz alacak değildir. Dava konusu edilen alacakların belirlenebilir olmaları ve belirsiz alacak davasına konu edilemeyecekleri anlaşılmakla, hukuki yarar yokluğundan davanın usulden reddi gerekirken yazılı şekilde esasa girilerek karar verilmesi hatalı olup, bozmayı gerektirmiştir.

Sonuç: Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebepten dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 31.10.2014 tarihinde oybirliğiyle, karar verildi.


UYARI

Web sitemizdeki tüm makale ve içeriklerin telif hakkı Av. Baran Doğan’a aittir. Tüm makaleler hak sahipliğinin tescili amacıyla elektronik imzalı zaman damgalıdır. Sitemizdeki makalelerin kopyalanarak veya özetlenerek izinsiz bir şekilde başka web sitelerinde yayınlanması halinde hukuki ve cezai işlem yapılacaktır. Avukat meslektaşların makale içeriklerini dava dilekçelerinde kullanması serbesttir.

Makale Yazarlığı İçin

Avukat veya akademisyenler hukuk makalelerini özgeçmişleri ile birlikte yayımlanmak üzere avukatbd@gmail.com adresine gönderebilirler. Makale yazımında konu sınırlaması yoktur. Makalelerin uygulamaya yönelik bir perspektifle hazırlanması rica olunur.

Paylaş
RSS